İrfan Sarı

İrfan Sarı

Mıho'nun ahvali

Mıho'nun ahvali

Besmele çekerek işe koyulmayı öğretti bize büyüklerimiz. Sakın ha! Emi, diye büyütmüş. Zaman, yıkılmaz bir duvarın ardında mışıl mışıl uyurken biz bu güne gelmişiz.

Sanırım sabır taşının çatladığı demdir.

Artık zamanı, uyduğu kalenin arkasında haps edemeyiz. Çünkü hep besmele çekerek büyüdük. Sabır diyerek büyütülen çocuklar artık çöplükten medet umar hele gelmiş. Sokaklara dökülen şehir beylerinin çöpleri boncuk gözlü çocukların laboratuarı olmuş. O da yetmemiş, yemekhaneleri olmuş, hele bir de boyacı olmuş “BOYEKEM” diye adım başı bağırmış. Ah… minnacık elleri boyadan simsiyah olunca sabah vakti okulda öğretmenin görmesinden sakınır, öğleden sonra iyiden iyiye karaya boyatır çok hünerli olduğunu göstermek için. Bir yandan okuyup adam olayım diyor, diğer yandan eve götüreceği ekmek parasını düşünüyor. O kadar ki adamış kendini işine gece uykusundan “BOYEKEM” derken annesi garibim ağlanacak haline diş biler gibi acı acı dişlerini gıcırdatıyor.

Oysa ne hayalleri vardı onun kızken. evlenecekti, kocası hakim, biri kız, diğeri erkek iki çocuğu olacaktı. Sonra babası besmele çekerek verdi şimdiki kocasına camide namaza hep ön safta durduğu için. 'Allah için iyidir ama biraz da şansı yaver giderse ne olurdu' dedi kendi kendine. Bu yaşadıklarından şunu anlamıştı, kendisini sırf namaz kıldığı için vermişti babası ama o kızına aynı şeyi yapmayacak ve onun mutluluğu için kendi hayatını feda edecekti.

Yorgundu, ışığı söndürdükten sonra uzandı yatağa. Kocası yarım yamalak bir uykunun arasında bir vampir gibi kan kokusunu alırcasına sol omzunun üzerinden usulüne uygun bir manevra yaparak uzun donundan sıyrılıp yarasadan farklı olarak bir besmele çekip avına dişlerini geçirdi, sonra hazmı kolaylaştırmak için güneşe serilen timsah gibi yayıldı yatağa.

Sabah uyanınca şehir suyu akmıyordu, o gün cenabetini atamadı üstünden. Bir kaçak çay yudumladı, bir de cigara tüttürdü. Kapı eşiğine geçince bir küfür salladı belediyeye. Sanki su parasını on yıldan beri vermiş gibi…

Bir öksürmeden sonra balgamını tükürdü kapı eşiğine, üstünde beş sene evvel aldığı ceketi, seyyar satıcıdan aldığı naylon gömleği, kaygan olduğundan, durmadan omuz hareketleri ile düzeltiyordu. İki sene evvel aldığı pantolonunun dubleks paçası triplekse dönüşü vermişti.

Bereket ayakkabıcı memo bir çift kundurayı borç vermişti de ayaklar fena sayılmıyordu.

Elini cebine uzattı, 1milyon 250 bin lirası vardı. Üzerinde Arapça yazılı bir paket sigarası, tokai marka çakmağı, adım başı gösterdiği için yıpranan hüviyet varakası, babadan kalma çakı ve gösterişli bıyığı ile saçlarını taraması için dişlerinin arası kirden kapanan bir tarak vardı.

Şimdi çarşı merkezine doğru yürüyordu belki bir iş bulurum umuduyla, doğrusu çokta önemsemiyordu. Zira cebindeki para onun bir hafta sigarasını karşılamaya yeterdi. Evdekiler de “Allah'a havale!”geçinir giderler diyordu kendi kendine.

Artık çarşıda idi, baştan başa turladı, tanıdıklara rastlarken selamlaşıp konuştu yer yer. Bazen durup “öküzün trene baktığı gibi” gelip geçenleri süzdü, bir iç geçirdi.

Hani devlet halk için vardı, hani devlet vatandaşı arasında ayırımcılık yapmazdı, niye memur olamadım? diye peş peşe sorular aklına geldi.

Doğrusu da öyle ya devlet fabrika mı yaptı da Mıho çalışmadı, toprak mı verdi de çiftçi olmadı, teşvik mi verdi de iş adamı olmadı? ne bileyim işte vesaire... vesaire...

Sonra Mıho hayal kumaya başladı, bir anda, gıcır gıcır giyimli, elinde kalemi masa başında kurnaz bir memur oldu. İnsanlar el pençe yanına geliyor, bir dil döküyorlar, bir dil. Yalnız bizimki memurluğundan hiç ödün vermiyor, zaman zaman usule uygun bile olmazsa verilen paralara da yok demiyor. Velhasıl devlet memurluğunu yaparken şarküteri dükkanı gibi kasasını da unutmamış sizin anlayacağınız, işi öğrenmeden hayalinde bile üç kağıdını hesaplamış.

Bir zaman sonra bu iş hoşuna gitmedi ve hayalinden uyandı. Az önce karşıdan geçen son model bir aracın sürücüsünü gördü ve tanıdı. Köyde iken birlikte çobanlık yapıyorlardı. Şimdi paraya para demiyordu o. Kapılıp gitti onun hayaline. Çok ama çok zengin olmuştu şu anda yürüdüğü yerlerin sağında ve solundaki bir çok apartman onundu. İş yerlerinin haddi ve hesabı yoktu. Artık o para babasıydı velhasıl. İnsanlar yanında el pençe duruyorlar.

Herkes ona “ez xulam” diyordu.

Seyahatlerini uçakla yapıyordu çünkü hosteslere askıntı olmak onun için hobiydi. İstanbul'da rüya gibi geceler onun için sıradandı. Kumar salonlarında gece yarılarına kadar hatta sabahlara kadar eğlencenin tadına varmaya çalışıyorken, renkli pırıltılı eğlence dünyasından bir bir ünlüler geçiyor, gazetelere televolelere konu oluyordu… Ardında bir sürü koruması, belinde on dörtlüsü omuzunda sakosu İstanbul kabadayısı Mıho az önce Yeşildere mahallesinde çıkan yangını söndürmek için giden belediye arazözünün siren sesi ile bu hayalinden de uyanı veriyor.

Bir cigara daha tüttürüyor...

Ayakları da iyiden iyiye yoruluyor, fakat bu hayali yarım kaldı diye üzülüyor, inadına yürümeye devam ediyor.

Bir kuyumcu dükkanın önünden geçiyor. Yeni bir hayale kapılıyor şimdi. Şerefli bir esnaf olma yolunda, bir an için kuyumcu oluyor. İşleri tıkırında, ayda bir kez mal almaya gidiyor, sosyetenin uğrak yeri oluyor dükkanı, her müşterisinin dediğini yerine getirmekten çekinmiyor.

Çok mütevazi, görgülü, kültürlü bir esnaf.

Sıradan dandik uğraşlar peşinde değil, çok mutludur. Evine ve işine yeni aldığı arabasıyla gidip geliyor. Hatta iş yerinin önüne park etmiyor aracı, kurallara ve nizamlara uyma açısından, yolu işgal etmeme açısından iş yerine uzak uygun bir yerde park ediyor. Ev alış verişlerini artık hanımı yapıyor. Lakin işlerinden zaman ayıramıyor. Yorgun argın eve gidip baş köşeye kuruluyor, yer sofrasında yemeği ayağına geliyor. Televizyonda haberleri hiç kaçırmıyor. Hatta geçenlerde Filistin’deki intihar saldırısında ölenleri besmele ile namaza durup andı, yaralananlara da şifa diliyordu tanrıdan.

Yine böyle sıradan bir gündü. Dükkanı kapattı, evine gitmek için arabasına yöneldi. Birden taksici Memed'in fren ve korna sesiyle irkildi, bir ani refleksle kendini kaldırıma attı. (meğer hayal kurarken yola girmiş) kaldırım taşına oturdu, bir soluklandı. Memed aracın camından bağırdı “Ölecektin be ölecektin!”. Başını bile kaldırmadı, içinden '-Keşkeeeeee, hiç olmasa kuyumcu olarak ölecektim'dedi.

Cebindeki son sigarasını da ağzına aldı ve karanlıkla birlikte evinin yolunu tuttu.

Sigarasının izmaritini kapı eşiğine attı. ayağıyla çiğnedi, eliyle hızla kapıya vurdu. Eşi kapıyı açtı. İki gözlü evinin odasına girip yerdeki kilimin üzerinde oturdu. Bir köşede çocuklar siyah-beyaz televizyondan bir pembe dizi seyrediyorlardı. Öte yandan liseye giden oğlu elinde bir kitap ders çalışıyordu. Kardeşine de arada bir cevap veriyordu.

Yirmi metre karelik odayı aydınlatan yüz voltluk ampulün ışığında Mıho'nun hayal kurmaya mecali kalmamıştı artık.

Oysa, köyde iken evi, barkı, bağı bahçesi, tarlası, ekini, ineği, koyunu vardı. Şehre geldiğinde tomarla para harcıyordu, ne olduysa köylerinin boşaltılmasıyla oldu. Kahrolası şansızlığı orda başlamıştı.

Hayvanlarını satıp şehre göçe zorlandığı gün hayatı alt-üst olmuştu. Tüccar Séfo ise hayvanlarını yok pahasına almıştı. O parayla ancak bu iki gözlü evi almıştı.

Şimdi devlet köyüne git dese, seneye yine yoksulluğunu yenecekti alimallah.

Eli davara, tarlaya, bağa, bahçeye yatkındı. Babasından böyle öğrenmişti. O sırada evlilik çağındaki kızı Zini sofrayı yere serdi. Gözü ilişti, kızın çorabı yırtıktı. Yaralı bir hayvan gibi bağırdı, isyan ile birlikte gözlerinden yaşlar fışkırdı. Oturduğu yerden fırladı, dış kapıyı açtı. Biraz ötede duvar dibindeki kütüğe oturdu. Hıçkırarak ağladı.

Ağla! Mıho ağla!..

Hıçkırık seslerine taciz ateşlerinin sesi karıştı. İçerde bunlara anlam vermeyen dört beş masum kardeş hala diziyi seyrederken korkuyla annelerine sarıldılar, oda ışığı söndürüldü. Büyük oğlan dışarı babasının yanına gitti, sarıldı boynuna.

İzli mermiler transit geçişle geceyi çizmekle meşguldü.


Oğlu, olgun bir edayla; 'Baba' dedi ve devam etti: “Bu, bizim kaderimiz, bunu çekeceğiz. Bak köyde iken her birimizi bir kuzuya değiştirirdin. Artık bize değer verdiğine göre mutlu günler gelecek. Birbirimize sarılsak, birbirimize destek olursak yaşama karşı direnirsek yenemeyeceğimiz zorluk kalmaz. Hadi baba, hadi!"dedi.

Oğlunun bu sözleri onu çok etkilemişti. Gaydadan çıkan bir ses gibi acı, acı “Hadi oğul” dedi, ve içeri girdi.

Taciz ateşleri yek ahenk hırçınlaşmaya başlamıştı.

Dış kapıyı sürgüledi, göz yaşlarını sildi, ışığı açtı. Odada serili sofranın başına oturdu. Küçük çocuklar titrek bir hal almıştı. O minnacık gözleri yuvalarına sığacak gibi değildi. Şaşkın, tedirgin, korkar bir edayla babalarını süzüyorlardı. Büyük oğlunu da yanına oturttu.

“Hadi hanım, çocuklar hadi sofraya, bizi bu yoksulluk, bu sefalet öldürmedikten sonra dışarıda serseri gibi dolaşan bu mermiler öldürmez. Yarın yeni bir gün olacak, yeni bir yaşam olacak.”dedi.

Çocuklar bu konuşmalara bir anlam veremediler. Fakat sofraya yanaştılar, dairesel bir şekilde sofraya oturup yemeğe başladılar. Hain mermilerin sesleri halen geliyordu. Fakat onlar bir kere karar vermişlerdi, bu sesler onların kaderlerini belirlemeyecek, kendileri kaderlerini belirleyecekti. Orkestra müziği gibi kulaklarına gelen seslerin altında sabahladılar.

Sabahın ilk ışıklarıyla sesler de bitmişti.

Mıho, şehri pencereden yokladı. Sonra sokağa indi. Kendisine bir köşede sigara satacak kadar bir yer ve Borç-harç bir miktar sigara buldu. İlk kazancıyla Zini’ye bir çorap aldı. Yoksul ama şerefli, onurlu, güçlü bir aile kurma yolunda.

Oğullarını üniversiteye yolladılar. Okul yaşı gelen, geçen bütün çocuklarını okula gönderdi. Hala şehrimizin kenar mahallelerinin birisinde onurlu yaşamalarını idame ediyorlar.

Selam sana Mıho..!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İrfan Sarı Arşivi