Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Doğmamış Çocuğun Mektubu (1)

Doğmamış Çocuğun Mektubu (1)

Ben hiç yaşamadım.

Bir anne babam olmadı.

Doğmadım. Doğamadım. Adım levh-i mahfuzda yazılı mı onu da bilmiyorum. Ama nedense doğmak, dünyaya gelmek istedim. Bunu çok istedim.

Herkes çırpındı. 

Dualar edildi doğmam için, adaklar adandı, türbelere gidildi, çaputlar bağlandı.

Şimdi bunları düşündükçe içimden gülmek geliyor. Ne beyhude şeyler...

Beni yaratmayan Yaratıcı, anne babamın birilerine gitmesine, başkalarından medet ummasına çok kızdı. Bütün kullarına yasakladı bunu. En büyük günahlardan saydı.

“Elçileri” vasıtasıyla defalarca bildirdi bunu. 

Fakat kulları her defasında bu dalalete düştü. Yine gittiler. Yine günaha girdiler. Hatta anne babam bile. Ne vakit bir türbeye, bir yatıra bu amaçla gittilerse ruhum sızladı, canım sıkıldı, ıstırap duydum, azap çektim. Bir sızı gelip oturdu içime. Büyüdü büyüdü, içime sığamaz oldu.

Ağaçlara bez bağladıklarında istihzayla güldüm. ( Buna da çaput dediler. İsmi bile tuhaf! )

Üff! Burada da sıkılıyorum oysa. Daralıyorum. Ne yapacağım şimdi?

Her ne kadar doğmak isteği içimde depreştiyse de hiçbir zaman beni yaratmayan Yaratıcı’ya kızmadım, asla isyan etmedim.

Her şerde bir hayır olduğunu” düşündüm her defasında. Aslında bunu görmek için biraz sabretmek gerek. Oysa insanlar tez canlı. Her şeyin bir an önce olmasını istiyorlar.

Doğrusu bazen dünyaya gerçekten de gelmek isteyip istemediğim hususunda tereddüde düşüyorum. Bu fikir uzun süre meşgul etti muhayyilemi, bir çengel olup takıldı beynimin bir ucuna, kemirdi durdu zihnimi.

Sonra da bu ikircimden kurtulmak için temaşa ettim dünyayı.

Ve uzun uzadıya seyre koyuldum.

Sis perdesi yavaş yavaş inceldi, çatladı ve az ileride dağıldı. Hafiften görmeye başladım sonra. El yordamıyla gözlerimin önünden geçen kül rengi bulutları dağıtmaya çalıştım. Görüntü gittikçe netleşmeye başladı. Az ileride artık, iyice görebiliyordum.

Bir uzay gemisindeyim. Gemimiz hızla, durmadan dönen, meşin bir yuvarlağı andıran bir gök cismine yaklaşmakta. İlerledikçe daha net seçmeye başlıyorum her şeyi. Kâh kara, kâh mavi bir cisim. Yaklaştıkça büyümeye başlıyor. Kalbim hızla atıyor. Heyecanım gittikçe artıyor. Kalbim göğüs kafesimi zorluyor, nerdeyse fırlayacak içimden. Nefes nefese kalıyorum. Sesim soluğum kesiliyor. 

Her şeyi pürüzsüz görecek kadar yaklaşıyoruz bu muazzam gök cismine.

Nefesimi tutup uzun uzadıya seyre koyuluyorum.

Yüce dağlar, derin vadiler ilişiyor gözüme önce. Sonra derin vadilerden yarıklar oluşturarak, çağlayarak akan gürül gürül ırmaklar… Durmadan çağıldayan, coşan, yılan gibi kıvrılan, denizlere dökülen nehirler.

Sonra yemyeşil bitkiler, çimenler, otlar; rengârenk çiçekler, yaseminler, menekşeler, papatyalar, beybünler, nergisler…

Arzı bir örtü gibi kuşatan ormanlar geldi gözlerimin önüne, envai çeşit ağaçlar, akasyalar, iğdeler…

Bağlar, bahçeler. Çeşit çeşit meyve ağaçları; üzüm bağları, elmalar, armutlar, kayısılar, şeftaliler, kirazlar, muzlar…

Meralar, çayırlar…

Uçsuz bucaksız sahralar, ovalar, sırtlar, koylar…

Masmavi denizler, derin okyanuslar, sütbeyaz dereler, akarsular…

Bütün bunları görünce heyecanım kat be kat artıyor, nefes almakta güçlük çekiyorum. İçimdeki doğmak isteği daha bir perçinledi, depreşti, büyüdü. Sanırım verdim kararımı, doğmak istiyorum artık. Bütün bu güzellikleri yaşamak, bu nimetlerin hepsini tatmak istiyorum.

Sonra da şükretmek istiyorum tüm bunları Yaratan’a.

Ve Yaratıcı’nın kutsal kitabında anlattığı cennet tasvirleri düşüyor aklıma. Ne kadar da benziyor. Yoksa gördüğüm cennet mi? Bir rüyada mıyım yine yoksa?

Ah her şey ne kadar güzel! Acaba yaşayanlar kıymetini biliyor mu? Huzur içindeler mi burada?

Devam edecek ... (Devamı birsonraki yazımda)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi