Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Doğmamış çocuğun mektubu 3

Doğmamış çocuğun mektubu 3

III

Başı önüne düştü yazarın.

Gözlerini kapattı.

Birkaç dakika öylece bekledi.

Çocuğu olmayan insanları düşündü. Çocuk seslerinden mahrum evleri, çocuk ağlamalarıyla çınlamayan haneleri düşündü. Harabelerden farksız yapıları…

Bir hüzün gelip yayıldı çehresine. Nefes alışverişleri yavaşladı. Gözkapakları yorgun düştü. Tuşların üstünde gezinen parmakları gevşedi. “Allah hiçbir ağacı meyvesiz bırakmasın” dedi, sessizce.

Bir hikâye yazmak için, önce onu “yaşamak gerek” diye düşündü. Yoksa yazılan her şey bir yalandan ibaret olur.

“Yürekten çıkmayan sözlerin yüreklerde yer edinemeyeceğini” biliyordu.

Bu yüzden kendini, çocuk hasretiyle yanıp tutuşan insanların yerine koydu. Ve o duyguyu derinden hissetmeye çalıştı. İyice özümsedi.

Benim hikâyemi yüzyıllardır kimse yazmadı. Anne babamın içinde bulunduğu durumu ve yaşadıklarını kimse dile getirmedi. Kimse bizi anlamadı, anlamaya çalışmadı. Şu an gözlerini kapatmış yaşadıklarımızı yaşamaya ve yazmaya çalışan yazar hariç.

(Gözlerini yavaşça açtı yazar. Elleri klavyeye uzandı. Ve tekrardan yazmaya koyuldu.)   

Ve gemimiz tekrardan hareket etti. Dünyanın etrafında dönmeye devam ediyoruz.

İyice yaklaşıyoruz dünyaya.

Her şeyi net seçmeye ve duymaya başlıyorum…

(Burada bıraktı. Beni önce nerede dolaştıracağına karar veremedi. Bir de diline vurulan kelepçe yazmasına engel oldu… Üç nokta koydu ve kapattı.)

Ve durdu gemimiz…

Bir karaltı görüyorum. İlerliyor. Hayır! Sürünüyor. Debeleniyor yerde. Emekliyor.

Bir çocuk mu yoksa? 

Bir çocuk!

Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında ne olduğu belirsiz bir yere, bir çadır galiba, varmaya çabalıyor.

Bir çocuk!

Bir beniâdem dışında her şeye benziyor. Bir ucubeye, apayrı bir yaratığa.

Çırılçıplak. Bir akbabayı andırıyor uzaktan.

Derisi, güneşte kızarmış gibi simsiyah.

Bir çift göz parlıyor o karaltının içinde.

Yalınayak. Kemiklerine adeta yapışmış derisi.

Kaburgaları sayılıyor tek tek. Avurtları çökmüş.

Gözleri yuvalarına kaçmış.

Kafası bir kuru kafa, bedenine göre kocaman…

Tırnakları kir pas içinde ve vahşi hayvan pençeleri gibi...

Takatten düşmüş. Nefes nefese kalmış.

Aç olduğu her halinden belli. Ve belli ki ekmek kokusu almış.

Kokunun geldiği yere doğru emekleye emekleye, ağır bir devinimle, ilerlemeye çabalıyor güçsüz bedeniyle.

Açlıktan sesi soluğu çıkmıyor.

Feryat edemiyor, çırpınamıyor, ağlayamıyor.

Ah, bir çocuk nasıl olur da ağlamaktan kesilir!

Ağla çocuk ağla, durmadan!

Ah, hangi yürek dayanır bu acıya!

Kim bilir senin bu ağlayamayışına kaç yürek ağlamış, yangın yerine dönmüştür.

Kim bilir kaç insan, sesin soluğun olmuş ve feryat etmiş, hawarlar yakmıştır.

Kim bilir kaç kişi, sana el ayak olup koşmak istemiştir yemek çadırına.

Şimdi ağla çocuğum ağla, durmadan!

Ağla gözbebeğim ağla!

Ağla yüreğim ağla!

Ağla çaresizim ağla!

Ağlamak daha ne zamana?

Ağla çocuğum ağla, durmadan!  

Ve az ötede onun ölmesini bekleyen bir akbaba.

Ölsün de kendisine yem olsun diye bekleyen bir canavar sanki.

Bakın! Bir kuş nasıl da canavara dönüşmüş.

Açlık böyle bir şey olsa gerek.

Pençeleriyle kaşıyor gagasını. Sanki çocuğun ölüsüne bileniyor.

O da neredeyse çocuk kadar aç. Gagası görünmese o da zenci bir çocuk sanılacak…

Hangisi açlıktan çırpınan zenci çocuk, hangisi akbaba belirsiz.

Kim av, kim avcı…  Çocuğa mı acımalı, akbabaya mı kızmalı...

Hayır, hayır avcı belli sanki. Hatta avını yuttu bile.

Bakın, az ötede bu kareyi dondurmak için deklanşöre basan biri var.

Kim bilir bu kareyi kaç dolara satacak. Ya da hangi ödülleri alacak.

Ve işte asıl canavara dönmüş varlık: insan!

İşte, arkasını dönüp oradan uzaklaşıyor. Hiçbir şey olmamış gibi.

Acaba deklanşöre basarken o çocukla göz göze geldi mi hiç?

Eğer gelmişse o masum gözler nasıl olur da o yüreği çak etmez.

Eğer çatlamadıysa o yürek, acaba taş mıdır?

Acaba taş olsa çatlamaz mıydı? Hangi taş dayanır buna?

Ne taşıyor göğüs kafesinin altında?

Be ey insan, senin kadar zalim bir varlık var mıdır bu evrende?

İnsan bu resme her bakışında binlerce el olup yağmak ister, tutup bağrına basmak ister, kucaklayıp taşımak ister mükellef sofralara o aç ve masum çocuğu…

İnsan lokmayı her ağzına alışında hatırlamak ister bu kareyi, lokmalar düğümlenmek ister o geniş boğazlarda, tıkanmak ister…

Ve işte burada, gözleri bilgisayar ekranına kilitlendi yazarın.

Dakikalarca öylece, inceden inceye baktı bu resme. Gerildi. Yüzü asıldı. Hüzne büründü.

Bir, çocuğa baktı; bir, akbabaya. Öyle uzun baktı ki, yazarın öylece donakaldığını zannettim.

Sonra yanaklarından peşi sıra yaşlar süzülmeye başladı.

İlk defa bu kadar ağlıyordu.

Ve başını kaldırıp yaşlı gözleriyle, “böyle bir dünyaya doğmak ister misin” anlamında baktı yüzüme.   

Devam edecek...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi