Alican Tuncay Çelik

Alican Tuncay Çelik

Mezhepsel mücadeleler ekseninde Nastûrîliğin tarihsel serüveni ve kimlik inşası

Mezhepsel mücadeleler ekseninde Nastûrîliğin tarihsel serüveni ve kimlik inşası

Bu bölümde, Nastûrîliğin erken dönem teolojik kırılmaları, zaman içinde yalnızca bir inanç ayrışması olarak kalmayan; aksine, topluluğun kaderini belirleyen kalıcı bir toplumsal ve kurumsal yapıya dönüşen bir sürecin parçası olarak ele alınmaktadır. Nestorius’la başlayan ve son patrik Mar Şemun Benjamin’e kadar uzanan tarihsel çizgi, salt teolojik tartışmaların ötesinde; Nastûrîliğin siyasal baskılar, coğrafi zorunluluklar ve toplumsal ilişkiler içinde nasıl süreklilik kazandığını ortaya koymaktadır. Yazı dizisinin ilk bölümünde genel çerçevesi çizilen bu tarihsel serüven, ikinci bölümde daha derinlikli bir anlatı içinde yeniden ele alınarak, Nastûrîliğin yüzyıllar boyunca geçirdiği dönüşüm, direniş ve yeniden var olma çabaları bütünlüklü bir tarih anlatısı olarak incelenmektedir.

’'Rab: Ona uzaktan görünüp şöyle dedi:
Seni sonsuz bir sevgiyle sevdim.
eremya 31;3’’

Hıristiyanlık tarihi yalnızca bir inancın yayılışını değil, aynı zamanda bu inancın kendi içindeki bölünmeleri, teolojik ayrışmaları ve iktidar mücadelelerini de barındırır. İsa Mesih'in ölümünden sonraki ilk yüzyıllarda ortaya çıkan teolojik farklılıklar, zamanla mezhepler arası sert çatışmalara dönüşmüş; bu çatışmalar çoğu kez siyasal iktidarın desteğiyle kitlesel şiddeti beraberinde getirmiştir. Katolikler ile Ortodokslar arasındaki mücadeleler, Ortodoks Kilisesi’nin Gregoryen geleneğe mensup topluluklara yönelik baskıları ve bunların yol açtığı katliamlar, Hıristiyanlığın kendi iç tarihindeki en karanlık sayfaları oluşturmuştur.

nastirilik-hakkari.jpeg

Bu mezhep çatışmalarının en ağır sonuçlarını ise Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan Süryaniler, Yakubiler, Keldaniler ve Nasturîler yaşamıştır. Teolojik ayrılıklar yalnızca inanç düzeyinde kalmamış; şehirlerin boşalmasına, halkların yerinden edilmesine ve yüzyıllar sürecek sürgünlere yol açmıştır. Bu süreçte varlığı en fazla tehdit altına giren topluluklardan biri Nasturîler olmuştur.

Nastûrîlerin köken tartışmaları ve inanca dayalı kimliğin inşa süreci:

Ortadoğu’nun en eski Hıristiyan topluluklarından biri olarak kabul edilen Nasturîlerin etnik kökeni konusunda kesin bir uzlaşı bulunmamaktadır. Bunun temel nedeni, 19. yüzyıla kadar Nasturîlerin kendilerini etnik bir halktan ziyade, dini bir cemaat olarak tanımlamış olmalarıdır. Kimliklerini soy bağı üzerinden değil; mezhep, ibadet dili ve kilise geleneği üzerinden kurmuşlardır.

Nasturîlerin Aramî kökenli olduğunu savunanlar, Süryanicenin Aramiceyle olan dilsel yakınlığını temel alırken; Asuri köken tezini savunanlar, 19. yüzyılda Austen Henry Layard’ın Mezopotamya kazılarında ortaya çıkardığı Asur kalıntıları ile Nasturî kültürü arasındaki benzerliklere işaret etmiştir. Ancak bu görüşün, ilk kez İngiliz misyonerler tarafından sistematik biçimde dile getirildiği bilinmektedir.

Isabella L. Bird, misyonerler gelmeden önce Nasturîlerin hiçbir oryantalist tarafından “Asuri” olarak adlandırılmadığını açıkça belirtir. Son Patrik Mar Şemun Benjamin'in kız kardeşi Surma Hanım ise Ninova’nın Yakarışı adlı eserinde, bu köken arayışının tarihsel bir keşiften çok, 19. yüzyıldaki misyoner faaliyetlerinin ürünü olduğunu vurgular. Dolayısıyla “Asuri” adı, Nasturîlerin tarihsel öz tanımından ziyade, modern dönemde inşa edilmiş bir kimlik kategorisidir.

Nestorius ve Teolojik kırılma: Geç antik çağda teolojik dil ve iktidar meselesi:

4. ve 5. yüzyıllar, Hıristiyanlığın yalnızca inanç esaslarının değil, bu inancı kimin ve hangi dil üzerinden temsil edeceğinin de belirlendiği bir dönemdir. Teolojik tartışmalar, saf ilkesel ayrılıklardan ibaret olmayıp, imparatorluk merkezleri arasındaki nüfuz mücadelesinin de bir yansımasıdır. Bu bağlamda Antakya ve İskenderiye piskoposlukları arasındaki gerilim, yalnızca İsa Mesih’in tabiatına ilişkin bir yorum farkı değil; Doğu Hıristiyanlığı’nın entelektüel ve kurumsal liderliğinin kime ait olacağına dair tarihsel bir hesaplaşmadır.

nastirilik-hakkari-003.jpeg

Nasturîlik adını, bu teolojik çizginin öncüsü kabul edilen Nestorius’tan alır. Nestorius, Kommagene Eyaleti’ne bağlı Germenike’de (bugünkü Kahramanmaraş) doğmuş; eğitimini Antakya İlahiyat Okulu’nda tamamlamıştır. Antakya ekolünün metne dayalı, tarihsel bağlamı önceleyen ve alegorik yorumdan kaçınan teoloji anlayışı, Nestorius’un düşünsel dünyasını belirleyen temel unsur olmuştur.

M.S. 428 yılında Konstantinopolis Patriği olarak atanan Nestorius, İsa Mesih'in annesi Meryem’e verilen “Theotokos” (Tanrı Anası) unvanına açık biçimde karşı çıkmıştır. Ona göre Tanrı doğmamış ve doğurulmamıştır; bu nedenle Meryem’in “Tanrı’nın annesi” olarak adlandırılması teolojik açıdan tutarsızdır. Nestorius, Meryem’in yalnızca insan olan İsa’nın annesi olduğunu savunmuş; ilahi Logos’un doğumla değil, insan İsa ile birliktelik içinde tecelli ettiğini ileri sürmüştür. Bu yaklaşım, İsa Mesih’te ilahi ve beşerî olmak üzere iki tabiatın varlığını kabul eden Diofizit anlayışla doğrudan ilişkilidir.

Nestorius’un karşı çıktığı temel görüşlerden biri de İskenderiye Kilisesi’nin savunduğu Monofizit anlayıştır. Monofizit görüşe göre İsa Mesih’te tek bir tabiat bulunmakta ve bu tabiat bütünüyle tanrısaldır. Nestorius ise, İsa Mesih'te ilahi ve insani olmak üzere iki ayrı tabiatın varlığını savunmuş; Tanrısal kelamın İsa Mesih'e 30 yaşından sonra geldiğini belirterek bu görüşü temellendirmiştir. Konstantinopolis’te bu tartışmalar giderek sertleşmiş; Konstantinopolis ve İskenderiye Patriklerinin farklı düşünceleri savunmaları ülke içerisinde diğer din adamlarına da sirayet etmiş ve her tarafta yoğun tartışmalar başlamıştır.

İskenderiye Kilisesi’nin öncülük ettiği Monofizit çizgiyle yaşanan bu teolojik ayrışma, kısa sürede siyasi bir güç mücadelesine dönüşmüştür. M.S. 429 yılında İskenderiye Patriği Kurilos, Nestorius ve taraftarlarını kınayan bir bildiri yayımlamış; Roma Patriği Celestine’nin desteğiyle, Monofizit düşüncenin esaslarını içeren on iki maddelik bir "İman Takriri" hazırlayarak Nestorius’a göndermiştir. Bu gelişmeler üzerine Bizans İmparatoru, ülke içindeki çatışmayı bitirmek için bütün ruhanileri bir konsül toplantısı için davet etmiştir. İmparator II. Theodosius, 431 yılında I. Efes Konsülü’nü toplamıştır. Konsül, Antakya Patriği Yuhanna’nın gelişini beklemeden Kurilos’un öncülüğünde açılmış; Nestorius ve taraftarları aforoz edilmiştir. Bu süreçte Urfa Episkoposu Rabbula önemli rol oynamış; Nestorius yanlısı Urfa Akademisi kapattırılmıştır. Bizans tarihçilerine göre bu çekişmenin arka planında, Kurilos ile Nestorius arasında Doğu Hıristiyanlığı üzerindeki liderlik mücadelesi belirleyici olmuştur. I. Efes Konsülü’nden sonra Nestorius’un görüşlerini benimseyen topluluklar “Nasturîler” olarak anılmaya başlanmıştır.

Urfa Episkoposu Hibas döneminde Nasturîlerin Urfa’da yeniden güç kazanması gerilimleri tırmandırmıştır. Bunun üzerine İmparator II. Theodosius, 449 yılında II. Efes Konsülü’nü toplamış; Nasturîlik bir kez daha aforoz edilmiş ve Urfa Episkoposu Hibas görevden alınmıştır. Ancak kısa süre sonra tahta çıkan İmparator Marcianus, 451 yılında Kadıköy Konsülü’nü düzenlemiş; bu kez Nestorius karşıtları aforoz edilmiş, Diofizit görüşü savunanlar yeniden kilise yönetiminde etkili olmuştur.

Bu dalgalı süreç de kalıcı bir çözüm getirmemiştir. İmparator Zenon, 482 yılında kiliseler arası birliği sağlamak amacıyla Henotikon Fermanı’nı yayımlamış; ancak fermanda Nestorius’un yeniden aforoz edilmesi ve Meryem’in Theotokos ( Tanrı Annesi ) olarak kabul edilmesi Nasturîler tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Zenon, Edessa (Urfa) Akademisi’ni ikinci kez kapattırmış; Nasturîleri sürgün ederek Bizans topraklarında bulunmalarını yasaklamıştır. Bu sürgünle birlikte Nasturîler, Bizans dünyasında sistemli baskılara ve yer yer katliamlara maruz kalmış; Nasturî Hıristiyan topluluğu için uzun süreli bir dışlanma ve parçalanma dönemi başlamıştır.

Teolojik Sürgünden Kurumsal Kimliğe Bizans’ın Dışında Bir Kilise: Mezopotamya’ya Çekiliş (5.–7. Yüzyıl)

Efes ve Kadıköy konsilleri sonrasında Nasturîler açısından ortaya çıkan tablo, yalnızca dışlanma değil, aynı zamanda yeni bir tarihsel rolün zorunlu doğuşudur. Bizans sınırları içinde ‘sapkın' ve 'küfür' ilan edilen bir öğretinin, imparatorluk dışında meşru bir kilise yapısına dönüşmesi, Hıristiyanlık tarihinde ender görülen bir kurumsal yeniden yapılanma örneğidir. Bu süreç, Nasturîliğin salt bir teolojik çizgi olmaktan çıkarak, coğrafya, siyaset ve hafıza ile iç içe geçen bir kimlik hâline gelmesinin temelini oluşturmuştur.

Efes Konsili’nden sonra Nasturîler için mesele artık “doğruyu savunmak” değil, var olmanın yollarını bulmak hâline gelmiştir. Antakya Piskoposluğu geleneğine mensup din adamları Bizans sınırları içinde barınamaz duruma gelmiş; Nestorius sürgüne gönderilmiş, onu savunanlar görevlerinden alınmıştır. Bu süreç bir yok oluş değil, zorunlu bir coğrafi yer değiştirme ile karşı karşıya kalmıştırlar.

nastirilik-hakkari-002.jpeg

Bu gelişmelerden sonra Doğu Kilisesi, Bizans’tan bağımsız bir hat üzerinde ilerlemeye başlamıştır. Sasani İmparatorluğu sınırları içindeki Hıristiyan topluluklar Efes kararlarını tanımamış; böylece Bizans dünyasında “sapkın” olarak damgalanan Nasturî öğreti, Bizans’ın dışında meşru ve kurumsal bir kilise geleneğine dönüşmüştür.

Sürgün Yılları ve Antakya geleneğinin Doğu’daki hafızası: Nusaybin okulu

İmparator Zenon’un 489 yılında Urfa’daki Edessa (Urfa) Akademisi’ni kapattırması, Nasturîler açısından yalnızca idari bir karar değil; Doğu Hıristiyanlığı’nın entelektüel haritasını kalıcı biçimde değiştiren tarihsel bir kırılmadır. Bu kararın ardından Nasturî din adamları Bizans topraklarından uzaklaştırılmış; Sasani egemenliği altındaki Nusaybin, Antakya teolojik geleneğinin yeni merkezi hâline gelmiştir. Nusaybin Okulu, yalnızca bir eğitim kurumu değil; Antakya ekolünün tarihsel ve filolojik yorum yöntemlerinin korunduğu ve sistematikleştirildiği bir düşünce merkezidir. Okulda Kitab-ı Mukaddes metinleri, Yunanca ve Süryanice karşılaştırmalarla ele alınmış; alegorik yorum özellikle reddedilmiştir. Bu metodoloji, Nasturî düşüncesinin rasyonel ve metin merkezli karakterini belirlemiştir.

Urfa Episkoposu Rabbula tarafından görevden alınan Bar Şauma’nın ( Mar Şemun ) Nusaybin’e gelişi, Nasturîliğin kurumsallaşmasında belirleyici olmuştur. Bar Şauma, 457 yılında Nusaybin Piskoposu seçildikten sonra kiliseyi açık biçimde Nasturî teoloji doğrultusunda örgütlemiş; Sasani yönetimi nezdinde Nasturî cemaatinin resmî temsilcisi hâline gelmiştir. Sasani Devleti, Bizans’a karşı denge unsuru olarak gördüğü Nasturîlere arazi tahsis etmiş, manastır ve okul faaliyetlerini desteklemiştir.

İslam, Selçuklu ve Moğol dönemleri: Himaye, hizmet ve kırılgan denge:

İslam fetihleri sonrasında Nasturîlerin dâhil olduğu siyasal düzen, Bizans döneminde maruz kaldıkları teolojik baskılardan belirgin biçimde ayrılmaktadır. Bizans idaresi altında “sapkınlık” ve “küfür” suçlamalarıyla dışlanan Nasturîler, İslam yönetimi içerisinde ise dinî kimliği tanınmış bir cemaat olarak Ehl-i Kitap statüsüne dâhil edilmiş; cizye karşılığında can ve mal güvenliğini esas alan hukuki bir çerçeve içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nasturî anlatılarında aktarıldığı üzere, Hz. Muhammed tarafından ipek bir mendil üzerine yazıldığı ve kilisenin korunmasını güvence altına aldığı belirtilen bir fermanın, Cilo’daki Mar Zayya (Dêra Mate) Kilisesi’nde 1915 yılına kadar muhafaza edildiğine inanılmaktadır. Bu anlatı, erken İslam döneminde Nasturîler ile Müslüman otoriteler arasında tesis edilen koruyucu ilişkinin, kilise mekânı ve topluluk hafızası aracılığıyla nasıl somutlaştırıldığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

İslam yönetiminin Hıristiyanlara ve din adamlarına yönelik sergilediği bu görece hoşgörü, Nasturîlerin yeni siyasal otoriteye karşı direnmemesinde ve kimi şehirlerin fethinde Müslüman güçlere destek vermesinde etkili olmuştur. Bununla birlikte, bu durum mutlak ve kesintisiz bir eşitlik anlamına gelmemiş; siyasal istikrarın zayıfladığı dönemlerde Nasturîler de diğer gayrimüslim topluluklar gibi kırılgan bir konumda kalmış, güvenlikleri ve hukuki statüleri büyük ölçüde yerel güç dengelerine bağlı olarak şekillenmiştir.

Abbâsîler döneminde Nasturîler, devlet kademelerinde vergi memurluğu, hekimlik ve tercümanlık gibi önemli görevler üstlenmişlerdir. Antik Yunan eserlerinin Süryanice ve Arapçaya çevrilmesi sürecinde oynadıkları rol, İslam dünyasında entelektüel bir canlanmanın önünü açmış; bu faaliyetler aynı zamanda Antik Yunan mirasının korunmasını sağlamıştır.

Bu görece rahat ortam, Nasturîlerin misyonerlik faaliyetlerini genişletmelerine imkân tanımış; Hindistan ve Çin’e kadar uzanan coğrafyalarda kiliseler inşa edilmiştir. Nasturîler, benzer hoşgörü gerekçeleriyle Selçuklu hâkimiyetine de ciddi bir direniş göstermemiştir.

Moğolların Selçukluları yenmesiyle birlikte Nasturîler yeni hâkimiyeti kabul etmiş; ilk dönemde görece toleransla karşılanmışlardır. Ancak bu durum uzun sürmemiş; zamanla Moğol yönetimi de baskı ve zulme yönelmiştir. Bu gelişmeler, Nasturîlerin Mezopotamya ovalarını terk ederek dağlık bölgelere çekilmelerine neden olmuştur.

Timur’un Anadolu seferlerinden sonra Nasturîler, Van Gölü ile Urmiye Gölü arasındaki dağlık sahalara yerleşmiş; bu dönemden itibaren Kürt aşiretleriyle iç içe bir yaşam sürmeye başlamışlardır. 13. ve 15. yüzyıllardaki Moğol ve Timur seferleri, Nasturî toplumunda derin bir çözülmeye yol açmış; Hakkâri ve Urmiye çevresinde dağlık, kapalı bir Hıristiyan topluluk yapısı ortaya çıkmıştır.

Yaşanan bu gelişmelerden sonra Mezopotamya düzlükleri artık güvensiz bir durum hâline gelmiştir. Nastûrî tarihinin bu aşamasında coğrafya, edilgen bir arka plan olmaktan çıkarak kimliğin kurucu unsurlarından biri hâline gelmiştir. Mezopotamya’nın açık, ticari ve denetlenebilir düzlüklerinden Hakkâri’nin kapalı ve dağlık coğrafyasına yöneliş, yalnızca güvenlik ihtiyacıyla açıklanamaz. Bu yöneliş, yüzyıllar boyunca teolojik ve siyasal baskılara maruz kalmış bir topluluğun, kendi iç düzenini ve ruhani otoritesini koruyabileceği bir mekânsal strateji olarak değerlendirilmelidir.

nasturi-hakkari.jpeg

1662 yılında Mar Şemun Denha önderliğinde patriklik merkezinin Diyarbakır’dan Koçanıs’a taşınması, bu stratejinin kurumsal ifadesidir. Osmanlı arşiv belgeleri ve seyyah anlatıları, Koçanıs’ın ulaşımı güç, denetimi zor ve doğal savunma imkânları yüksek bir yerleşim olduğunu teyit etmektedir. Bu tercih, rastlantısal değil; tarihsel deneyimle şekillenmiş bilinçli bir tercihtir. Çünkü Hakkâri coğrafyası dağ ve derin vadiler ile binlerce yıldır burada yaşayan halklara doğal bir koruma görevini yerine getirmiştir.

Koçanıs köyünde Havari Thaddeus’un makamında oturan Mar Şemun:

Hakkâri coğrafyası, Nastûrî tarihinin bu evresinde yalnızca bir sığınak değil; topluluğun siyasal, toplumsal ve ruhani örgütlenmesini belirleyen asli bir unsur hâline gelmiştir. Yüksek rakımlı dağ silsileleri, dar ve derin vadiler, sert iklim koşulları ve sınırlı ulaşım imkânları, bölgeyi merkezi otoritelerin doğrudan müdahalesine büyük ölçüde kapalı kılmıştır. Bu fiziksel yapı, Nastûrîleri dış baskılardan korurken, aynı zamanda içe dönük, kapalı ve süreklilik arz eden bir toplumsal düzenin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Hakkâri’nin bu coğrafi yalıtılmışlığı, Nastûrî patrikliğinin kurumsal gücünü artıran başlıca faktörlerden biri olmuştur. Merkezi devlet otoritesinin sınırlı varlığı, patrik makamını yalnızca dini değil; hukuki, toplumsal ve kimi zaman siyasal bir merci hâline getirmiştir. Patrik, aşiretler arası anlaşmazlıklarda arabulucu rolü üstlenmiş; vergi, askerlik ve güvenlik gibi konularda cemaat adına söz sahibi olmuştur. Böylece Nastûrî toplumunda ruhani liderlik, dünyevi otoriteyle iç içe geçmiş özgün bir yönetim biçimi ortaya çıkmıştır.

Koçanıs Köyü’nün patriklik merkezi olarak seçilmesi bu bağlamda tesadüfi değildir. Köyün yalnızca tek bir ulaşım güzergâhına sahip olması, çevresinin yüksek dağlarla kuşatılmış bulunması ve kış aylarında uzun süre dış dünyayla bağının kopması, Koçanıs’ı doğal bir savunma alanına dönüştürmüştür. Bölgeye gelen seyyahların ve misyonerlerin anlatılarında, Koçanıs’a ulaşmanın güçlüğü ve köyün “gizli” konumu sıklıkla vurgulanır. Bu anlatılar, coğrafyanın Nastûrî kimliği içindeki merkezi rolünü açık biçimde göstermektedir.

Bu dağlık mekân, Nastûrîler için yalnızca fiziki bir barınak değil; inancın, geleneğin ve kolektif hafızanın korunabildiği bir alan olmuştur. Yazılı tarihin zayıfladığı noktada coğrafya bir hafıza taşıyıcısına dönüşmüş; dağlar, vadiler ve patikalar kuşaktan kuşağa aktarılan anlatıların ayrılmaz parçası hâline gelmiştir.

Koçanıs Patrikliği ve dağlarda kurumsallaşma:

Mar Şemun Denha tarafından Koçanıs’ta Mar Şalita Kilisesi’nin inşa edilmesiyle birlikte patriklik makamı bu köye taşınmıştır. 17. yy'dan 1924 yılına kadar Koçanıs, Nastûrîlerin kesintisiz biçimde dini ve idari merkezi olmuştur. Bu dönemde patrik, yalnızca ruhani bir lider değil; cemaat içi düzeni sağlayan, toplumsal ilişkileri yönlendiren ve Nastûrî topluluğunun dış dünya ile ilişkilerini yürüten temel otorite konumuna gelmiştir.
Hakkâri coğrafyası, Nastûrîler için yalnızca korunma sağlayan bir alan değil; topluluğun siyasal, toplumsal ve ruhani yapısını belirleyen kurucu bir çerçeve olmuştur. Dağlık arazi, sert iklim koşulları ve ulaşımı güç geçitler, dış müdahaleleri sınırlandırırken Nastûrîlerin kendi içlerinde daha kapalı ve dayanışmacı bir toplumsal düzen kurmalarına imkân tanımıştır. Bu koşullar, merkezi siyasal otoritelerin bölgeye nüfuzunu zorlaştırmış ve patriklik kurumu etrafında görece özerk bir yapılanmanın oluşmasını sağlamıştır.
Bu yapı içerisinde patrik, dini yetkilerinin yanı sıra topluluğun iç hukukunu düzenleyen, aşiretler arası dengeyi gözeten ve dış güçlerle ilişkileri yöneten merkezi bir aktör hâline gelmiştir. Coğrafyanın sunduğu bu korunaklı ortam, Nastûrîliğin yüzyıllar boyunca süreklilik kazanmasında belirleyici olmuştur.
Bu yönüyle Hakkâri, Nastûrîler için yalnızca yaşanılan bir mekân değil; kimliğin, hafızanın ve tarihsel bilincin üretildiği bir alan olarak anlam kazanmıştır. İnanç, gelenek ve otorite arasındaki ilişki, bu dağlık coğrafya içinde yeniden tanımlanmış; Nastûrîlik, dış baskılarla şekillenen bir mezhep olmanın ötesinde, mekânla kurduğu güçlü bağ üzerinden varlığını sürdüren tarihsel bir topluluk kimliğine dönüşmüştür.

Nastûrîlerin patriklik merkezini Mezopotamya düzlüklerinden Hakkâri dağlarına taşımaları, basit bir yer değişikliğinden ziyade, uzun süreli dışlanmalar ve baskılar karşısında geliştirilen kolektif bir var olma stratejisidir. Şehir merkezlerinde tutunamayan bu inanç geleneği, dağlık coğrafyada kurumsal sürekliliğini sağlamış; kiliseler, manastırlar ve mezarlıklar aracılığıyla hafızasını mekâna sabitlemiştir. Böylece Hakkâri dağları, Nastûrî tarihinde korunmanın ötesinde, kimliğin ve sürekliliğin taşıyıcısı olan bir hafıza mekânı niteliği kazanmıştır.

Misyonerlerin Hakkari'ye gelişi 19. Yüzyıl kaynakları ve dış müdahaleler:

Hakkâri Nastûrîleri hakkında bugün sahip olunan bilgilerin büyük bir bölümü, 19.yy'da bölgede faaliyet gösteren Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Rus misyonerler ile bu devletlerin Ortadoğu’daki askerî ve idari görevlileri tarafından kaleme alınan rapor ve günlüklere dayanmaktadır. Bunun yanı sıra Osmanlı eyalet yöneticilerinin ve yerel Kürt beylerinin tuttuğu belgeler de dönemin anlaşılmasında önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. Ancak genel bir değerlendirme yapıldığında, en ayrıntılı ve sistematik bilgilerin, sayıları 30’a yaklaşan yabancı misyonerler tarafından hazırlanmış yaklaşık 40 kitap ve yüzlerce raporda toplandığı görülmektedir. Hakkâri bölgesi hakkında kaleme alınan bu raporlar, günlükler ve yayınlar, günümüzde 19. yüzyıl Hakkâri’sinin sosyo-kültürel ve siyasal yapısını anlamada temel başvuru kaynakları niteliğindedir.

Misyonerlerin bölgeye gelişi yalnızca dinî amaçlarla sınırlı kalmamış; Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi otoritesinin zayıfladığı bir dönemde, dış güçlerin bölgedeki etnik ve siyasi nüfuz mücadelesini kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirmelerine de zemin hazırlamıştır. Batılı devletlerin Ortadoğu’daki stratejik hesapları ve Hıristiyan azınlıklara yönelik ilgileri, misyonerlik faaliyetlerinin kaçınılmaz biçimde siyasi bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda misyoner raporları, Osmanlı arşiv belgeleri ve yerel idarecilerin yazdıkları metinler birlikte değerlendirildiğinde, misyoner etkisinin Kürt-Nastûrî ilişkileri, yerel güç dengeleri ve özellikle eğitim-öğretim alanlarında belirleyici bir rol oynadığı açıkça görülmektedir.

nastirilik-hakkari-001.jpeg

Bu çalışmaların başında, Amerikan Yabancı Misyonlar Komiserler Kurulu’na (ABCFM) bağlı misyonerlerin faaliyetleri gelmektedir. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda askeri ve ekonomik açıdan zayıfladığı bir dönemde bölgeye gelen bu misyonerler, Nastûrîleri Batı dünyasına tanıtan başlıca aktörler olmuştur. Bu isimler arasında en dikkat çekeni Dr. Asahel Grant’tir. Grant, 1835 yılında tıp doktoru olarak Hakkâri’ye gelmiş; farklı giyim biçimleri ve ibadet pratikleriyle dikkat çeken Nastûrîleri başlangıçta “kayıp Yahudi kabilesi” olarak değerlendirmiştir. Bu merakı onu üç yıl boyunca ailesiyle birlikte Hakkâri dağlarında yaşamaya yöneltmiş; ancak ağır coğrafi koşullar nedeniyle eşini ve çocuklarını kaybetmiştir. Buna rağmen 1839–1843 yılları arasında Hakkâri’ye beş kez gelerek Nastûrî köylerini dolaşmış ve aşiret liderleriyle yakın temaslar kurmuştur. Aşuta Köyü’nde kurduğu misyoner okulu, bu faaliyetlerin merkezi hâline gelmiştir.

Ne var ki bu okul, bölgede Nastûrîlerle birlikte yaşayan Müslüman Kürt aşiretleri arasında ciddi bir huzursuzluğa yol açmıştır. İngiliz gezgin ve arkeolog Austen Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları adlı eserinde, bu yapıların Kürtler tarafından birer “kale” gibi algılandığını ve yabancıların bölgeye yerleşerek topraklara el koyacağı yönünde bir endişenin doğduğunu belirtmektedir. Tepede ve stratejik bir noktada inşa edilen okul, yerel toplumsal dengeleri zedeleyen bir unsur olarak görülmüştür.

Amerikalı misyonerlerin yanı sıra İngiliz ve Rus misyonerler de Hakkâri’de etkin olmuştur. Özellikle İngiltere, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü hedef alan politikaları doğrultusunda misyonerleri bir araç olarak kullanmıştır. İngiliz misyonerlerin Nastûrî Patriği Mar Şemun Abraham ile yaptıkları görüşmelerde, Nastûrîlerin Osmanlı yönetimine ve Kürt beylerine karşı bağımsızlık ilan etmeleri teşvik edilmiş; bu doğrultuda ekonomik ve silah desteği vaat edilmiştir. Bu girişimler, Nastûrî tarihinin sonraki evrelerinde belirleyici olacak dış müdahalelerin zeminini hazırlamıştır.

Nastûrî tarihinin Hakkâri dağlarında şekillenen bu son evresi, mezhepsel bir ayrılığın zaman içinde nasıl toplumsal, mekânsal ve tarihsel bir kimliğe dönüştüğünü açık biçimde göstermektedir. Başlangıçta teolojik bir tartışma olarak ortaya çıkan bu süreç, yüzyıllar boyunca siyasal dışlanma, zorunlu göçler ve giderek daralan bir coğrafya eşliğinde, mekânla bütünleşmiş bir kader hâlini almıştır. Konstantinopolis’ten Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan Hakkâri’ye uzanan uzun tarihsel hat, Nastûrîliğin yalnızca bir kilise geleneği olmadığını; yok sayılmış, dışlanmış ve unutulmaya terk edilmiş toplulukların var olma mücadelesini ve hayatta kalma hafızasını temsil ettiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle Nastûrî tarihi, sadece dogmatik ayrışmaların ya da patriklik silsilelerinin kronolojisi olarak değil; coğrafya ile kurulan ilişkinin hafızayı nasıl taşıdığına ve kimliği nasıl ayakta tuttuğuna dair güçlü bir tarihsel tanıklık olarak okunmalıdır.

nasturiler.jpeg

19.yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başları, bu tarihsel birikimin en kırılgan ve belirleyici evresini oluşturmuştur. Dönemin siyasal ve sosyo-kültürel koşulları dikkate alındığında, Hakkâri’deki tüm aktörlerin Nastûrîler, Kürt aşiretleri, Osmanlı idaresi ve Batılı devletler kendi tarihsel konumları, güvenlik kaygıları ve çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri görülmektedir. Nastûrîler için bu dönem, giderek daralan bir coğrafyada varlıklarını koruma ve hayatta kalma mücadelesinin yoğunlaştığı bir süreçtir. Kürt toplulukları açısından Hakkâri, geleneksel aşiret düzeninin, yerel güç dengelerinin ve merkezî otoriteyle kurulan gerilimli ilişkinin belirleyici olduğu bir alan olmuş; Nastûrîlerle ilişkiler de bu çerçevede dönemsel ittifaklar ve çatışmalar arasında şekillenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu bakımından Hakkâri, merkezî otoritenin sınırlı ölçüde nüfuz edebildiği, yerel güç dengeleriyle yönetilen bir sınır coğrafyası niteliği taşımıştır. Devletin reform ve merkezileşme girişimleri, çoğu zaman bölgenin toplumsal ve siyasal gerçekliğiyle örtüşmemiş; bu durum hem Nastûrîler hem de Kürt toplulukları açısından belirsizlik ve güvensizlik üreten bir zemin yaratmıştır. Batılı devletler ise misyonerlik faaliyetleri ve diplomatik girişimler aracılığıyla bölgeye dâhil olmuş; Hıristiyan azınlıkların korunması söylemi, büyük ölçüde dönemin jeopolitik ve stratejik hesaplarıyla iç içe geçmiştir. Bu bağlamda misyoner raporları, yalnızca etnografik ve tarihsel bilgi üretmekle kalmamış, aynı zamanda bölgedeki güç ilişkilerini dolaylı biçimde etkileyen bir unsur hâline gelmiştir.

Bugün Hakkâri Nastûrîleri hakkında sahip olunan bilgilerin büyük bir bölümü, işte bu çok katmanlı dönemde, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında üretilmiş kaynaklara dayanmaktadır. Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Rus misyonerler ile askerî ve idari görevliler tarafından kaleme alınan raporlar; Osmanlı eyalet yöneticilerinin ve yerel Kürt beylerinin belgeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, dönemin Hakkâri’sinin sosyo-kültürel ve siyasal yapısını anlamaya imkân sunmaktadır. Ancak bu metinlerin, günümüz değerleri, siyasal kavramları ve ahlaki ölçütleriyle doğrudan değerlendirilmesi, tarihsel bağlamın göz ardı edilmesine ve eskimiş tek taraflı yorumlara yol açacaktır. Böyle bir yaklaşım, yalnızca yöntemsel bir yanılgı değil, aynı zamanda geçmişin aktörlerini bugünün anlam dünyasıyla yargılayan ciddi bir ahlaki hatayı da beraberinde getirir. Bu nedenle söz konusu kaynaklar, üretildikleri dönemin güç ilişkileri, zihniyet dünyası ve siyasal koşulları gözetilerek okunmalıdır.

Sonuç olarak, Hakkâri dağlarında taşlaşan Nastûrî hafızası, yazılı kaynakların sustuğu yerde konuşmaya devam etmektedir. Geriye, inancın içinde var olmak için çıktıkları yaklaşık bin altı yüz yıllık serüvenin, Hakkâri dağlarının en sarp yamaçlarına inşa edilmiş kiliselerin yıkık duvarlarında yankılanan kesik haykırışları kalmıştır. Bu haykırışlar, yalnızca bir halkın kaybını değil; coğrafya, siyaset ve inanç arasında sıkışmış çok katmanlı bir tarihin sessiz ama kalıcı tanıklığını da içinde barındırmaktadır.

KAYNAKÇA
1. Albayrak, Kadir, Keldaniler ve Nasturiler, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.
2. Atiya, Aziz Suryal, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, çev. Nurettin Hiçyılmaz, Doz Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2005.
3. Çelik, Mehmet, Ortadoğu Mozaiği: Süryaniler – Nasturiler, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elâzığ, 1996.
4. Bilge, Yakup, Süryaniler (Anadolu’nun Solan Rengi), Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1996.
5. Bülbül, Mustafa, Türkiye’nin Süryanileri, TASAM Yayınları, İstanbul, 2005.
6. van Bruinessen, Martin, Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
7. Erdost, Muzaffer İlhan, Şemdinli Röportajı, Onur Yayınları, Ankara, 1994.
8. Dalyan, Murat Gökhan, 19. Yüzyılda Nasturiler (İdari, Sosyal Yapı ve Siyasi İlişkileri), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Isparta, 2009.
9. Danacıoğlu Temur, Esra, “19. Yüzyılın İlk Yarısında Doğu Anadolu: Asahel Grant ve Nasturi Misyonu”, Toplumsal Tarih Dergisi.
10. Grant, Asahel, Nasturiler ya da Kayıp Boylar, çev. Meral Barış, Nusaybin Yayınevi, 1994.
11. İleri, Cihangir, “Osmanlı Devleti’ndeki Nasturilerin Genel Durumu ve Nasturi İsyanları”, Süryaniler ve Süryanilik I, haz. Ahmet Taşğın – Eyüp Tanrıverdi – Canan Seyfeli, Orient Yayınları, Ankara, Mart 2005.
12. Köroğlu, Kemalettin, Eski Mezopotamya Tarihi: Başlangıçtan Perslere Kadar, 9. Baskı, İstanbul, 2015.
13. Layard, Austen Henry, Ninova ve Kalıntıları: Asuri Keldani Hıristiyanları, Yezidiler ya da Şeytana Tapanların Ülkesine Bir Gezi, çev. Zafer Avşar, Avesta Basın Yayın, İstanbul, 2000.
14. Surma D. Byat (Mar Samcun), Ninova’nın Yakarışı: Doğu Asur Kilise Gelenekleri ve Patrik Mar Şamun’un Katli, çev. Meral Barış, Avesta Yayınları, İstanbul, 1996.
15. Malmişanij, Bedirhaniler ve Bedirhani Ailesi Derneğinin Tutanakları, Avesta Yayınları, İstanbul, 2000.
16. Nikitine, Basil, Kürtler, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2010.
17. Özdemir, Bülent, Süryanilerin Dünü Bugünü: I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2008.
18. Satılmış, Selahattin, “XIX. Yüzyılda Hakkâri’ye Hıristiyan Bir Cemaat: Nesturiler (İdari, İktisadi ve Sosyal Durumları)”, 2010.
19. Yıldız, Hatip, “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik I, Orient Yayınları, Ankara, Mart 2005.
20. Yohannan, Abraham, Mezopotamya’nın Kayıp Halkı Nasturiler, çev. Meltem Deniz, Beysun Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2006.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Alican Tuncay Çelik Arşivi