Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Bir Yol Hikâyesi

Bir Yol Hikâyesi

(Birazdan okuyacağınız hikâye, batıda yaşamış ve Hakkâri'ye atanmış bir öğretmenin gerçek bir hayat hikâyesidir.)

 

Ağlamaklı oldu önce… Yutkundu… Sonra tutamadı gözyaşlarını… Yavaşça süzüldü yanaklarından yaşlar…

Titrek bir sesle:

                                          

“Hocam! dedi… Çok şey yaşadım buralarda. Çok güzel günler geçirdim. Şimdi her şeyi olduğu gibi bırakmak zor geliyor bana.

Geriye dönüp baktığımda meğer ne güzel anılar bıraktım. Ne güzellikler…

 

Oysa ne garip hislerle, ne önyargılarla gelmiştim bu şehre. Korkuyordum. Gelmek istemiyordum. Hatta vazgeçmeyi, istifa etmeyi bile düşünmüştüm, daha yolun başındayken, daha başlamadan. Gelirken babam eşlik etti bana. Daha doğrusu, babam zorla getirdi beni. Oysa babam dahi üşeniyordu, endişeliydi, tedirgindi. Belki o da korkuyordu. Yüzünden okunuyordu tedirginliği.”

 

Elindeki peçeteyle sildi yanaklarından süzülen yaşları. Ve ağlamaklı ağlamaklı devam etti:

 

“Aylardan ağustos. Öğretmenlerin atama dönemi. Öğretmen olmanın derin sevinci ve heyecanı vardı üzerimde. Arkadaşlarıma takılıyordum kimi zaman. Bana Hakkâri çıkacak, diye. Oysa Hakkâri tercihlerim arasında dahi yoktu. O yüzden rahattım. Ha pardon, “herhangi bir yere”(tercih dışı) atanmak ister misiniz diye son bir tercih hakkımız daha vardı sanırım. Onu da işaretlediğimi hatırlıyorum şimdi. Ne yaparsın, ekmek aslanın ağzındaydı. Hatta ağzında da değil, midesindeydi.

 

Evet, “Herhangi bir yer.”

Şimdi her şeyi daha iyi hatırlıyorum. Herhangi bir yer burasıydı: “Hakkâri

                           

Sahi herhangi bir yer Hakkâri" den başka neresi olabilirdi ki? Hakkâri" den ötesi olabilir miydi? Hiçbir yer “herhangi” ile anlatılamazdı, Hakkâri kadar.  Dilime dolanmıştı. Bana Hakkâri çıkacaktı. Aslında şakaydı. Evet, sadece bir şaka. Belki biraz soğuktu; ama dedim ya, şakaydı işte. Ve ben asla buna hazır değildim. Yüreğim bunu kaldıramazdı. Zaten çıkmayacaktı. Onun için hazır olmam da gerekmiyordu aslında.

 

Atamaların yapıldığı gün evdeydim. Çok heyecanlıydım. Sonuçlara gidip bakmaya dahi cesaret edemiyordum. Biraz sonra alelacele arkadaşlar geldi. “Müjde” dediler. “Sana Hakkâri çıktı. Kız, kâhin misin nesin sen, nasıl biliyordun Hakkâri çıkacağını.” Yüzümde alaycı bir ifade belirdi ilkin. Sonra soğuk bir tebessüm yayıldı çehreme. “Bırakın kızlar ya, benimle dalga geçmeyin de söyleyin, neresi çıktı bana,” diye çıkıştım arkadaşlarıma. “Kız valla sana Hakkâri çıktı, niye dalga geçelim,” diye söyleyip gülüştüler.

 

İnanamıyordum. İnanmak istemiyordum. İnanmaya hazır da değildim. İşi şakaya vurmak istiyordum hala. Bir benden bir onlardan derken önüme bir kâğıt uzattılar. Hakkâri diyordu. Hakkâri. Yani “herhangi bir yer”. On birinci tercihim. Başımdan kaynar sular döküldü sanki. Hayır, soğuk sular. Buz gibi! Yok yok, ateş gibi sular dökülüyordu başımdan. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. İşte, dediğim çıkmıştı. Şakam gerçeğe dönmüştü. Şaka olması için neler vermezdim oysa. Ah… ah!

 

Hakkâri neresiydi, neresi olabilirdi? Aklım uçup gitmişti. Hatırlayamıyordum. Haritanın neresinde? Acilen, bir haritaya bakmam gerekiyordu. Daha önce hiç bakma ihtiyacı duymamıştım oysa. İnsan neden bakmak ister ki Hakkâri"ye? Ne sebeple?

 

Hızlıca indirdim haritayı duvardan. Baktım. Epey bir göz gezdirdim. Doğuda. Ama neresinde? Üstte mi, yoksa altta mı? Hah, işte şurada!  Türkiye"nin bittiği yerde. Haritanın sağ alt köşesini kaplayan küçücük bir yer… Çok uzak. Ötesi yok. Ötesi sınır. Ötesi uzak. Ötesi “Irak.”      

 

Bir sabah, babamın eşliğinde kendimi “soğuk ve şehirlerarası bir otobüste”(Y.Erdoğan) buldum.

 

Gidiyordum. Dakikalar geçiyor. Saatler geçiyor. Kilometreler geçiyor. Zamana dair her ne varsa geçiyor. Ama yol geçmiyor, yol bitmiyordu. Hep yukarı, hep yokuş. Yol… Hep yol, daima yol, sürekli yol… Dağ. Taş. Dere. Tepe. Kaya. Uçurum. Derin vadiler. Amansız geçitler…  Bir hayal gibi vadinin içinde uzanmış küçük, çatısız, tek tük taş evler. Sonra yine dağlar. Heybetli, yüce. Dağlar uzuyor, yükseliyor, yüceliyor…

 

Tırmanıyoruz. Arabamız bir dağın yamacına asılı sanki. Önümüz uçurum. Sağımız uçurum. Biraz sonra bir köprü. Daracık. Ve solumuz uçurum.

Yer yer yol kenarında hurdaya dönmüş kamyon kasaları, araba hurdaları…

 

Bir yerde duruyoruz. Daracık bir vadi. Dağın dibi. Bir, gökyüzünü görüyoruz.  Az ötede kaza olmuş. Şarampole yuvarlanmış bir otomobil. Etrafında bir yığın insan. Soruyoruz. Can kaybı yok, birkaç yaralı var. Araba kullanılmaz halde. Halatla yukarı çekmeye çalışıyorlar. Ama nafile!

An be an çoğalıyor korkum. Tedirginliğim iyiden iyiye artıyor. Bir şeyler olacak sanki. Birazdan. Az sonra. Şurada. Şu virajda. Her an. Şimdi. Offfff!

 

Bir kâbus sanki. Bir karabasan… Bir filmde dahi göremediğim sahneler. Yoksa bir filmin galasında mıyım? Aman Allah"ım, nereye gidiyoruz? Durun, bizi nereye götürüyorsunuz? Hakkâri neresi? Yanlış gidiyoruz. Kaptan, yanlış gidiyoruz, dönelim! Biz Hakkâri" ye gitmek istiyoruz, dağlara değil. İçimden ağlamak geliyor. İçimden bağırmak geliyor. Çırpınmak, yırtınmak. Avazımın çıktığı kadar: Duruuunnnnn! Duruuuuuuun!!!

 

Boğuluyorum sanki. Nefesim çıkmıyor. Bir turist kafilesi mi, yoksa dağcı mı bunlar? Yanlış arabaya mı bindik yoksa? Baba, yanlış arabaya bindik galiba. Bu araba dağlara gidiyor. Dağlaraaaaaaa!

 

Vadi gittikçe derinleşiyor. Bu defa sürekli yokuş aşağı iniyoruz. Vadi derinleşiyor. Dağlar yanı başımızda. Ama başları göklerde. Vadi daralıyor. İleride daha da daralıyor. Neredeyse birleşecek. Yolun bir yanı dağlara yapışık. Öbür yanı uçurum. Otobüsün sağ yanı neredeyse dağa oturacak. Şu yavaş ve sessiz akan su da olmasa birleşecek şu dağlar. Sarp kayalıklar. Çalılıklar… Daha önce hiç görmediğim bitkiler, ağaçlar… ve dere… Hayır, ırmak, yok yok nehir. Sessizce, sinsice akıyor… Koyu sarı, biraz sonra kırmızı, ötede kahverengi, yer yer siyah… Renkler ardı sıra yer değiştiriyor. Bulanık. Boz bulanık akıyor. Bulanık bir rüya gibi.

                                                                                                                             

Korkularım büyüyor, yüzümdeki renkler değişiyor. Tüm kanlar çekilmiş sanki bedenimden. Yüzüm sapsarı. Biraz sonra mosmor, haki, ileride soluk beyaz, yer yer kıpkırmızı. Tedirginliğim an be an artıyor. Yol ve dağlar. Derin bir sessizlik…

 

Nedense arabada kimse konuşmuyor. Sadece motorun derin sesi duyuluyor. Bir uğultu. Otobüs inliyor altımızda sanki. Can çekişiyor. Kimse konuşmuyor. Bir ölüm sessizliği… Dönüp bakıyorum, insanların yüzünde ümitsizlik, tedirginlik, telaş… Yol bitmiyor. Gidiyoruz. Kavisler. Rampalar. Yokuşlar. Kayalar. Dağlar. Kontrol noktası. Yol. Sonra yine kontrol noktası. Kimlik. Nüfus cüzdanı. Kimliğimi, daha önce aynı gün içinde, bu kadar çıkarıp gösterdiğimi hatırlamıyorum. Meğer ne kadar değerliymiş (!). Hiç alışık olmadığım şeylerle karşılaşıyorum.

 

Sonra yine yol. Bir köprünün üzerinden geçiyoruz. Üzerinde “Zap” yazılı. Zap? Acaba köprünün ismi mi, yoksa şu derinden akan çayın mı?

Yol… Kimlik… Yol… Kimlik…

 

Bir kontrol noktası daha. İniyoruz otobüsten. Heybetli bir dağın dibindeyiz. Üstü, kalın demir tabakalarla örtülü bir köprü. Üzerinde “Hakkâri" ye Hoş Geldiniz” yazılı. Bakıyorum. Hakkâri yok. Daha dikkatlice bakıyorum. Yine yok. Köprünün öbür tarafı yol. Kavis. Yokuş. Yanı uçurum. Dağlara hiç bu kadar yakın olmamıştım. Hiç bu kadar yakından görmemiştim dağları.

 

Bir görevliye soruyorum. Burası neresi? Depin, diyor. Garip bir isim! Hadi “tepin” olsa ne ise. Peki, Hakkâri neresi, diye soruyorum. Şu dağın arkası, diyor. Dağ! Dağın arkası! Kaç dağı aştık! Kaç dağın arkasını… Meğer dağlar Hakkâri"yi nasıl da gizlemiş, saklamış; gizemli, esrarengiz bir kente dönüştürmüş. Yoksa Hakkâri dağların bittiği yerde mi? Dağlar biter mi? Bir macera sanki. Bir efsane… Dağların Kenti! Kentin dağları…

 

Adrenalin yükseliyor. Heyecanım artıyor. Kalbim ölesiye atıyor. Dizlerim titriyor. Nefesim omuzlarımda atıyor. İçimdeki korku büyüyor. İçimde bir tereddüt, bir endişe…

… büyük bir merak!

…ve tekrar yola koyuluyoruz. Depin köprüsünden dağlara doğru…

Dağlara!

Yani Hakkâri"ye!

Dağların kentine…

Dağ kentine…  

…                                        (Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi