
Barışın kaybedeni olmaz | Serhat Tuğan yazdı
"Son birkaç aydır tanık olduğumuz çözüm arayışlarını bu yaklaşımdan ziyade kazananı olmayan çatışma sürecinin, her anlamda kazananı bu ülkedeki herkes olan barışçıl sürece evrilmesi olarak okumanın daha yapıcı bir yaklaşım olacağına inanıyorum."
İsrail’in devam eden Filistin kıyımının 1.yıl dönümünde, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Meclis açılış konuşmasından sonra Devlet Bahçeli’nin “Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısına icabet ettim” diye nitelendirdiği herkesi şaşırtan Kürt Mebuslarla tokalaşması ve akabinde 22 Ekim 2025 günlü grup toplantısında yaptığı çağrıyla yeni çözüm arayışlarının startını vermiş oldu.
Spontane gibi görülen bu yaklaşımların devlet tarafından hazırlanan sağlam bir ajandanın ilk adımları olarak yorumlamak daha doğru olur.
7 Ekim 2023’te başlayan ve İsrail’in kimi “Teolojik Ütopyaları” ile küresel güçlerin bölgeye ilişkin bir takım kirli hesapları doğrultusunda, savaşı tüm bölgeye yaymak istedikleri anlaşıldığı andan itibaren, tedbir bağlamında devletin kimi çalışmalar yaptığı ve bir ajanda çıkardığı anlaşılmaktadır. Nitekim bizzat Cumhurbaşkanı’nın ağzından “İsrail ülkemize saldırabilir” cümlesini duyduk. Yakın zamanda da “Siyonistlerin bölgemizde yeni sınırlar çizen ameliyatlar yapmalarına izin vermeyeceğiz” sözlerini ciddi vurgularla duyduk.
İsrail’in bu saldırganlığına karşı bölge ülkeleri de vaziyet almaya başladılar. Bu bağlamda basına yansıyan en dikkat çekici haber; dilini, kültürünü, kimliğini isteyen Kürdü, “Allah’ın kanunlarına karşı çıkmakla suçlayıp, şimdiye kadar darağacına yollayan” İran’ın apar topar bir Kürdü Vali olarak atamış olmasıdır. Türkiye ise içi nasıl doldurulacağı merak konusu olan “İç Cepheyi Tahkim Etme”, “İç Barışla Bin Yıllık Kardeşliği Pekiştirme” olarak ifade edilen ve Kürt Sorunun kalıcı ve ebedi çözümüne yönelik kimi arayışlar başlatarak, kirli ameliyatlar ve olası saldırıları bertaraf etmeye çalışıyor.
Bahçeli’nin çağrısına Abdullah Öcalan’dan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlığı ile tüm riskleri üstlenen ve çözümleyici irade ortaya koyan yanıt verilmiştir.
İmralı’dan yanıt geldiği andan itibaren bir kesim gazeteci ve yorumcu sahte bir “Zafer Havası” yaratmaya başlamış, adeta “Bu isyanı da bastırdık”, “Yendik” havası yaratma uğraşına girmişlerdir. Kürt Cenahından bir kesim de “Bu sorunu çözen 2. Atatürk” olur gibi iyiniyetli ama aslında ürkütücü bir tanımlama yapma yoluna gitmişlerdir. Her iki söylemden de “Bu çabalar kalıcı çözüm getirmeyecek ve gelecek nesiller de bu sorunla boğuşacak” mesajını çıkarıyorum.
Kansız Çözüm arayışlarını “Yendik, Bastırdık”, “Kazandık” gibi zehirli argümanlarla lanse etmek yüzyıldır bu ülkeyi esir alan sorunu kalıcı çözümleyerek, ebediyen geride bırakmaya katkı yapmaz. Kaldı ki; ortada “Zafer” olarak nitelendirilecek bir durum yoktur. Yaşananlar 84’ten bu yana devam eden isyanda “Yenişememenin” ortaya çıkardığı “Barışçıl Çözüm Arayışlarıdır.”
Devlet Yetkilileri ısrarla “Bir Pazarlık Yok, Bir Al Ver durumu söz konusu değil” açıklaması yapıyorlar. Bu yaklaşımın çok doğru olduğunu düşünüyorum. Zira eğer bu ülkenin sınırları içinde yaşayan herkes eşit yurttaş olarak kabul ediliyorsa, herkesin hakları devletin koruması ve güvencesi altında olmalı. Ve devlet; şimdiye kadar ihmal ettiği, haksızlık ettiği bir kısım yurttaşının doğal ve insani haklarını kimseyle pazarlık konusu yapmamalıdır. Bu anlamda başlayan çözüm arayışlarının yüzyıl önce yapılan ve bu toprakların maddi, manevi enerjisini yutan yanlışın düzeltilmesi olarak okumak daha doğru olacaktır.
Bastırılan, inkar edilip yok sayılan, siyasal ve toplumsal sorunların “Çözülmüş” gibi kabul edilip, ilelebet öyle devam edeceğini sanmak politik körlük olur. Bu bağlamda Türkiye’nin inkar ettiği Kürt Sorunu ile Yüzyıllık İmtihanı siyaset bilimi ve siyaset tarihi açısından bir laboratuvar niteliğindedir. Sorunun mazisini bilenler, bastırılan her isyanın toplumsal enkazının bağrında yeni bir isyanın tohumlarını barındırdığını bilir. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, yani 100 yıl önce bu aylarda Şex Said İsyanı yaşanıyordu. İsyan “Bastırıldı” ve Şex Said ile Arkadaşları Haziranda idam edildiler. Dönemin gazeteleri “Şakileri nasıl yok ettikleri” manşetleri ile doluydu. “Batırılan” İsyan ise beş yıl sonra Ağrı’da yeniden başlar. O da kanlı biçimde bastırılır. Dönemin gazete manşetlerine çekilen “Ağrı Dağına Gömülen Kürtlerin Mezartaşı Karikatürleri” arşivlerde mevcuttur.
Ağrı Dağı’na gömüldükten 5-6 yıl sonra Dersim’de uç verir. Dersim Harekatına Katılan ve daha sonra bu ülkede Dışişleri Bakanlığı yapan kişi; “Kutu Deresi Mağaralarında Kürtleri fare gibi” nasıl öldürdüklerini anılarında açıkça anlatır. Bu isyan da “Yenilir, Bastırılır” ve sorun bitti sanılır. Bitti sanılan sorun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde daha da ağırlaşarak adeta ülkenin ayaklarına takılan prangalar misali tüm enerjimizi emmeye devam ediyor. 1984’ten beri devam eden isyanı Demirel “29. İsyan” olarak adlandırıp, “Bastırılması da bize nasip olacak” demişti. Ancak Demirel’in ölümünden 10 yıl sonra da devam eden bu sorunun yüzyıllık mazisi “Bastırmak veya Tek Taraflı Kazanmanın” kalıcı bir çözüm getirmediğini gösteriyor. Son birkaç aydır tanık olduğumuz çözüm arayışlarını bu yaklaşımdan ziyade kazananı olmayan çatışma sürecinin, her anlamda kazananı bu ülkedeki herkes olan barışçıl sürece evrilmesi olarak okumanın daha yapıcı bir yaklaşım olacağına inanıyorum.
“Sorunu çözen 2. Atatürk olur” tanımlaması da bana umutsuzluk bulutları ile yüklü geliyor. Bin yıllık kardeşliği yüzyıldır hırpalayan inkarcılığın Atatürk’ün bu ülkeye bıraktığı bir miras olduğu gerçeğine rağmen bu tespitte bulunmak, yani sorunun müsebbibi ile sorunu çözecek liderleri özdeş tutmak haksızlık değil mi? Atatürk’ün liderliği ve tarihsel kişiliği hakkında bir şey söylemeyeyim fakat Fırat’ın Doğusundaki insanların zihin dünyasında Atatürk’ün pek de iyi bir imge olmadığını belirtmeliyim.
Kürt Sorunu, geçmişteki katı inkar politikaları ile bölünme fobisinin yarattığı hassasiyet ve Kürt Nüfusun en yoğun yaşadığı ülke olması hasebiyle merkezi Türkiye olan ama Ortadoğu’da birçok ülkenin cebelleştiği, aynı zamanda diaspora ayağı da olan uluslararası bir sorundur. Ama bu sorunla cebelleşen hiçbir ülkenin geliştireceği çözümün etkisi, Türkiye’nin geliştireceği kalıcı çözüm ve barış kadar Ortadoğu’da olumlu etki yaratamayacağı gibi dünyada bölgenin kan ve savaşlarla özdeşleşen imajının yarattığı karanlık iklimi değiştirmez. Dolayısıyla bu sorunu çözen lider; 1850’lerde “Hasta Adam” ilan edilip “Şark Sorunu” adı altında paylaşılma hesapları yapılan, 1. Dünya Savaşında ise “Böl, Parçala, Yönet” formülasyonunda somutlaşan, yaşadığımız coğrafyaya dair küresel güçlerin 200 yıllık projelerinin iflasını ilan edeceği gibi bölgenin kanla yazılan tarihinin seyrini de değiştirmiş olacaktır. Bunun da “2. Atatürk” olmayı çok aşan bir paye olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak 21. Yüzyılın Türkiye Yüzyılı olması ve gelecek nesillere prangalardan kurtulmuş, barış, refah ve huzurun egemen olduğu bir ülke bırakılmak isteniyorsa yüzyıldır tekrarlanan “İsyan ve Bastırma” döngüsünü kırmak gerekiyor. Bu döngü kırılıp, Cumhuriyet Demokrasi ile taçlandırıldığı oranda “Devlet ve Toplumla Bütünleşme” süreci hızlanacaktır.
Karanlığı ülkenin her evine bir biçimde çöken, öyle ya da böyle istisnasız her bireyin hayatına acısı sirayet eden, gölgesi bile ülkenin her karışa düşen “Türk-Kürt ve Türkiye Sorunu” nedeniyle ömrünün üçte ikisini zindanda geçiren ve hala dört duvar arasında olan bir yurttaş olarak, Ekim 2024’ten beri Barış’ın ve Barışmanın Hayalini Kurmanın bile beni inanılmaz heyecanlandırdığını söylemeliyim.
Son cümle olarak “Barışın kaybedeni olmaz”, “Barışmaktan korkmayalım” diyorum.
* Serhat Tuğan / Batman Beşiri Cezaevi