Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Bu şehri terketmek - 2

Bu şehri terketmek - 2

II

Yıllar önce gelmişti bu kente.

Henüz bir çocuktu, on yaşlarındaydı.

Küçük bir şehirdi burası, tenhaydı, ama gözüne o kadar büyük gelmişti ki, bir gün kaybolacağını sanıyordu…

Hiç sevmemişti bu kenti, yıldızı hiç barışmamıştı.

Köyü gözünde tütüyordu, dönmek istiyordu. Ama okuyordu.

Ailesi, ileride büyük adam olur düşüncesiyle yollamıştı buraya.

Çocuk kalbi bütün bunları nasıl kaldıracaktı!

Nasıl dayanacaktı buna?

(“Durun yapmayın, o daha bir çocuk” diyordu ötelerden biri)

Bu şehrin bozuk yollarını, kirli sokaklarını, çarpık yapılarını hiç sevmiyordu, çamurunu, çerini, çöpünü, tozunu, toprağını…

Bir sesle irkildi. Televizyon sesi. Ne seyredeceğini biliyordu. Ezberlemişti çünkü. Hakkâri-Van arası yolculuk yapan herkes bu filmi izlemek zorundaydı ve neredeyse tüm Hakkârililer zoraki izlemişti:

Recep İvedik! Otobüs yolculuklarının vazgeçilmezi!

Yine Recep İvedik’i koydular. Yine onun o kaba, o iğrenç söz ve hareketlerini izlemek zorunda kalacaktı.

Gözlerini kapattı. Kulaklarını tıkadı. Aslında seyretmek zorunda da değildi. Zaten o da onu yaptı.

Açtı kitabını ve okumaya koyuldu.

Şimdi ötelerde, çok ötelerdeydi…

III

Hayatının en mutlu günlerinden biriydi, dönüm noktasıydı. Çalışmıştı, gecesini gündüzüne katarak. Ve işte emeklerinin karşılığını aldığı gündü. Sınav sonuçlanmış, umduğu puanı almış ve en çok istediği bölüme girmeye hak kazanmıştı. Şimdi üniversite kapıları açılmıştı önünde. Hedeflerine biraz daha yaklaşmıştı. Bütün akrabaları ve arkadaşları yanındaydı. Sevincini paylaşmışlardı. Değil mi ki sevinçler paylaşıldıkça artar, acılar paylaşıldıkça azalırdı.

Bir anda durdu film. CD takıldı herhalde. Ola ki korsandı. O da “elektrik gitti” dedi yüksek sesle ve bu sesi duyan herkes güldü. Kahkahalar doldurdu içeriyi, kasvet dağıldı.

Otobüs kavisli yolları an be an aşıyordu. Daracık vadi her bir kilometrede gerilerde kalıyordu. Gerilerde kalan sadece yollar değildi ama:

Çocukluğu, ilk gençliği,

İlk göz ağrısı, başında esmiş sevda yelleri,

Yazın oturduğu ağacın gölgesi, cennet günleri,

Balkon sefası ve bakışmaları,

Gece yarısı ana caddede atılan uzun uzadıya voltaları,

Polis araçlarının sinsice yanlarına yaklaşıp kimlik sormaları,

Yaz geceleri yüzlerini yalayıp geçen serin yeli,

Ve daha birçok şeyi…

Petrolün karşısında üç musluktan akan, her geçişte kana kana su içtiği şadırvanı,

Bir aracın hızla yanlarından geçerken yüzlerine savurduğu tozları, çamurları,

Bir zamanların Enesukran’larını,

Yaz tatilinde mahalle camisinde açtıkları üniversiteye hazırlık kursunu,

IV

İvedik’in o iğrenç ve alabildiğine seviyesiz esprilerine artık kimse gülemez olmuştu. Yüreğinin derinliklerine inmişti kimi ve kimi de indirdiği koltuğunun bir köşesine kıvrılmış ve uyuyakalmıştı. Derin bir sessizlik hâkimdi şimdi içeriye.

Yanında eşi oturuyordu. Beride ise annesi ve kardeşleri…

Her biri derin bir hüzne gömülmüştü. Keder yayılmıştı yüzlerine.

Kederin ve hüznün girdabına boğulmuşlardı.



Ve geride gül bahçeleri,

Gülistanlar, Gülbinler, Gülşenler…

Geride,

Gülden arta kalan her şey,



(ve kasette “gitme gülüm” parçası… Gitme gülüm can dayanmaz, gitme gülüm sensiz olmaz, gitme gülüm şu gönlümden…)

Dudaklarında hafif bir mırıldanma:

Hoşça kal memleketim!

Hoşça kal yarım kalan düşlerim!

Hoşça kal yaralı yüreğim!

Hoşça kal!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi