İrfan Sarı

İrfan Sarı

Yol boyu tanışları

Yol boyu tanışları

Yol baraj gölünün kıyısından dolanıp uzanıyordu. Asfalt yaz güneşinin ayakları altında kaygan bir sabun kalıbı hesabı aracın lastiği ile şeytanlaşıyordu. Biraz sonra baraj gölünün gövdesini geçip ve kuzeydeki sulama kanalının kıyısına varmışlardı. Araç son derece fiyakalıydı, kırmızı rengiyle zehirli bir akrep gibi yola dadanmış birini sokmak üzere gibi duruyordu.

Bizde beş yüz metre uzaktan alabildiğine uzun ve geniş yoldan izliyorduk kırmızı renkli aracı. Birden yolu terk etti ters döndü yol kıyısındaki boşlukta toprağa çarpıp büyük bir toz bulutu oluşturdu. Sonra ne oldu görmedik yükselen toz bulutundan . biraz yaklaşıp sağ şeride çektikten sonra, koşuşturarak aracın uçtuğu yöne vardık ki araç kanalın içine sırt üstü gömülmüştü.

Suyun itme gücüyle oluşan dalgaların önünde sürükleniyordu araç: kısa bir sürüklenmeden sonra kanal kırığına takıldı ve durdu. o sürede toplananların kemerlerinden bir yapay ip yapıp suya indik iki arkadaş aracın içinde bir erkek vardı. Çıkardık. Ama hayat belirtileri kaybolmuştu çoktan. Nabız, soluk tümden sönüktü. Alnında bir yarık vardı muhtemelen cam kesiği. Yüzü benzi ıslaktı bin yıldır suskun bir kaderin altında kaybolmuş gibi.

Karga tulumba bir yolcu minibüsüne uzattık en yakın hastaneye en iyi ihtimal kırk beş dakika sonra ulaşılabilirdi. 

Bağrışmalar, vah vahlar arasında araçtan fırlayan diğer şahsı ancak minibüs hareket etmek üzereyken fark ettik. Su kanalının tümsetisi  ona bariyer olmuştu suya kapılmasın diye sanki. Saçları upuzun ve simsiyahtı ama toza bulanmış yer yer kan saçılmıştı üstüne. Yüzüne örtünen saçlarını aralarken uyur ve masum yüzüne düşen korkuyu okumak o kadar kolaydı ki. Ama yaşıyordu. İkisini aynı minibüsün içinde yan yana bıraktık.

Bende onlarla aynı minibüste biraz sonra kana bulanan kanın kokusuyla, umutla, düşen yüzümü saklamakla içimden bütün tanrıları yardıma çağırarak yolculuk ettim.

Bir onun yüzüne bir diğerinin yüzüne bakınırken uyanıp bir şeyler söyleyeceklerini bekledim.

Şoförde iki de bir soruyordu “abe ses yokmu?”

Yazık ki yoktu…

Şehrin trafiğine vardığımızda ölümün karşısında ki çaresizlik ve şehrin yürüyen cazibesinin duyarsız tavrı vardı sanki karşımızda. İçimden söküp bedenimi takmak geliyordu onların bedenine çaresizliği bir mucizeyle bitirmek geliyordu ama tanrılar bile bu mucizemin sancısındaydı.

Korna sesinin yırtınan bağırtısı karşısında anlamsız anlamsız tavır verenler, dönüp küfredenler, durup kenara çekilenler ve kimsesiz bir çaresizlik. O kadar büyüyordu ki çaresizlik sinirden iki damla ağlamaya kalkmışlığınızı unutuyorsunuz.

Sonra bir umutla dönüyorsunuz o aracın içinde sere serpe uzananların tepki vermesi umudunu görmek istiyorsunuz. Nafile. Umudunuzun son mecalini burnunuzu çekerek tamamlıyorsunuz.

Ve hastane önü. O en korkunç o en görmek istemediğiniz sedyeler umudunuz oluyor yinede. Beyaz bir sayfa açar gibi defterinizden şimdiye kadar yaşadıklarınızı unutuyorsunuz. Biraz sonra bir haber gelir yaşıyorlar diye. O zaman gerideki bütün çaresizliğiniz geberip kaybolacak diyorsunuz.

Sonra beklerken biri “beyefendi siz yaralı mısınız? diye sorar üstünüze bulaşan kanı görünce. “Hayır” diyorsunuz.

Oysa bin okçunun kurşun uçlu okuyla yaralısınız o an. Kanamıyor bedeniniz. İçinizde mahşeri bir kalabalık. Sorular. Akıl sağlığına zor gelen sorular. Sonra içinizden bağırıyorsunuz. Evet ben yaralıyım. Hem de aklıma saplanan soru kipiyle. Kimdi bunlar? neden uçtular? Neden hiç konuşmadılar? Ölecekler mi? Yaşayacaklar mı? Anneleri babalarına haber verelim mi? Kim bunların anneleri ve babaları? Kimsesiz olmasın sakın bunlar!

“Evet” diyorsunuz kendiliğinizden bağırarak “evet ben yaralıyım!

Ölüm ne şeytani bişey, ansızın gelip sınıyor yada nefes almanıza fırsat vermeden kovuyor bedeninizden sıcaklığı. Soğuk bir et parçasına dönüyorsunuz. Ölüyorsunuz yani susuyorsunuz, görmüyorsunuz, duymuyorsunuz,nefes almıyorsunuz, elinizi kaldırmıyor , adım atmıyorsunuz… Sevinemiyorsunuz, üzülemiyorsunuz, aşık olamıyorsunuz, zaferden zafere koşamıyorsunuz, eylemden eylemsizliğe kalıyorsunuz…

O kadar yoğun düşüncelerin arasından, soruların arasından bir bardak çay içmeye fırsat olmadan içeriden bir haber geliyor.

Erkek öldü. Yani tıp diliyle, yani Latince ex…

Kızın hayati tehlikesi yok ama müşahede altında kalmasında fayda var. Yani ölmesine fırsat vermeyeceğiz, yani meydan okuyacağız diyor doktor.

Soruyor birden siz yakını mısınız? Evet demek istiyorsunuz hem de bin yıldır. Ama yok işte kahrolsun yok. Ben onlar kanala uçtuktan bu yana akrabalarıyım. Yol buyu tanışlarıyım diyemiyorsunuz. Anneleriyim. Babalarıyım. Kardeşleriyim. Diyemiyorsunuz. Oysa kimse sizin kadar üzülmemiştir şimdiye kadar onlar için. Düşünmemiştir diyemiyorsunuz.

Öğreniyorsunuz en nihayetinde. Şükran ve Mehmet iki sevgili iki en uzak şehrin  çocukları. Ama şimdi kimsesizler. Kahroluyorsunuz. Çöküyorsunuz. Devriliyorsunuz. İçinizden kopan bir tufan gelip düğümleniyor nefes borunuza. Hıçkırıyorsunuz.

Sonra bir telefon. Annem Mehmet yolun altında kaldı diyemiyorsunuz. Çok su yuttu diyemiyorsunuz. Yolun etrafı bariyersizdi diyemiyorsunuz. Şimdi Mehmet buzhanede diyemiyorsunuz. Yalan söylüyorsunuz. Açık bir şekilde yalan söylüyorsunuz. Belki bir mucize olur saklarsanız der gibi.

Sonra bir telefon daha. Baba merak etme şükran iyi diyorsunuz. Ama o sevdiğinin ölümüne öldü diyemiyorsunuz. Yalan söylüyorsunuz. Saklıyorsunuz. Söylerseniz içiniz boşalır. Ama söyleyemiyorsunuz işte. Aşk onları ayırdı diyemiyorsunuz. Oysa o aşk onları ayırmıştı. Diyemiyorsunuz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
29 Yorum
İrfan Sarı Arşivi