Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Bu şehri terk etmek

Bu şehri terk etmek

Bir hayal gibiydi, bu kenti terk etmek.

İnanmak güçtü. Bir şakaydı sanki. Aklıma bile gelmezdi.

Bir daha dönmemek üzere, bırakıp da gitmek!

Bir el sallayarak, sessizce bir hoşça kal diyerek sadece.

Vay be!

Bu kadar mı basit olur?

İnsan doğup büyüdüğü yeri böyle ansızın terk eder miydi? Bir oyun muydu bu?

Bütün anılara, yaşanılan her şeye, bu kente, bu kentin geleceğine dair kurulan tüm düşlere, beslenen bunca ümide, bütün hayallere böyle bir anda sırt çevirmek, her şeyi bir anda gömüp de gitmek kolay mıydı bu kadar?…

Ablalarına sımsıkı sarıldı, onları bu şehirde bırakıp gidecekti. Kim bilir bir daha ne zaman görecekti.

Yüreği katılaşmıştı, göğüs kafesini zorlayan bir taştı sanki. Eliyle yokladı.

Hiçbir şey hissetmiyordu. Etrafındaki herkes ağlıyordu. Ama onda zerre kadar bir hüzün belirtisi yoktu. Yüreği görünürde, hani şu kadarcık dahi olsa yanmıyordu.

Her zamanki gibi bir gidişti sanki ve birkaç güne kalmaz dönecekti.

Herkes ağlıyordu. Uğurlamaya gelen herkes, bütün akrabaları… 

Onun gözleri dahi yaşarmıyordu oysa.

Keşke o da ağlayabilse herkes gibi!

Hıçkıra hıçkıra ağlayabilse keşke. İçine biriken bütün kederleri, içinde yer edinen bütün ıstırapları şöyle damla damla akıtabilse!

Keşke katılaşan yüreği yumuşasa, buzullaşan kalbi çözülse, yüreğinin kuytularında biriken yaşları dökebilse!

Neden sonra, ölülere dahi ağlayamadığını düşündü. Gözpınarları kurumuştu sanki.

Ne tuhaf bir şeydi bu. İçine süzülüyordu yaşlar.

Herkes ağlarken, onun yüzünde yalancı tebessümler belirirdi sadece. Oysa kim bilirdi ki yüreğinde biriken yaşlar, gönlünü nasıl da çatlatıyor, göğüs kafesini nasıl da sıkıyordu. Nasıl da sızlıyor, yanıyordu içi.

Bir şeyler çatlıyordu içinde.

Bu kente ait bir şeyler,

Bu şehre dair,

İçine kazınan bir şeyler çatlıyordu şimdi.

Gönül aynası kırılıyordu bir uçtan bir uca.

Bütün renkler soluyordu sonra, tüm görüntüler bulanıklaşıyordu, her şey kayboluyor, gözleri kararıyordu, katılaşmış yüreği çorak bir toprak gibi desen desen çatlamaya başlıyordu.

Yalancı bir gözyaşı yayılıyordu göz bebeklerine ilkin; ama nedense hemencecik cayıyor ve yüzü yine eski halini alıyor, ciddileşiyordu.



Ve otobüs ağırdan hareket etmeye başlıyor. İçeride en ufak bir hareketlilik yok, bir fısıltı dahi duyulmuyor. Ölgün bir mekâna, bir yas yerine, bir mevtaya benziyor aracın içi.

Bu ne işti Allah’ım! Yoksa herkes terk mi ediyor bu şehri, giden bir daha gelmiyor mu buraya.

Boşaltılıyor mu bu kent, bu fukara şehir…

Bir şey söyleyin! Neden kimse konuşmuyor?

Solunda oturan eşi yüzüne bakıp gülümsedi ilkin, sonra bu gülümseme toparlanıp, yerini yavaş yavaş sessiz ama yoğun bir ağlamaya bıraktı. Kızardı önce gözleri, bir bir süzüldü sonra yanaklarından yaşlar…

İçeride bir yükün altında inleyen, bir yılan ıslığını andıran motor sesinden başka bir şey duyulmuyor.

Araç an be an hızlanıyor… Kilometreler kat ediliyor, dönen her bir kavis kendisinden bir şeyler alıp götürüyor, her viraj onu uzaklaştırıyordu kendisinden…

Başını avuçlarının arasına aldı.

Parmaklarını kaşlarının üzerinde usulca gezdirdi.

Kapattı gözlerini.      

Ve her şey bir anda karardı…

Devam edecek

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi