Alican Tuncay Çelik

Alican Tuncay Çelik

Konstantinopolis’ten Hakkâri dağlarına: Nastûrîlerin sessiz hikâyesi

Konstantinopolis’ten Hakkâri dağlarına: Nastûrîlerin sessiz hikâyesi

Her hikâyenin bir çıkışı, bir kıvılcımı ya da zihnin bir köşesinde yıllarca usulca sızlayan bir merak noktası vardır. Bu hikâyenin çıkışı ise tarihin tozlu raflarına kaldırılmış, kimsenin yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemediği bir mahcubiyetin, bir utancın bu coğrafyanın her taşında kendini hissettirmesidir. Çocukluğumun geçtiği Gever’in Kertînîs köyünde her gün gördüğüm o sarı renkli, düzgün kesilmiş taşlar içimde ilk merakı uyandırdı. Bizim köyde ve civardaki diğer köylerde unutulmuş ya da unutturulmaya çalışılmış bu sessiz hafızanın en büyük tanığı hep taşlar oldu. O taşlar hâlâ gözümün önünde: Yazın tozla karışan kavurucu sıcak, kışın dağlardan inen ayaz duvarlara çarpar, dönüp dururdu. Köydeki bazı evlerin bahçe duvarlarında, diğer taşlardan hemen ayrılan iri, düzgün kesilmiş, ustalıkla işlenmiş taşlar bulunurdu. Üstleri kararmış, köşeleri zamanla yumuşamıştı ama hâlâ “ben başka bir yerden geliyorum” diyen bir hatıra taşırlardı. Eski evlerin temellerinde bile onlardan olurdu; bir uygarlığın solmuş nefesini içlerinde saklayan taşlardı bunlar.

Benim gözüm hep o taşlara takılırdı. Çocuk aklımla onların kimden kaldığını, neden bizim taşlara hiç benzemediğini düşünürdüm. Köyde kimse bir şey bilmezdi; “evvelden kalma işte” ya da “Ev kevir, kevirên dêra kevnin (eski kilisenin taşları)” der geçerlerdi. Ama o taşlar bende yalnızca bir merak değil, sessizce göçüp gitmiş bir halkın kayıp nefesi gibi bir his uyandırmıştı.

Bugün bile yaşadığım yerin geçmişini araştıran biri olmamın sebebi, o çocukluk merakının peşinden hâlâ yürüyor olmamdır. Yıllar sonra Ankara’da yaşadığım dönemde, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin girişinde 1930’lu yıllara ait bir harita vardı. Haritada o dönemin şehir ve yerleşimlerinin eski adları yazılıydı. Orada gördüğüm isimler, çocukluğumda köyde duyduğum adlarla ve gördüğüm o taşlarla örtüşüyordu. Bu karşılaşma beni Ankara Millî Kütüphanesi’ne yönlendirdi. Osmanlı döneminde azınlıkları konu alan pek çok kaynağa ulaşma fırsatı buldum. Bu kaynakları okudukça ve içlerinde dolaştıkça, o taşların gerçek sahiplerinin izine yeniden rastladım. Meğer Gever’in, Dêze’nin, Çal’ın, Jîlo’nun ve Urmiye’den Başkale’ye kadar uzanan dağ silsilesindeki pek çok yerin eski adları, bu coğrafyanın kadim halkı olan Asurî/Nastûrî Hristiyanların sesini taşıyormuş.

Bu halk, Mezopotamya’ya binlerce yıl boyunca hayat vermiş Asur uygarlığının geç dönem torunlarıydı. Dağların arasına kiliseler inşa etmiş, toprağı işlemiş, taş ustalığını bir kimliğe dönüştürmüş; kendine özgü bir dil ve litürji yaratmışlardı. Köy adları bile başlı başına birer işaretti. “-nis” ile biten yerleşim adları, Aramice ve Süryanice kökenli isimler, bu coğrafyada yüzyıllar boyunca süren Nastûrî yaşamının sessiz tanıklarıydı. Meğer o taşlar ve “-nis” ile biten köy adları yalnızca birer duvar kalıntısı ya da kulağa çarpan bir ses değilmiş; dağların arasında yankılanan, kaybolmuş bir halkın son nefesinin izleriymiş.

2020 yılının pandemi günlerinde içimize çöken o derin sessizlikte, yıllardır zihnimin bir köşesinde duran bütün bu sorulara yeniden döndüm. Sokağa çıkamadığımız o uzun aylarda, çocukluğumun taşları köyde paylaşılan bir fotoğrafta yeniden karşıma çıktı. Artık onların ardındaki halkı, Nastûrîleri; Mezopotamya’nın belki de en vefasız davranılmış “üvey evladını” araştırmaya koyulmuştum. Üniversite yılları boyunca edindiğim bilgilerden de yola çıkarak, o günlerde yaptığım kapsamlı çalışmaların sonucunda Arjen Nemrud mahlasıyla kaleme aldığım “Mezopotamya’nın Üvey Evladı: Nasturiler” başlıklı makalem Mayıs 2020’de yayımlandı. Bu çalışma yalnızca bir tarih araştırması değil, çocukluğumdan beri sorduğum soruların peşine düşme çabasıydı.

Araştırmalarım derinleştikçe yalnızca bir halkın tarihini değil, bu coğrafyanın yüzyıllara yayılan hafızasını da okumaya başladım. Hakkâri dağlarının kuytularında yaşamış bu halk bir gün ansızın yok olmamıştı; tarihin sert rüzgârı onları savurmuş, imparatorluklar arasındaki hesaplaşmalar görünmez kılmış, adları ve taşları dışında geriye pek az şey bırakmıştı. İzler çoğaldıkça bu sessiz tanıklıklar beni Konstantinopolis’in saray koridorlarından Hakkâri’nin sarp kayalarına uzanan uzun bir tarihsel yolculuğa çıkardı. Efes ve İznik konsillerinde İsa’nın tanrısal ve insani doğası üzerine yürütülen tartışmalar, Nestorius’un aforoz edilmesi ve Doğu kiliselerinin Bizans’tan kopuşu… Bütün bu teolojik kırılmalar, Nastûrîlerin Mezopotamya dağlarına doğru yönelen tarihsel çekilişinin başlangıcıydı.

Geçtiğimiz haftalarda İznik Konsili’nin 1700. yıl dönümünde Papa’nın bu sessizliği bozması, tarihin belki de en çok bu sessizliği anlamaya ihtiyaç duyduğunu bir kez daha hatırlattı. Papa XIV. Leon’un Nestorius’un aforozuna yeniden dikkat çekmesi, beni yıllar önce kaleme aldığım metne tekrar dönmeye itti. İçimde, o makaleyi daha sade ve daha güncel bilgilerle yeniden yazma isteği doğdu; çünkü fark ettim ki yalnızca bir metni değil, çocukluğumun taşlarının fısıldadığı o sorunun cevabını da hâlâ arıyorum.

nasturiler-surme-xanim.jpeg

Hakkâri dağlarında kapı komşumuz olan Nastûrîler kimdi; ne oldu da bu dağlardan sessizce çekip gittiler?

Ve belki de asıl, en ağır soru buydu:

Bizim dedelerimiz nasıl bir günah işledi ki bu dağların laneti üstümüze sindi; yoksa gerçek suç, bile bile unuttuklarımız mıydı?

Bu soruların cevabını, Mezopotamya’nın üvey evladı sayılan Nastûrîlerin tarihsel geçmişine dair edindiğim bilgiler çerçevesinde düşünmeye çalıştığımda şu hakikat belirginleşiyor: Bir halk bir coğrafyadan çekildiğinde geride yalnızca boş evler kalmaz. Taşlar kalır, isimler kalır; yarım bırakılmış hayatların izleri ve cevapsız sorular kalır.

Hakkâri dağları da böyledir. Bu dağlar, yüzyıllar boyunca farklı halkların yan yana, iç içe yaşadığı; ardından bu halklardan birinin sessizce eksildiği derin bir hafızayı taşır. Ve bu hafıza, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda bize, unutulmak istenen ama silinmeyen bir mahcubiyet duygusunu da hissettirir.

Evet, Nastûrîlerin hikâyesi tam olarak bu sessizliğin hikâyesidir. Ne bütünüyle yok olmuşlardır ne de gerçekten hatırlanmışlardır. Çoğu zaman yalnızca bir mezhep tartışmasının adı olarak anılmış, yaşadıkları coğrafya ve kurdukları hayat göz ardı edilmiştir. Oysa Nastûrîler, Mezopotamya’nın dağlarında yüzyıllar boyunca yaşamış, bu topraklara emek vermiş kadim bir halktır.

Nasturilik: İnançtan Kimliğe

Nastûrîliğin tarihsel serüveni, tek bir kopuş anıyla değil; yüzyıllara yayılan, ağır ağır ilerleyen bir ayrışma ve geri çekilişle anlaşılabilir. Bu hikâye yalnızca bir mezhebin değil, inançla birlikte yer değiştiren bir hafızanın, coğrafyayla kader birliği etmiş bir halkın hikâyesidir.

325 yılında toplanan İznik Konsili, Hristiyanlığın imparatorluk sınırları içinde ortak bir inanç zemini oluşturma çabasının ilk büyük adımıydı. İsa’nın doğası üzerine yürütülen tartışmalar, Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin nasıl kavranacağı sorusunu merkeze aldı. Ancak bu birlik arayışı, daha en başından farklı yorumları dışlayan bir çerçeve de yarattı.

nasturilik.jpeg

Bu dışlayıcı çerçevenin asıl kırılma noktası ise 431’de Efes Konsili’nde ortaya çıktı. Konstantinopolis Patriği Nestorius’un, İsa’nın tanrısal ve insani doğalarının birbirinden ayrılması gerektiğine dair görüşleri reddedildi ve Nestorius aforoz edildi. Bu karar yalnızca teolojik bir hüküm değil; Bizans merkezli Hristiyanlığın sınırlarını belirleyen siyasal bir ilan gibiydi. Nastûrîlik, daha doğarken merkezin dışında bırakılmış bir inanç olarak mühürlendi.

Bizans’ın dışına itilen Nastûrî topluluklar, Sasani İmparatorluğu topraklarında yeni bir yaşam alanı buldu. Burada kurumsallaşan Doğu Kilisesi, Mezopotamya’nın doğusuna, İran içlerine ve Orta Asya’ya kadar yayıldı. Bu yayılma, kılıçla ya da siyasal güçle değil; çoğu zaman sessiz uyum, çeviri faaliyeti ve kültürel temas yoluyla gerçekleşti. Süryanice litürji, bu dağınık coğrafyada Nastûrî kimliğini bir arada tutan hafıza dili oldu.

İslam fetihleriyle birlikte Nastûrîler Abbasi yönetimi altında görece korunaklı bir alan buldu. Bağdat’ta tıp, felsefe ve çeviri faaliyetlerinde önemli roller üstlendiler; Antik Yunan mirasının İslam dünyasına aktarılmasında belirleyici oldular. Ancak bu entelektüel görünürlük, siyasal bir güce dönüşmedi. Nastûrîler merkezî iktidarın himayesinde ama onun sınırları içinde, her zaman kırılgan bir dengede varlıklarını sürdürdü.

Zamanla bu kırılganlık, Nastûrîleri büyük kentlerden uzaklaştırdı. Orta Çağ boyunca Hakkâri ve Urmiye hattı, bu çekilişin son durağı hâline geldi. Dağlar, Nastûrîler için yalnızca bir sığınak değil; aynı zamanda kaderin çizdiği sınırdı. Bu coğrafyada inanç, aşiret yapıları ve günlük hayat iç içe geçti; kilise yalnızca ibadet mekânı değil, toplumsal düzenin merkezi oldu.

17.yüzyıldan itibaren Hakkâri’nin Koçanıs köyü Nastûrî Patrikliği’nin merkezi hâline geldi. “Mar Şemun” unvanını taşıyan patrikler, hem ruhani hem dünyevi bir otoriteyi temsil ediyordu. Bu yapı, Nastûrî toplumunun dağlar arasında görece özerk bir düzen kurmasını sağladı; ancak aynı zamanda onları dış dünyaya karşı daha görünür ve kırılgan hâle getirdi.

18.yüzyıla gelindiğinde bu kırılgan denge bozulmaya başladı. İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin bölgeye gelişi, Nastûrîleri uluslararası siyasetin parçası hâline getirdi. Yüzyıllardır Kürt mirleriyle sürdürülen karşılıklı bağımlılığa dayalı ilişki, yerini güvensizliğe bıraktı. 1843 ve 1846’da Bedirhan Bey’in seferleri, yalnızca yerel bir çatışma değil; Osmanlı merkezî yapısının zayıflaması ve dış müdahalelerin artmasıyla derinleşen tarihsel bir kırılmanın ifadesiydi.

I. Dünya Savaşı’yla birlikte Nastûrîler için son perde açıldı. 1915’ten itibaren Nastûrî topluluklarının büyük bölümü İran ve Irak’a göç etmek zorunda kaldı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İngiltere ile Irak ve Hakkâri bölgesi üzerinden ciddi sınır sorunları yaşıyordu. İngilizler, dağılmış Nastûrî aşiretlerini yeniden silahlandırarak Şemdinli merkezli bir isyan sürecine dâhil ettiler. Van ve Erzurum’dan gelen ordu birlikleri ile Hakkâri’deki yerel Kürt aşiretlerinin ortak müdahalesiyle 1924’teki Şemdinli Hareketi bastırıldı. Başkale’den Şemdinli’ye kadar uzanan hat boyunca Nastûrîlerin yenilgiye uğratılması, bölgede özellikle Hakkâri’deNastûrî varlığının tamamen sona ermesini hızlandırdı.

nasturilik-001.jpeg

Bütün yaşananları günümüzün ahlaki ve siyasal ölçütleriyle değerlendirmek bizi kaçınılmaz biçimde tarihsel bir yanılgıya sürükler. Nastûrîlerin Hakkâri dağlarından çekilişi basit bir yer değiştirme ya da zorunlu bir göç değildir. Bu çekiliş, yüzyıllar boyunca dağların arasına sinmiş birlikte yaşama düzeninin ağır ağır çözülüşüdür. Ani bir kopuştan ziyade, imparatorlukların zayıflaması, yerel dengelerin bozulması ve dış müdahalelerin artmasıyla derinleşen uzun bir tarihsel sürecin sonucudur.

Bu hikâyede tek bir fail ya da tek bir mağdur yoktur. Kürt aşiret yapılarının zaman zaman sertleşen tutumları, Nastûrî önderliğinin dış güçlerden medet umması, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeyi koruyacak siyasi ve idari kapasitesini yitirmesi ve büyük devletlerin dağ halklarını kendi çıkarları doğrultusunda karşı karşıya getirmesi bu kopuşun temel dinamiklerini oluşturur. Hiçbiri tek başına belirleyici değildir; her biri diğerini besleyerek çözülmeyi derinleştirmiştir.

Nastûrîlerin gidişi yalnızca onların kaybı değildir. Bu coğrafya, çok sesliliğinin, kültürel çeşitliliğinin ve tarihsel derinliğinin önemli bir parçasını yitirmiştir. Yıkık kiliseler, yarım kalmış köyler ve artık anılmayan yer adları; yalnızca bir inancın değil, bir birlikte yaşama tecrübesinin de geride kalan izleridir.

Bugün Hakkâri dağlarına bakıldığında hissedilen sessizlik doğal bir boşluk değildir. Bu sessizlik, tarihin üzerini örttüğü bir hafızanın sonucudur. Kürtlerin “Evdişu”, Nastûrîlerin ise “Awdisu” diye andığı, sözlü tarihin müzikal bir ifadesi olan o ağıt, bu ortak hafızanın en yalın tanığıdır. Aynı acının iki dilde söylenmiş hâli olmasının ötesinde, Kürtler ile Nastûrîlerin birlikte yaşama kültürünün ortak bir kodudur.

Nastûrîlerin hikâyesi geçmişe dönük bir suçlama metni değil, bugüne dair bir uyarıdır. Birlikte yaşamanın ne kadar kırılgan olduğunu ve koruyucu bir siyasi irade olmadığında en eski komşulukların bile nasıl çözülebileceğini gösterir. Dağlar unutmaz; fakat insanlar unuttuğunda tarih sessizleşir.

Belki de bugün yapılması gereken bu sessizliği yeniden duymaya çalışmaktır. Çünkü bu topraklarda eksilen her ses, geride kalanların hafızasından da bir parçayı alıp götürür. Nastûrîlerin hikâyesi tek taraflı bir suç ya da masumiyet anlatısı değildir; büyük imparatorlukların çözülüşünün, yerel dengelerin sarsılışının ve dış müdahalelerin dağ halklarını nasıl karşı karşıya getirdiğinin tarihidir.

Kürtler ve Nastûrîler yüzyıllar boyunca aynı coğrafyayı paylaşmış; kopuş ise tek bir halkın değil, bir dönemin sonucudur. Bu kopuş yalnızca Nastûrîlerin kaybı değil, bu coğrafyanın hafızasının eksilmesidir.
Bugün dönüp baktığımızda dağlar hâlâ oradadır, taşlar hâlâ durur ama o taşları diken insanların sesi artık dağlarda sessizliğe büründü.

İznik Konsili’nin 1700. yıl dönümünde Papa’nın bu sessizliği bozması, belki de tarihin en çok bu sessizliği anlamaya ihtiyaç duyduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır.

Bu satırlar, Hakkâri dağlarında yaşamış o yitik dağ halkının anısına yazıldı. Taşlarda kalan emeklerini, dillerde tutunan ağıtlarını ve yarım bırakılmış hayatlarını unutmamak için… Onların sessizliği bugün hâlâ dağlarda durur; geçmişle yüzleşmeden geleceğe yürünemeyeceğini hatırlatan ağır ve kalıcı bir iz olarak.

(Bu yazının devamında Nastûrîler; aşiret yapılanmaları, gündelik yaşamları ve kültürel dünyalarıyla ele alınacaktır. Patriklik kurumunun aşiret düzeni içindeki konumu, inancın günlük hayatı nasıl şekillendirdiği; Süryanice ve yerel lehçelerle kurulan dil dünyası; ağıtlar ve ilahilerle taşınan müzik geleneği ile taş işçiliğinden el yazmalarına uzanan sanat anlayışı açık ve somut örneklerle incelenecektir.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
11 Yorum
Alican Tuncay Çelik Arşivi