Dağların tanıklığı: Hakkari’de Nastûrî hafızası ve Kürtlerle birlikte yaşamanın hikayesi
''Yeşu halka dedi ki: ‘İşte bu taş bize tanık olacak;
çünkü RAB’bin bize söylediği bütün sözleri işitti.
Size karşı tanık olsun diye burada duracak.'' Yeşu 24:27-Tevrat/Eski Ahit
Hakkari’nin sarp dağları, yüzyıllar boyunca Nasturîlerin sessiz düzenine ev sahipliği yaptı. Uzun yıllar boyunca Kürtlerle iyi komşuluk ilişkileri içinde olan Nasturîler, zamanla başlayan çatışmalar ve emperyalist devletlerin misyonerler aracılığıyla yürüttüğü çalışmaların etkisiyle bölgeyi sarsan savaşlarla karşı karşıya kaldı. Bu süreçte düzenleri yavaş yavaş çökmeye başladı ve Nasturîler, tarihin ağır yükü altında dağları terk etmek zorunda kaldı.
Bu yazı dizisinin üçüncü bölümünde, Nasturîlerin Hakkari Dağları’nda kurdukları toplumsal düzen ve göç etmelerine kadar Kürtlerle olan ilişkileri ele alınmaktadır. Mar Şemun Denha’nın 1662 yılında patriklik merkezini Diyarbakır’dan Hakkari'nin Koçanis Köyü’ne taşımasıyla başlayan süreç, Nasturîlerin Hakkari Dağları’ndan tamamen göç edişine kadar devam etti. Bu dönemde Bedirhan Bey’in seferleri, Simko Ağa’nın politik manevraları ve son Patrik Mar Şemun Benjamin döneminde Nasturîlerin direnişi ile hayatta kalma çabası; misyonerler aracılığıyla yürütülen çalışmalar, zorlu coğrafya ve sert siyasal koşullar gibi tarihsel gelişmeler ışığında, kaynaklardan yararlanılarak tarihsel anlatı biçiminde ele alınmıştır.

Önceki bölümlerde de belirttiğim gibi, Nasturî tarihinin Mezopotamya düzlüklerinden Hakkari Dağları'na uzanan serüveni, yalnızca bir mekân değişikliği değil; inanç, kimlik ve varoluş mücadelesinin coğrafyayla kurduğu derin ilişkinin hikâyesidir. Konstantinopolis’te bir teolojik tartışmayla başlayan ve yüzyıllar boyunca imparatorluk merkezlerinden uzaklaştırılan bu kadim cemaat, sonunda kendisini imparatorlukların sınırlarında, dağların sessizliğinde yeniden var etmiştir. Bu sessizlik, dış dünyadan kopuş değil; bilakis kendi düzenini, kendi hukukunu ve kendi hafızasını koruma çabasıdır.
17. yüzyıla gelindiğinde Katolik ve Ortodoks kiliselerinin Nasturîler üzerindeki artan baskıları, cemaatin içinde derin yarılmalar doğurmuştu. Bir kısım Nasturî, Katolik mezhebine geçerek Keldanî adını almış ve Gregoryen Ermeni Kilisesi’ne bağlanmıştı. Ancak Nastur’un öğretilerinden vazgeçmeyenler, ruhani ve dünyevi liderleri Mar Şemun Denha öncülüğünde 1662 yılında yeniden örgütlenerek patriklik merkezini Diyarbakır’dan Osmanlı toprağı olan Hakkari’nin Koçanıs Köyü’ne taşıma kararı aldılar.
Bu tercih rastlantısal değildi. Nasturîler 4. yy’dan itibaren Hakkari coğrafyasında mevcuttu ve bu dağlık alan onlar için yalnızca bir sığınak değil, aynı zamanda doğal bir savunma hattıydı. Ulaşımın dar patikalarla sağlandığı, vadilerin derin ve geçitlerin sınırlı olduğu bu coğrafya, Nasturî toplumuna yarı özerk bir yaşam alanı sunuyordu. Koçanıs Köyü’nün yalnızca Berçelan Yaylası eteklerinden ulaşılabilen konumu, patriklik merkezini adeta doğal bir kale hâline getirmişti. Bölge halkı arasında “yerini bilmeyenin Koçanıs’ı bulamayacağı” yönündeki anlatılar, bu coğrafi kapalılığın hafızalardaki izdüşümüdür.
Mar Şemun Denha’nın Koçanıs’ta Mar Şalita Kilisesi’ni inşa ettirmesiyle Nasturî Patrikhanesi 17. yüzyıldan 1924 yılına kadar buradan yönetildi. Bu uzun dönem boyunca Nasturîler, Kürt, Ermeni ve Yahudi topluluklarıyla birlikte yaklaşık 1600 yıl boyunca aynı coğrafyayı paylaşarak yaşadılar.
Hakkari Dağları’nı yalnızca bir dağ olarak okumak, bu coğrafyayı hiç anlamamaktır. Dağlar; aşiret yollarını, köy sınırlarını, kiliselerin birbirine uzanan bağını ve patrikliğin sesinin ne kadar uzağa gidebildiğini belirleyen ve ayakta tutan bir omurgaydı. Yüzyıllar boyunca bu omurgayı, bu dağlarda yaşayan Kürtler, Ermeniler ve Nasturîler birlikte, bir denge içinde ayakta tutmaya çalıştılar. Ta ki 19. yüzyılın ortasında, dağın insanları olmayan insanların bu dağlara gelmesiyle, dağların içindeki eski düzen bir daha toparlanamayacak biçimde kırılana kadar.
Kürtler ve Nasturîler: Dağlarda kurulan kırılgan denge
Hakkari, Osmanlı hâkimiyetinden önce mirlik sistemiyle Kürt beyleri tarafından yönetiliyordu. Çaldıran Savaşı’nda Osmanlı’ya asker gönderen Hakkari mirleri, imparatorlukla pragmatik bir ilişki kurmuştu. 1548’de Hakkari’nin tamamen Osmanlı topraklarına katılmasıyla bu mirler, iç işlerinde büyük ölçüde serbest bırakılmış; savaş zamanlarında asker vermek ve vergi göndermekle yükümlü kılınmışlardı. Ancak Hakkari’de yalnızca Kürtler yaşamıyordu. Kürtlerle birlikte Yahudiler, Ermeniler ve Nasturîler de bu coğrafyada yaşıyordu. Dağlarda yaşayan bu halklar, Kürt mirlerine vergi verir ve genellikle ticaret ile zanaatla uğraşırlardı.
Bu düzen içinde Kürt aşiretleriyle Nasturî aşiretleri arasında süreklilik arz eden bir gerilim vardı. Bu gerilimin temelinde mezhepsel ya da etnik farklardan ziyade mera, yaylak ve hayvancılık ekonomisi yatıyordu. Özellikle bölgenin en kalabalık ve savaşçı Nasturî topluluğu olan Tiyari Aşireti, sınırlı mera alanları nedeniyle sürülerini sık sık Kürt bölgelerine sokuyor; bu durum iki taraf arasında kan davalarına varan çatışmalara yol açıyordu.
Hakkari Dağları arasında, Zap Vadisi boyunca uzanan Tiyari, Diz, Baz ve Tal köyleri, yüzyıllar boyunca Kürt aşiretleriyle Nasturî köylerinin iç içe geçtiği bir hayatın parçasıydı. Bu hayat ne romantikti ne de tamamen barışçıldı. Ama dengeliydi. Dağlar insanları birbirine mecbur bırakır; bu mecburiyet, çatışmadan çok uzlaşı üretirdi. Yazılı bir hukuk yoktu. Ama herkesin bildiği bir dağ hukuku vardı: köye dokunulmazlık, ibadethaneye saygı, geçiş yollarının paylaşımı, verilen zararın tazminle giderilmesi. Bir koyun kaybolduğunda, bir tarla zarar gördüğünde ya da bir patika kapatıldığında mesele dinle ya da kimlikle değil; hayatla ilgiliydi. Aşiret reisleri, Nasturî melikleri ve din adamları devreye girer, mesele çoğu zaman büyümeden bastırılırdı.
Bütün bu yaşanan sürtüşmelere rağmen, 19. yüzyıla kadar incelenen tarihî kayıtlara; Osmanlı Devleti’nin eyalet yöneticilerinin tuttuğu belgelere, Kürt mirlerinin kayıtlarına ve misyoner kaynaklarına bakıldığında, Kürtler ile Nasturîler arasında mutlak ve süreklilik arz eden bir düşmanlıktan söz etmek mümkün değildir. Aynı coğrafyada yüzyıllar boyunca birlikte yaşamanın ürettiği bu kırılgan denge, çoğu zaman aşiret büyüklerinin araya girmesiyle korunmuştur. Nitekim Rus subayı ve tarihçi Basile Nikitin, bazı köylerde kilise ile caminin yan yana bulunduğunu, bayram ve kutsal günlerde karşılıklı ziyaretlerin yapıldığını aktarır. Bu durum, söz konusu halklar arasında tarihsel ya da kronik bir düşmanlığın bulunmadığını; aksine birbirlerinin kültürel ve inançsal değerlerine saygı gösteren, iyi komşuluk ilişkileri içinde yüzyıllar boyunca birlikte yaşanmış bir hayatın varlığını ortaya koymaktadır.
Hakkari Dağları, tarih boyunca sadece coğrafi bir engel değil; aynı zamanda medeniyetlerin sınandığı, kimliklerin biçimlendiği ve ittifaklarla çatışmaların bir arada yaşandığı bir tarih sahnesi oldu. Bu vadilerde Kürtler ile Nasturîler, asırlarca birlikte yaşamanın toplumsal alışkanlıklarını geliştirdi. Ticaret yolları, göç yolları, ortak savunma gereksinimleri ve sosyal etkileşimler; bu iki toplum arasında esnek, kimi zaman güvene dayalı ilişkiler kurulmasına yol açtı. Arşiv kayıtları, 19. yüzyılın başlarına kadar Kürtlerle Nasturîler arasındaki ilişkilerin barışçıl ve karşılıklı fayda ekseninde sürdüğünü göstermektedir. Buna tarihçiler bazen “Müslüman–Hıristiyan konfederasyonu” tanımını kullanarak dikkat çekerler yazdıkları raporlarında.
19. yüzyılda bütün dünyada baş gösteren milliyetçi ve ulusalcı düşünce hareketleri Osmanlı devletinin çok milletli yapısı için büyük tehdiler oluşturmaya başladığı bu dönemde, birde misyonerler aracılığıyla devletin en ücra köşelerine ulaştırılmaya başlanmıştı. Tam bu dönemde misyonerlerin bu din ve misyonerlik faaliyetleri ile ulusalcı düşünceler Hakkâri Dağları’nda da yankılanmaya başladı. Ülke genelinde başlayan bu düşüncelere Osmanlı Devleti, ülke genelinde yaşayan azınlıklar için bir dizi girişimde bulunmuştu.
Bunlara ek olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat reformlarıyla birlikte süreç yeni bir yönelim kazandı. Osmanlı’nın merkezî otoritesini güçlü bir biçimde uygulama hedefi, kırsal bölgelerde yaşayan toplulukların geleneksel güç dengelerini sarstı. Hakkari’de yaşayan Nasturîler, Batılı misyonerlerin sağladığı eğitim ve diplomatik destekle kendi kimlik ve otoritelerini güçlendirdiklerini düşündükçe, Kürt emirlik sistemiyle ilişkilerde yeni gerilimler ortaya çıktı. Tanzimat Fermanı sonrası gayrimüslim tebaaya verilen haklar ve misyoner faaliyetleri, Nasturîlerin bağlı oldukları yerel Kürt liderlerine karşı daha bağımsız bir duruş benimsemelerine yol açtı; bu durum sosyal ilişkileri büyük ölçüde dönüştürdü.
Hakkari Dağları'nda kırılma: Birlikte yaşamdan çözülmeye
Hakkari Dağları ve Zap Vadisi, Kürtlerle Nasturîler arasında yüzyıllar boyunca kurulmuş kırılgan bir birlikte yaşam düzeninin mekânıydı. Büyük Zap ve Küçük Zap boyunca uzanan köyler, her iki topluluk için hem geçim alanı hem de doğal bir savunma hattıydı. Dağların sertliği, insanları zorunlu bir yakınlığa mahkûm etmiş; bu yakınlık, çatışmadan çok dengeye dayalı bir ilişki biçimi üretmişti.
Bu denge, büyük siyasal ittifaklardan değil, gündelik hayatın içinden doğan pratik uzlaşımlardan besleniyordu. Kürt aşiretleri ile Nasturî köyleri, yazılı olmayan ama herkesin bildiği bir dağ hukuku içinde birbirlerinin varlığını kabullenerek yaşamayı öğrenmişti.
Dağ hayatının olağan sürtüşmeleri vardı. Örneğin Hakkari Dağları’nda uzun süre yaşananlar dini ya da etnik çatışmalar değildir. Yayla sınırları, su kaynakları, sürülerin ekili alanlara zarar vermesi, köprü ve geçitlerin kontrolü gibi meseleler, dağ ekonomisinin kaçınılmaz gerilimleridir.
William Ainsworth, 1840’ta Zap havzasını gezerken şu notu düşer:
“Buradaki anlaşmazlıklar çoğu zaman bir koyun, bir patika ya da bir su kaynağı üzerinedir; inançtan değil, hayattan doğar.”
Anlaşılacağı üzere çatışmalar uzun süre büyük savaşlar şeklinde değil; küçük ve gündelik sürtüşmeler olarak ortaya çıktı. Yaylak ve kışlak sınırları, su kaynakları, sürülerin ekili alanlara verdiği zarar, geçiş yolları ve köprülerin kontrolü… Bunların hiçbiri dinî ya da etnik meseleler değildi. Bunlar, dağ ekonomisinin kaçınılmaz gerilimleriydi. Bir koyunun kaybolması ya da bir tarlanın zarar görmesi, haftalar süren husumetlere yol açabiliyordu. Ancak bu anlaşmazlıklar çoğu zaman aşiret reisleri, Nasturî melikleri ya da din adamları aracılığıyla çözülebiliyordu. Yazılı bir hukuk yoktu; ama işleyen bir düzen ve bir denge vardı.
Birbirleriyle iyi komşuluk ilişkileri kuran, dilleri farklı, inançları farklı ama kalpleri ve ruhları dağın ritmiyle birlikte şekillenen bu dağ kabileleri, 19. yüzyılda dünyada başlayan ulusal bilinç ve emperyalist devletlerin kanlı oyunlarıyla birlikte, iki kardeş dağ halkının birbirine düşman edilmeye başlandığı bir sürece sürüklendi.
Misyonerlerin gelişi ve dengenin bozulması
19. yüzyılda Hakkari Dağları’nda misyonerlerin görünür hâle gelmesi, dağlardaki yerleşik dengenin bozulduğu temel kırılma noktalarından biri oldu. Osmanlı Devleti’nin merkezî otoritesinin zayıflaması, Kürt beylerinin giderek daha bağımsız ve denetimsiz hareket etmeye başlaması ve hepsinden önemlisi Batılı misyonerlerin bölgeye yoğun biçimde girişi, Kürt–Nasturî ilişkilerinin seyrini köklü ve geri dönülmez biçimde değiştirdi.
Daha önceki bölümde, Hakkari Dağları’ndaki yabancı devletlerin misyonerler aracılığıyla yürüttüğü çalışmaları detaylı şekilde anlatmıştım. Bu Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Rus misyonerler, kendi ülkelerinin çıkarları doğrultusunda Osmanlı’nın zayıflayan yapısını fırsat bilerek bölgede yoğun faaliyet yürüttü. Bu misyonerlerin en dikkat çekici ismi Amerikalı misyoner Dr. Asahel Grant idi. Grant, 1835’ten itibaren Hakkâri’de uzun süre kalarak Nasturî köylerini dolaştı, Aşuta’da bir misyoner okulu kurdu. Ancak bu okul, Nasturîler için bir koruma değil, felaketin başlangıcı oldu. Aynı dönemlerde Hakkari'ye gelen İngiliz gezgin Austen Henry Layard, Aşuta’daki bu yapının Kürt aşiretlerinde “yabancıların kale kurduğu” şüphesini doğurduğunu açıkça belirtir. Misyoner faaliyetleri, Nasturîlere bağımsızlık hayalleri aşılıyor; Kürtler nezdinde ise kuşku ve tehdit algısını derinleştiriyordu.
Hatta bu dönemde Nasturî patrikliği yalnızca ruhani bir makam değildir; aynı zamanda siyasal bir aktördür. Mar Şemun Abraham (1820–1861), Zap Seferleri döneminin patriğidir. Kürt beylerinden bağımsız hareket etmeye çalışmış, İstanbul’la ve misyonerlerle doğrudan ilişki kurmuştur. Patriklik, bu dönemde ilk kez uluslararası bir dil kullanmaya başlamış; zulüm, hak ihlali ve koruma talepleri üzerinden meşruiyet aramıştır. George Percy Badger bu durumu şöyle özetler: “Patrik, artık yalnız dağlara değil, Avrupa’ya da seslenmektedir.”
Patriğin bu girişimleri, Kürt beyleri açısından kabul edilemez bir kırılmadır diye belirtmiştir notlarında.
Nurullah Bey, Mir Bedirhan Bey ve Zap Vadisi’nde kırılma
Bu çözülme sürecinin kilit figürlerinden biri Hakkari Beyi Nurullah Bey’dir. Nurullah Bey, klasik bir aşiret lideri olmaktan ziyade Osmanlı merkezi otoritesiyle doğrudan temas kuran ve gücünü devlet adına tahkim etmeye çalışan bir aktördü. Bu yönüyle, dağ hukukuna dayalı eski düzenin değil, merkezileşen siyasal anlayışın temsilcisiydi.
Nastûrîlerin Tiyari ve Baz bölgelerinde sürdürdüğü yarı bağımsız yapı, Nurullah Bey açısından yalnızca bir vergi ya da asayiş sorunu değildi. Patriklik etrafında örgütlenen, silahlı gücünü koruyan ve dış dünyayla temas kuran bu yapı, Hakkari’de kurulmak istenen yeni hiyerarşiye açık bir meydan okumaydı.
Patriklik, İstanbul ve Meşruiyet Mücadelesi Patrik Mar Şemun Abraham’ın, Kürt beylerinden bağımsız biçimde doğrudan İstanbul’la ve yabancı aktörlerle temas kurması, yerel dengeleri daha da gerdi. Bu yaşanan gelişmelerden sonra Zap Vadisi kısa sürede karşılıklı şikâyetlerin taşındığı bir meşruiyet alanına dönüştü. Nurullah Bey, Nastûrîleri “itaat etmeyen, silahlı bir cemaat” olarak merkeze sunarken; patriklik Kürt beylerini keyfî baskı ve zorbalıkla suçluyordu. Bu dil, yerel çözüm ihtimalini ortadan kaldırdı.
Osmanlı Devleti bu süreçte açık bir taraf tutmadı; deyim yerindeyse “hesaplı bir tutum” siyaseti izledi. Kürt beylerini asayişin garantörü olarak desteklerken, Nastûrîleri Ehl-i Kitap statüsü içinde koruduğunu ilan etti. Ancak bu ikircikli tutum, sahada bir denge üretmekten ziyade belirsizliği derinleştirdi. Kürt beyleri bu politikayı örtük bir destek olarak algılarken, Nastûrîler giderek İstanbul’a, Avrupa konsolosluklarına ve misyoner çevrelerine yöneldi. Böyle bir siyasal atmosferde, uzun yıllar boyunca ayakta kalabilmiş olan yerel uzlaşma zemini zamanla çöktü.
Mir Bedirhan Bey Öncesi: Merkezî Otorite, Nurullah Bey ve gerilimlerin başlangıcı
Hakkari’nin güçlü Kürt emirlerinden biri olan Nurullah Bey, 19. yüzyılın ortalarında hem Osmanlı Devleti’ne hem de yerel aşiretler arasındaki idari bağı güçlendirme çabalarına odaklanmıştı. Ancak Osmanlı’nın merkezileştirme siyaseti, beyliklerin bağımsızlığını azaltırken yerel liderler arasında iç çekişmeleri de tetikledi. Bu süreçte Nurullah Bey ile yeğeni Süleyman Bey arasındaki nüfuz mücadelesi, örneğin Nastûrî liderliğiyle de siyasî meselelerin farklılaşmasına yol açtı. Bazı kaynaklar, bu çekişmenin Nastûrî örgüt lideri Mar Şemun Abraham'ın Süleyman Bey’den yana tavır almasından sonra çatışmanın daha da büyüdüğünü belirtir; bu da Nastûrîlere yönelik askeri harekatların fitilini ateşledi.
Bu ortamda sahneye çıkan en güçlü aktör Cizre Beyi Mir Bedirhan Bey oldu. Osmanlı sarayında eğitim görmüş, Nizip Savaşı sonrası oluşan güç boşluğunu lehine çevirmişti. Mir Bedirhan Bey’in amacı yalnızca Nasturîleri cezalandırmak değil; bölgedeki tüm vergi ve askerî gücü kendi otoritesi altında toplamaktı. Hakkari Miri Nurullah Bey ile Nasturîler arasındaki vergi meselesi ve Tiyari Nasturîlerinin Kürt köylerine saldırıları, çatışmayı tetikledi.
19. yüzyılın 1840’lı yılları, bir yandan Osmanlı merkezî otoritesini yeniden tesis etme çabalarını, diğer yandan yerel güç yapılarının kırılgan dengelerini yansıtan bir dönemeçti. Hakkari’de yaşayan Nasturî topluluklarının özerklik arayışı, vergi ve itaat sorumluluklarını gevşetmesiyle Kürt emirleri arasında gerginlikler doğurdu. Batılı misyonerlerin özellikle eğitim ve dinî kurumlarda etkin olmaya başlaması, Nasturîlerin Batı’nın desteğini arayışıyla ilişkilendirildi ve bu durum Kürt liderlerde tepkiyle karşılandı.
Mir Bedirhan Bey ve Nasturî seferleri (1843–1847): Zap Vadisi’nde çözülen düzen
19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi otoritesinin zayıflaması, Doğu Anadolu’da yerel güçlerin hareket alanını genişletmişti. Botan Emirliği’nin lideri Mir Bedirhan Bey (1803–1869), bu ortamda Kürt aşiretlerini tek bir siyasal hâkimiyet altında birleştirme ve bölgesel özerkliği koruma hedefiyle öne çıktı. Bu hedef, Hakkari dağlarında yüzyıllardır yarı özerk bir düzen içinde yaşayan Nasturî topluluklarla kaçınılmaz bir gerilim doğurdu.

Nasturîler, kendi patriği etrafında örgütlenmiş, dağlık coğrafyanın sağladığı koruma sayesinde iç işlerinde bağımsız bir yapı sürdürüyordu. Ancak 19. yüzyılda İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin bölgedeki faaliyetleri, Nasturîleri yalnızca dinî değil, aynı zamanda uluslararası siyasetin de bir unsuru hâline getirdi. Bu durum, Mir Bedirhan Bey tarafından dış müdahalelere açık ve bölgesel hâkimiyet projesini tehdit eden bir unsur olarak algılandı.
İlk aşamada Nasturîleri vergiye bağlama ve siyasal itaate zorlama girişimleri sonuçsuz kalınca, karşılıklı güvensizlik hızla derinleşti.
Gerilimi silahlı çatışmaya dönüştüren süreçte Hakkari Miri Nurullah Bey belirleyici oldu. Nasturîlerin Osmanlı adına ödemeleri gereken vergileri vermemesi ve Patrik Mar Şemun Abraham’ın bazı Nasturî aşiretlerine Kürt köylerine saldırı izni verdiği iddiaları, ilişkileri kopma noktasına taşıdı. 1841 yılında Nurullah Bey’in Nasturîlerin dini merkezi olan Koçanıs Köyü’nü yakıp yıkması, çatışmanın geri dönülmez bir evreye girmesine yol açtı. Bunun ardından Tiyari bölgesindeki Nasturîlerin, Mir Bedirhan Bey’e bağlı bir köye saldırarak elli seyidi öldürmesi ve camiyi kiliseye çevirmesi, savaşın artık açık biçimde başladığını gösterdi.

Nurullah Bey’in Nasturîler karşısında başarısız olması üzerine Bedirhan Bey, meseleyi doğrudan ele aldı ve 1843 yılında Hakkari’deki Nasturî yerleşimlerine yönelik ilk büyük askerî seferi başlattı. Bu ilk seferde Osmanlı merkezi otoritesi doğrudan müdahil olmadı; ancak yerel düzeyde diplomatik baskılar belirginleşti. İngiliz ve Fransız misyoner raporları, yaşananları “daha önce eşi görülmemiş bir vahşet” olarak nitelendirerek Osmanlı Devleti’ni tepki göstermeye zorladı. Batı kamuoyunda Hıristiyan toplulukların korunması söylemi giderek güç kazanıyordu. Amerikalı misyoner Asahel Grant’in tanıklığı, yıkımın boyutunu çarpıcı biçimde yansıtır: “Zap’ın iki yakasında köyler alevler içindeydi. Kiliseler yıkılmış, el yazmaları yakılmıştı. Dağlar sessizdi; ama bu sessizlik bir halkın çöküşünü haykırıyordu” diye belirtmiştir notlarında.
1843 Zap Seferinde Tiyari başta olmak üzere birçok Nasturî köyü hedef alındı; Kürt kuvvetleri Dız bölgesinden Koçanıs’a ilerledi. Köyler yakıldı, hayvan sürülerine ve silahlara el konuldu. Patrik Mar Şemun Abraham Musul’a kaçarken, Nasturîlerin bir kısmı İran sınırına sığındı; geride kalanlar cizye ve vergi karşılığında Mir Bedirhan Bey’in hâkimiyetini kabul etti. Ancak bu noktada önemli bir husus gözden kaçırılmamalıdır: Bu seferlere tüm Kürt aşiretleri katılmamış, bazı aşiretler Nasturîleri gizlice koruyarak İran’a geçmelerine yardım etmiştir. Bu durum, çatışmanın etnik değil; belirgin biçimde siyasal ve güç odaklı bir karakter taşıdığını ortaya koyar.
1843 Zap Seferi, Mir Bedirhan Bey’e askeri üstünlük sağlasa da Nasturî meselesini kalıcı biçimde çözmedi. Hayatta kalan Nasturîler Musul ve İran hattında yeniden toparlanırken, misyonerler ve konsolosluklar aracılığıyla yaşananlar Avrupa kamuoyuna taşındı. Böylece mesele, yerel bir çatışma olmaktan çıkıp uluslararası bir sorun hâline gelmeye başladı.
1845–1846 döneminde Bedirhan Bey, müttefik aşiretlerle birlikte ikinci ve daha kapsamlı bir sefer başlattı. Bu kez hedef yalnızca belirli köyler değil; Nasturîlerin Hakkari’deki askerî ve toplumsal varlığın tümüydü. Su kaynakları, geçitler ve stratejik yerleşimler hedef alındı. Birçok köy boşaldı, göçler başladı ve Nasturî nüfus ağır kayıplar verdi. Layard’ın aktardığına göre bu seferlerde binlerce Nasturî öldürüldü; sağ kalanlar İran’a ve Musul çevresine sığındı. Zap Vadisi, giderek bir yaşam alanı olmaktan çıkıp kaybın mekânına dönüştü.
Bu sert müdahaleler Osmanlı Devleti’ni de zor durumda bıraktı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın artan baskıları karşısında Osmanlı yönetimi, durumu kendi lehine çevirme ihtiyacı hissetti. 1847 yılında Van Valisi ve Musul Paşası komutasındaki Osmanlı birlikleri Botan üzerine yürüdü. Bedirhan Bey kuşatılarak yakalandı; ailesiyle birlikte Girit’e sürgün edildi ve Botan Emirliği tasfiye edildi. Böylece Tanzimat’ın doğu eyaletlerinde merkezileşme stratejisi fiili hakimiyetle sonuçlandı.
Bu gelişmeler yalnızca bir yerel lidere karşı yürütülen askerî operasyonlar değil; Osmanlı’nın yerel güçleri merkezi otoriteye bağlama politikasının somut bir uygulamasıydı. Hakkari’deki yönetim yapısı merkezi bürokrasiye bağlandı, yerel emirlerin siyasal rolü büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.
Zap seferleri ve dönemin şartları içinde bir çöküş
1841’de Koçanıs’ın yakılmasıyla başlayan ve 1843 ile 1846–1847 seferleriyle Zap Vadisi’nde kitlesel yıkıma dönüşen bu süreç, bugünün kimlikleri ve ahlâkî ölçütleriyle okunamaz. Dönemin kaynakları incelendiğinde, ulusal bilinçle hareket edilen bir mücadeleden ziyade, bölgesel güç, otorite ve hayatta kalma mücadelesinin belirleyici olduğu görülür. Bu seferler ne yalnızca Nasturîlerin yenilgisi ne de Kürtlerin zaferidir.
Nasturîler tarihsel yurtlarını ve siyasal örgütlenmelerini kaybetti; patriklik askerî ve siyasî etkisini yitirdi, topluluk Urmiye, Musul ve Ninova çevresine savruldu. Kürtler ise dağ hukukuna dayalı yarı özerk alanlarını ve yerel siyasal inisiyatiflerini büyük ölçüde kaybetti. Osmanlı Devleti kısa vadede düzen sağladı; uzun vadede ise dağların iç dinamiklerini çözen bir merkezîleşme sürecini başlattı.
Sonuç olarak çöken yalnızca bir düzen değil, yüzyıllar boyunca çatışma ve uzlaşma arasında kurulmuş kırılgan bir birlikte yaşama ihtimaliydi. Zap Vadisi artık bir yurt olmaktan çıkmış, acı bir hafızanın ve kaybın coğrafyasına dönüşmüştü.

İsmail Ağa (Simko Şikakî) ile Mar Şemun Benyamin: Dağlarda güvenin çöktüğü an
Bu bölüme geçmeden önce, kaleme alınan metnin niyetini açıkça belirtmek gerekir. İsmail Ağa (Simko Şikakî) ile Mar Şemun Benjamin arasında yaşananlar, ne bir tarafı aklamak ne de diğerini mahkum etmek amacıyla ele alınmıştır. Bu anlatının amacı ahlâkî hüküm dağıtmak değil; Hakkari Dağları’nda yaşanan tarihsel bir kırılmanın nasıl ortaya çıktığını, hangi korkuların hangi sessizlikleri doğurduğunu ve birlikte yaşama imkânının neden çözüldüğünü anlamaya çalışmaktır.
Bu nedenle metinde bilinçli bir şekilde herhangi tarafı tutmamakla beraber; ne bir fail, ne bir maktul, ne de bir kahraman yaratılmıştır ve yaratılmayacaktır. Ancak tarafsızlık, yaşananları önemsizleştirmek ya da birbirine eşitlemek anlamına da gelmez. Aksine bu tutum, Kürt ve Nasturî hafızalarının her birini kendi iç bütünlüğü, acısı ve çelişkileriyle ciddiye almayı; olayları bugünün değerleriyle değil, yaşandıkları dönemin siyasal konjonktürü ve toplumsal dinamikleri içinde değerlendirmeyi gerekli kılar.

Bu metin iki hafızayı karşı karşıya getirmez; aynı tarihsel kırılmanın farklı yüzleri olarak yan yana koyar. Burada bir suçlu ilan edilmez, masumiyet de dağıtılmaz. Okurdan beklenen bir hükme varmak değil; bu çözülmenin ağırlığıyla, sessiz bıraktığı boşluklarla ve geride bıraktığı kırık hafızalarla yüzleşmektir.
Konstantinopolis’teki teolojik ayrışmalardan Hakkari Dağları'ndaki kapalı ve kırılgan düzene uzanan Nasturî tarihi, yüzyıllar boyunca hayatta kalmayı başarmış bir denge hikâyesiydi. Bu denge, çoğu zaman devletlerden uzak, dağların ahlakına ve sözün bağlayıcılığına yaslanıyordu. Patriklik kurumu, yalnızca dini bir merkez değil; toplumsal düzenin, arabuluculuğun ve güven ilişkilerinin taşıyıcısıydı. Ancak 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı, bu sessiz düzenin artık taşınamaz hâle geldiği tarihsel bir eşiği temsil ediyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü, İran sınır hattındaki belirsizlikler ve emperyal güçlerin bölgeye artan ilgisi, Nasturîleri ilk kez bu ölçekte dış aktörlere bağımlı kıldı. Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin raporlarında sıkça vurgulanan “korunmasız Hristiyan cemaat” imgesi, Nasturîlerin uluslararası siyasetin bir nesnesi hâline gelmesine yol açtı. Silah, koruma ve gelecek vaadi; birlikte yaşama pratiğinin yerini yavaş yavaş askerî hesaplara bıraktı. Bu süreçte misyoner William Shedd’in Urmiye raporlarında belirttiği gibi, Nasturî toplumu “diplomasi ile hayatta kalma arasında sıkışmış” bir konuma sürüklendi.
Birinci Dünya Savaşı’nın son evresi, Hakkari ve Urmiye hattında yalnızca cephelerin değil, yüzyıllardır işleyen yerel dengelerin de çözüldüğü bir zaman dilimiydi. Osmanlı otoritesinin ortadan kalkması, Rus ordusunun ani boşluklar bırakması ve İngilizlerin bölgeye dönük stratejik hesapları, dağların içinde yaşayan halkları kendi başlarına bırakmış gibi görünse de aslında onları çok daha büyük bir belirsizliğin içine çekmişti. Bu belirsizlik ve kaos ortamında hem Kürt aşiretleri hem de Nasturî toplumu için “eski düzen” artık geri dönülmez biçimde sarsılmıştı.
Nasturîler açısından bu dönemin merkezinde, 1887 doğumlu genç patrik Mar Şemun Benjamin yer alıyordu. Henüz otuzlu yaşlarının başında olan Patrik, yalnızca bir ruhani lider değil; aynı zamanda halkının siyasî temsilcisi, dış güçlerle kurulan ilişkilerin meşruiyet kaynağı ve dağlardaki Nasturî düzeninin son tutkalıydı. Amerikan ve İngiliz misyoner raporlarında Mar Şemun, “politik olmak zorunda bırakılmış bir din adamı” olarak betimlenir. William A. Shedd, Urmiye’de tuttuğu notlarda onun “dini bir makamdan çok, bir halkın hayatta kalma çabasının taşıyıcısı” hâline geldiğini yazar.

İsmail Ağa (Simko Şikak) ise bu tabloda tamamen farklı bir yerden duruyordu. İran Azerbaycanı’nda Şikak aşiretinin lideri olan Simko, merkezi otoritelerin zayıflığını fırsata çevirerek kendi hakimiyet alanını kurmaya çalışan, sert ve pragmatik bir figürdü. Ne Osmanlı’ya ne İran’a ne de Batılı güçlere tam anlamıyla tabi oldu. Gerekli gördüğünde hepsiyle temas kurdu, bazen de hepsine mesafe koydu. Kürt sözlü anlatılarında Simko, “zamanın sertliğinde sertleşmiş” bir lider olarak tasvir edilir. Bu anlatılarda onun eylemleri, ahlaki bir çerçeveden çok hayatta kalma ve güç dengesi üzerinden açıklanır.
Simko Ağa ile Mar Şemun Benjamin arasındaki ilişki, başından itibaren güven üzerine değil; karşılıklı ihtiyat ve zorunluluk üzerine kuruluydu. Nasturîler için Simko, bölgede hesaba katılması gereken güçlü bir aktördü. Simko için ise Mar Şemun, dış güçlerle temas kurabilen, silahlı bir topluluğun manevi lideri ve potansiyel bir tehditti. Bu karşılıklı temkin, zamanla yerini açık bir güvensizliğe bıraktı. Özellikle Nasturî milislerinin Rus silahlarıyla güçlenmesi ve Urmiye çevresinde etkinliklerini artırması, Kürt aşiretleri arasında kuşatılma hissini derinleştirdi.
1918 yılının başlarında Simko’nun Mar Şemun’u bir görüşmeye davet etmesi, bu gerilimli ilişkinin kritik kırılma noktası oldu. Görünürde amaç, karşılıklı saldırıları durdurmak ve bir tür denge kurmaktı. Nasturî hafızasında bu davet, savaşın ortasında bile barış ihtimalinin tamamen tükenmediğine dair bir işaret olarak hatırlanır. Mar Şemun Benjamin'in bu daveti kabul etmesi, çoğu Nasturî anlatısında saf bir siyasî hamle olarak değil; dağlarda sözün hâlâ bağlayıcı olduğuna duyulan inancın sonucu olarak yorumlanır.
Ancak görüşme bir müzakereye değil, bir tuzağa dönüştü. Urmiye yakınlarında gerçekleşen buluşmada Mar Şemun Benjamin ve beraberindeki heyet silahlı saldırıya uğradı; Patrik ve çok sayıda koruması öldürüldü. Bu olay, Nasturî dünyasında yalnızca bir liderin kaybı değil; patriklik etrafında örülmüş bütün bir düzenin çöküşü olarak algılandı. Amerikan misyoneri Mary Lewis Shedd, yaşananları “Nasturî toplumunun bilinçli biçimde başsız bırakılması” olarak tanımlar.
Kürt hafızasında ise bu olay farklı bir dilde yer alır. Simko’nun bu eylemi çoğu zaman “ihanet” olarak adlandırılmaz. Bunun yerine “ön alma”, “tehdit algısı” ve “zamanın sertliği” gibi ifadeler dolaşıma girer. Bu sessizlik, bir inkâr değil; savunulması zor bir eylemle kurulan mesafenin ifadesidir. Olan biten, Kürt anlatılarında bile rahatça sahiplenilen bir hikâye değildir.
Burada belirleyici olan, iki tarafın aynı olayı tamamen farklı korkular üzerinden hatırlamasıdır. Nasturî hafızasında güvenin öldürüldüğü an merkezdedir; Kürt hafızasında ise kuşatılma ve yok edilme ihtimali. Bu iki hafıza yan yana geldiğinde ortak bir hakikat üretmez; yalnızca derin bir boşluk açar. Ve tam da bu boşlukta, birlikte yaşamanın dili çözülmeye başlar ve yok olmaya başladı.

Ağa Petros ve Cerah (Çarah) Savaşı: İntikam mı, hayatta kalma mı?
Mar Şemun Benjamin’in öldürülmesi, Nasturî toplumu için bir son değil; kısa süreli ama son derece sert bir direniş döneminin başlangıcı oldu. Bu direnişin merkezinde, askeri tecrübesi ve disiplinli yapısıyla öne çıkan Ağa Petros yer aldı. Osmanlı ordusunda eğitim görmüş, savaş pratiğini bilen Petros, Nasturî milislerini dağınık savunma birliklerinden düzenli bir askerî güce dönüştürmeye çalıştı.
Nasturî anlatılarında Ağa Petros, Patrik’in ölümünden sonra ortaya çıkan boşluğu doldurmaya çalışan zorunlu bir liderdir. Onun savaşı bir fetih ya da intikam savaşı değil; yok oluşa karşı verilen son dirençtir. Petros’un hatıratında sıkça geçen “geri çekilmenin mümkün olmadığı” vurgusu, bu ruh hâlini yansıtır. Ona göre artık mesele toprak değil, hayatta kalmaktı.
1918 Mart’ında yaşanan Cerah (Çarah) Savaşı, bu direnişin en somut ve en kanlı örneğidir. Nasturî kuvvetleri, Simko’nun kontrolünde olan Cerah Kalesi’ne saldırarak ağır bir darbe indirdi. Günler süren çatışmalar sonucunda Simko’nun güçleri geri çekilmek zorunda kaldı. Nasturî hafızasında Cerah, Patrik’in ölümüne verilen zorunlu bir cevap ve kısa süreli bir adalet anı olarak yer alır.
Kürt hafızasında ise Cerah, dağlardaki dengenin tamamen bozulduğunu gösteren bir kırılma noktasıdır. Bu savaş, Nasturîlerin artık yalnızca savunmada olan bir cemaat değil; saldırı kapasitesine sahip, dış destekli bir askerî güç olarak algılanmasına yol açtı. Bu algı, korkuyu derinleştirdiği kadar şiddeti de meşrulaştıran bir zemin yarattı.
Ancak Cerah’taki askerî başarı uzun ömürlü olmadı. Rus ordusunun bölgeden çekilmesi ve Osmanlı kuvvetlerinin yeniden ilerlemesi, Nasturîlerin kazanımlarını sürdürülemez kıldı. Direniş, büyük bir cesaret örneği olmasına rağmen ağır bedellerle sonuçlandı. Binlerce Nasturî hayatını kaybetti; hayatta kalanlar Musul, İran ve daha uzak coğrafyalara göç etmek zorunda kaldı.
Bu noktadan sonra Cerah, iki hafızada da farklı ama benzer bir anlam kazanır: Nasturîler için kaybedilen bir merkezin son savunması, Kürtler için ise geri dönülmez bir kopuşun işareti. İki anlatı yine aynı yerde buluşmaz; fakat aynı ağırlığı taşır. Ve belki de bu iki bölüm birlikte okunduğunda ortaya çıkan asıl gerçek şudur: Simko ve Mar Şemun kırılması ile Cerah Savaşı, birbirinden bağımsız olaylar değildir. İlki güvenin öldüğü anı, ikincisi ise bu ölümün ardından konuşan silahları temsil eder. Dağlarda kelimelerin sustuğu yerde silahlar devreye girmiştir artık.
Ve birlikte yaşamanın dili, tam da bu noktada, dağlarda geri dönmemek üzere kaybolmuştur.
Büyük göç: Hakkari Dağları'nın boşaldığı an
Cerah’tan sonra yaşananlar artık bir savaşın değil, bir çözülmenin hikâyesidir. Nasturîler için askeri direnişin sınırına gelinmişti. Rus ordusunun çekilmesiyle birlikte dış destek çökmüş, Osmanlı kuvvetlerinin ilerleyişi ve bölgedeki Kürt aşiretleriyle yaşanan çatışmalar, Nasturîlerin dağlarda tutunma ihtimalini ortadan kaldırmıştı.
Bu noktadan sonra Nasturî hafızasında “Büyük Göç” olarak anılan süreç başladı. Urmiye’den, Hakkari vadilerinden ve yüksek dağ köylerinden on binlerce insan yollara düştü. Bu bir geri çekilme değil, merkezini kaybetmiş bir toplumun dağılması ve dağlara vedasıydı. Patriklik etrafında örülmüş düzen çökmüş; birlikte yaşamanın mümkün olduğu coğrafya sessizce terk edilmişti.

Kürt hafızasında ise bu göç, çoğu zaman doğrudan anlatılmaz. Dağların boşalması, komşuların yokluğu ve eski dengenin kaybı daha çok suskunlukla hatırlanır. Çünkü giden yalnızca bir halk değil, yüzyıllar boyunca çatışmalı ama mümkün olmuş bir birlikte yaşama ihtimalinin gereksiz bir öfke yüzünden ortadan kaldırılmasıdır.
Bu nedenle Büyük Göç, yalnızca Nasturîlerin hikâyesi değildir. O göçle birlikte dağlar da değişmiş, eski sözler geçerliliğini yitirmiştir. Silahlar konuşmuş, kelimeler susmuştur. Ve belki de en kalıcı ve gerçek yenilgi tam da burada yaşanmıştır: birlikte yaşamanın dili kaybolmuştur…
Dağlarda çöken bir denge, suskun kalan bir tarihin değerlendirmesi
Hakkari Dağları’nda yaşananlar, tek bir ana ya da tek bir anlatıya indirgenebilecek bir tarih değildir. Bu hikaye, Konstantinopolis’te başlayan bir teolojik ayrılığın, yüzyıllar boyunca imparatorlukların kenarlarında sürüklenen bir cemaatin ve sonunda dağların içine çekilerek hayatta kalmaya çalışan bir topluluğun uzun yolculuğudur. Aynı zamanda bu yolculuk, dağların sert coğrafyasında şekillenen Kürt aşiret düzeninin, imparatorlukların çözülüşüyle birlikte nasıl sarsıldığının da hikayesidir.
Nastûrîlik, önce Bizans’ın dogmatik sınırlarının dışında kaldı; ardından İslam fetihleriyle birlikte Ehl-i Kitap statüsü içinde varlığını sürdürdü; en sonunda ise Hakkâri Dağları’nda, Kürt aşiretleriyle iç içe geçmiş sessiz bir düzen kurdu. Bu düzen ne mutlak bir barıştı ne de sürekli bir çatışma hâli. Daha çok, doğanın sertliğinin insanları mecbur bıraktığı, herkesin sınırlarını dağın kendisinden öğrendiği kırılgan bir dengeden ibaretti.
Yüzyıllar boyunca Kürt aşiretleri ile Nastûrî köyleri arasındaki ilişki, inanç farklarından ziyade dağ hayatının somut gerçeklerine dayanıyordu. Yaylaklar, geçitler, su yolları ve ticaret güzergahları paylaşılıyor; zaman zaman çatışmalar yaşansa da bu gerilimler çoğu kez yerel aktörler tarafından dağ hukuku içinde sınırlandırılıyordu. Ne patriklik mutlak bir siyasî güçtü ne de aşiret reisleri sınırsız bir hâkimiyete sahipti. Bu düzen, karşılıklı bağımlılık üzerine kurulmuştu.
Bu kırılgan dengeyi bozan şey, dağların içinden doğan bir düşmanlık değil; dışarıdan gelen siyasetti. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin merkezîleşme çabaları, Hakkâri gibi yarı özerk bölgelerde mevcut düzeni altüst etti. Kürt beyleri artık yalnızca aşiret liderleri olarak değil, devlet adına düzen sağlayan aktörler olarak konumlandırıldı. Nurullah Bey ve Mir Bedirhan Bey bu yeni dönemin simge isimleriydi.
Nastûrîlerin patriklik etrafında örgütlenmiş, silahlı ve yarı bağımsız yapısı ise bu yeni siyasal tahayyülde kabul edilemez bir alan olarak görülmeye başlandı. Tam da bu noktada Nastûrî patrikliği, çözümü yerel dengede değil, dış dünyada aramaya yöneldi. İstanbul’a gönderilen dilekçeler, Rusya ve İngiltere ile kurulan temaslar, Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin bölgedeki faaliyetleri Nastûrî toplumunda yeni bir kurtuluş umudu yarattı.
Misyonerlerin ve büyük devletlerin vaatleri, Nastûrîler için yalnızca dış destek anlamına gelmiyordu; aynı zamanda dağların sunduğu sınırlı ama somut güvenliğin artık yeterli olmadığı fikrini de besliyordu. Güçlü devletlerin himayesi altında kalıcı bir güvenliğin sağlanabileceği düşüncesi, tarihsel olarak defalarca hayal kırıklığıyla sonuçlanan bir yanılsamaydı. Ancak bu yanılsama, dönemin belirsizlikleri içinde son derece cazipti. Bu noktada misyonerlerin rolü, bu hikayenin en problemli ama en az sorgulanan yönlerinden biri olarak belirginleşir. Asahel Grant, George Percy Badger ve benzeri isimler Nastûrîleri korumak istediklerini iddia ettiler; fakat yazdıkları metinler, çizdikleri romantik portreler ve kurdukları ilişkiler, sahadaki kırılgan dengeleri daha da hassas hâle getirdi. Nastûrîler bir inanç topluluğu olmaktan çıkarılıp uluslararası siyasetin bir nesnesi hâline getirildi. Misyonerlik burada yalnızca dinî bir faaliyet değil; emperyalist rekabetin yumuşak ama yıkıcı bir aracına dönüştü.
Bu dış temaslar, Nastûrîlerin savunma refleksini güçlendirdi; silahlanmayı artırdı ve patriklik etrafında daha merkezî bir yapı oluşturdu. Ancak aynı anda, Kürt aşiretleriyle yüzyıllar içinde örülmüş birlikte yaşama zeminini de aşındırdı. Kürt tarafında bu ilişkiler, dış müdahale ve ihanet kuşkusunu derinleştirdi. Böylece dağlarda kurulu olan denge, yerel çatışmalardan çok, dış bağlantıların yarattığı güvensizlik üzerinden çözülmeye başladı.
Osmanlı Devleti ise bu sürecin ne tam anlamıyla faili ne de masum bir seyircisiydi. Merkezî otoritesini giderek kaybeden bir imparatorluk, Hakkari Dağları’nda olup biteni çoğu zaman uzaktan izledi; kimi zaman sert müdahalelere izin verdi, kimi zaman ise kontrolü tamamen yerel güçlere bıraktı. Bu kararsızlık, ne Nastûrîleri koruyabildi ne de Kürt aşiretleri için kalıcı bir düzen sağlayabildi. İmparatorluğun çözülüşü, bölgede yaşayan herkes için derin bir güvenlik krizine dönüştü.
1843 ve 1846 Zap seferleri, bu uzun çözülmenin askerî patlamasıydı. Mir Bedirhan Bey’in öncülüğünde yürütülen bu seferler, yalnızca köyleri ve kiliseleri değil; yüzyıllardır süregelen bir birlikte yaşama pratiğini de yerle bir etti. Nastûrî köyleri boşaldı, binlerce insan İran’a ve Urmiye Ovası’na göç etmek zorunda kaldı. Ancak bu seferler, sanıldığı gibi Kürtlerin topyekûn bir saldırısı değildi. Bazı Kürt aşiretlerinin Nastûrîleri koruması ve kaçışlarına yardım etmesi, yaşananların etnik değil; siyasal ve yapısal bir kırılma olduğunu açıkça gösterir.
20.yüzyıla gelindiğinde bu çözülme daha da derinleşti. Osmanlı’nın zayıflaması, Rusya ve İngiltere’nin bölgedeki rekabeti Nastûrîleri yeniden büyük güçlerin vaatlerine yaklaştırdı. İsmail Ağa (Simko Şikak) ile Patrik Mar Şemun Benjamin arasındaki ilişki, bu karmaşık dönemin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Başlangıçta karşılıklı çıkar ve ittifak arayışıyla kurulan bu ilişki, kısa sürede güvensizlik ve hesaplaşmaya dönüştü. Mar Şemun Benjamin’in 1918’de öldürülmesi, yalnızca bir suikast değil; Nastûrî siyasal liderliğinin de fiilî sonuydu.
Bu uzun çözülmenin son halkası, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında yaşandı. Musul meselesi, İngiltere ile süren sınır gerilimleri ve Nastûrî varlığı yeni devlet açısından bir güvenlik meselesi olarak görüldü. 1924 Şemdinli Hareketi, Nastûrîlerin Hakkari Dağları’nda artık tutunamayacağını gösteren son kırılma oldu. Bu kez dönüş umudu olmadan gittiler. Köyler boşaldı, kiliseler sustu, dağlar bir hafızayı daha içine aldı.
Bugün geriye bakıldığında, bu tarihi basit bir ihanet ya da zulüm anlatısına indirgemek, geçmişi anlamaktan çok onu tüketmek olur. Hakkari Dağları’nda yaşananlar, bir halkın ya da diğerinin “suçu” değil; çözülmekte olan imparatorlukların, dış müdahalelerin ve kırılgan yerel dengelerin birlikte yarattığı tarihsel bir enkazdır.
Günümüz koşullarında belki de asıl sormamız gereken şu sorulardır:
Geçmişte bir suçlu bulmak mı bizi rahatlatır, yoksa insanların kendi zamanları, korkuları ve imkânları içinde verdikleri kararların ağır bedelini anlamaya çalışmak mı?
Hakkari Dağları’nda kaybolan yalnızca bir halk mıydı; yoksa farklı inançların ve kimliklerin, tüm kırılganlığına rağmen bir arada yaşayabileceğine dair o sessiz ihtimal de mi orada, dağların arasında geride kaldı?
***
NOT:
Bu yazı dizisini kaleme alırken amacım, yaklaşık 1600 yıllık bir inanç geleneğinin ve bir dağ halkının tarih sahnesindeki serüvenini, tarihsel gerçeklikten sapmadan ve tarafsız bir bakışla anlatmaktı. Günümüzden yaklaşık yüz yıl önce, sessizliğin içinde kaybolmuş bir halkın inanç ve var olma mücadelesini görünür kılmak istedim. Bu anlatı; dönemin tarafları ya da aktörleri arasında ne bir kahraman yaratmayı ne de bir mağdur, fail ya da suçlu belirlemeyi amaçlamamaktadır.
Amaç, iyisiyle kötüsüyle, çelişkileriyle ve kırılganlıklarıyla birlikte kaybolmuş bir halkın hatırlanmasını sağlamak ve anılarına, imkânlar ölçüsünde, sahip çıkmaktır. Bu metnin ilham kaynağı, yaşadığım Gever’deki taşlar, köyler ve yollardır. Zamanla isimleri silinmiş, izleri kaybolmuş bu mekânlar, geçmişin sessiz tanıklarıdır. Onları hatırlamak; yalnızca geçmişi anmak değil, bu topraklarda yaşanmış acıları, umutları ve mücadeleleri görünür kılma çabasıdır. Bu dağlar yüzyıllardır tanıklık eder; ne biz ilk sahibiyiz ne de son. İnsan, ancak yaptıkları ve geride bıraktığı hafızayla tarihte var olur. Unutulmamalıdır ki tarih boyunca köyler, patikalar, yaylalar ve taşlar yalnızca coğrafi alanlar değildir; aynı zamanda bir halkın hatırlanma arzusu, var olma çabası ve direnç hafızasıdır. Bu yazının amacı, söz konusu halkın hikayesini başkalarının diliyle değil, mümkün olduğunca kendi yaşanmışlıklarından ve kendi seslerinden süzerek aktarmaktır. Burada amaç yargılamak değil; tanıklık etmektir.
Her olay, her sefer, her çatışma ve her göç; yalnızca tarihsel birer veri değil, bir halkın inancının, direncinin ve var kalma iradesinin sessiz kanıtlarıdır. Bu yazı, unutulmuş bir halkın inanç, kimlik ve direnç mücadelesine bir saygı duruşu olarak kaleme alınmıştır. Dileğim, her okuyanın tarihin derinliklerinde kaybolmuş bu halkın varlığını, acısını ve direncini görmesi ve hatırlamasıdır.
Bu metindeki her satır, taşların ve köylerin sessiz çığlığıdır; yılların silinmez hafızasında yeniden yankılanan bir tanıklıktır. Ve bu tanıklık, bu dağlarda bizden önce yaşayıp yitip gitmiş bütün halkların anısına adanmıştır...
(Bu yazı dizisinin baştan sona kadar hazırlanmasında yararlanılan kaynaklar aşağıda sıralanmıştır. Çalışmada hem Türkiye’de yayımlanan eserler hem de Türkçeye çevrilmiş uluslararası çalışmalar temel alınmıştır. Kaynaklar, Nastûrîlerin tarihsel, sosyal ve kültürel bağlamını bütünlüklü bir şekilde incelemeye olanak sağlayacak şekilde seçilmiştir.)
KAYNAKÇA:
1- Albayrak, Kadir, Keldaniler ve Nasturiler, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.
2- Atiya, Aziz Suryal, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, çev. Nurettin Hiçyılmaz, Doz Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2005.
3- Çelik, Mehmet, Ortadoğu Mozaiği: Süryaniler – Nasturiler, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elâzığ, 1996.
4- Bilge, Yakup, Süryaniler (Anadolu’nun Solan Rengi), Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1996.
5- Bülbül, Mustafa, Türkiye’nin Süryanileri, TASAM Yayınları, İstanbul, 2005.
6- van Bruinessen, Martin, Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
7- Erdost, Muzaffer İlhan, Şemdinli Röportajı, Onur Yayınları, Ankara, 1994.
8- Dalyan, Murat Gökhan, 19. Yüzyılda Nasturiler (İdari, Sosyal Yapı ve Siyasi İlişkileri), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Isparta, 2009.
9- Danacıoğlu Temur, Esra, “19. Yüzyılın İlk Yarısında Doğu Anadolu: Asahel Grant ve Nasturi Misyonu”, Toplumsal Tarih Dergisi.
Grant, Asahel, Nasturiler ya da Kayıp Boylar, çev. Meral Barış, Nusaybin Yayınevi, İstanbul, 1994.
10- İleri, Cihangir, “Osmanlı Devleti’ndeki Nasturilerin Genel Durumu ve Nasturi İsyanları”, Süryaniler ve Süryanilik I, haz. Ahmet Taşğın – Eyüp Tanrıverdi – Canan Seyfeli, Orient Yayınları, Ankara, Mart 2005.
Köroğlu, Kemalettin, Eski Mezopotamya Tarihi: Başlangıçtan Perslere Kadar, 9. Baskı, İstanbul, 2015.
11- Layard, Austen Henry, Ninova ve Kalıntıları: Asuri Keldani Hıristiyanları, Yezidiler ya da Şeytana Tapanların Ülkesine Bir Gezi, çev. Zafer Avşar, Avesta Basın Yayın, İstanbul, 2000.
12- Surma D. Byat (Mar Samcun), Ninova’nın Yakarışı: Doğu Asur Kilise Gelenekleri ve Patrik Mar Şamun’un Katli, çev. Meral Barış, Avesta Yayınları, İstanbul, 1996.
13- Malmişanij, Bedirhaniler ve Bedirhani Ailesi Derneğinin Tutanakları, Avesta Yayınları, İstanbul, 2000.
14- Nikitine, Basil, Kürtler, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2010.
15- Özdemir, Bülent, Süryanilerin Dünü Bugünü: I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2008.
16- Satılmış, Selahattin, “XIX. Yüzyılda Hakkâri’ye Hıristiyan Bir Cemaat: Nesturiler (İdari, İktisadi ve Sosyal Durumları)”, 2010.
17- Yıldız, Hatip, “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik I, Orient Yayınları, Ankara, Mart 2005.
18- Yohannan, Abraham, Mezopotamya’nın Kayıp Halkı Nasturiler, çev. Meltem Deniz, Beysun Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2006.
19- Baum, Wilhelm – Winkler, Dietmar W., Doğu Kilisesi: Kısa Bir Tarih, Türkçe baskı, Avesta Yayınları, İstanbul.
20- Joseph, John, Ortadoğu’daki Modern Asuriler, Türkçe baskı, Beysun Yayınları, İstanbul.
21- Gaunt, David, I. Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da Müslüman–Hristiyan İlişkileri, Türkçe baskı, Avesta Yayınları, İstanbul.
22- Donabed, Sargon George, Unutulmuş Bir Tarihin Yeniden İnşası: Irak ve Asuriler, Türkçe baskı, Avesta Yayınları, İstanbul.