Antik Yunan lirik şiirinden, Mezopotamya Dengbêjlik kilamlarına pastoral haz
Dengbêj Kılamlarında ve Yunan lirik şiirinde, kadın ne adını duyurmak zorunda kalır ne de bedenini… Rüzgârın, suyun, taşın, dağın dilinde yeniden şekillenir.
Alican Tuncay yazdı
Bu yazıyı kaleme almamın asıl nedeni, bisiklet sürerken Dengbêj Şakîro’yu dinlememdi.
Van Gölünün kıyısından geçerken kulaklıklarımda şu sözler yankılanıyordu:
“Dilê min çû na şikewtê da, navê te li vir veşart.
Çavên te dema ku li min temaşe dikin, wek avê zivistanê zelal û biriqin .”
(Kalbim bir mağaraya girdi, senin adını orada sakladı.
Gözlerin bana bakarken kış suyunun berraklığı gibi parıldardı.)
Bu kilamı dinlediğim anda zihnimde tek bir soru belirdi:
İnsan, aşkı ve sevgiliye duyulan hazzın ağırlığını neden doğanın estetiğiyle "erotize" eder?
Bu sorunun cevabı, Şakîro’nun sade ama derin sözlerinde saklıydı. Onun dilinde kadın bedeni doğrudan görünmez; fakat doğanın imgeleriyle kurulmuş sessiz bir tensellik dinleyenin içine yavaşça sızar dinleyiciye bu hazzı yaşatır. Dengbêj Kılamlarında ve Yunan lirik şiirinde, kadın ne adını duyurmak zorunda kalır ne de bedenini… Rüzgârın, suyun, taşın, dağın dilinde yeniden şekillenir.
İşte beni pastoral erotizmin izini sürmeye iten de tam olarak bu örtük ama güçlü dildi.
Antik Yunan’dan Mezopotamya dağlarına uzanan bir duygunun izi:
Pastoral duygunun köklerine inebilmek için Antik Yunan’ın lirik şiirine yönelmek benim için kaçınılmaz oldu. Theokritos’un “İdiller”inde ki çobanların aşkı, her zaman doğanın içinden yürür; insanın sakladığı arzu, doğanın hareketiyle görünür olur.
Theokritos şöyle der:
“Sen yürürken otlar bile eğilir,
Güneş tenine dokunmak için uzanır.
Irmak senin gölgeni görünce serinler,
Ben ise seni düşününce yanarım.”
Bu dizelerde kadının bedeni açıkça tarif edilmez; fakat doğa onun bedeni gibi tepki verir. Otlar onun geçişini hisseder, güneş tenine yaklaşmak ister, ırmak gölgesini tanır. Aşık çobanın içindeki kıvılcım doğaya yayılır; doğa da bu kıvılcımı, karşılık vererek büyütür.
Bu, açık bir erotizm değildir ama erotizmin en eski, en zarif biçimini karşımıza çıkarıyor.
Binlerce yıl sonra, Mezopotamya’nın dağlarında, bambaşka bir dilde, bambaşka bir halkta aynı duygunun yeniden hayat bulduğunu görüyoruz. Dengbêj Karapetê Xaço sevdiğine şöyle seslenir:
“Delalam ser çiyayê ket, rê wê piştî wî hat,
Li çavên wê hêvî min ket, jiyana xwe ji wê re da.”
(Güzelim dağın başına çıktı, yol onun peşinden geldi.
Gözlerindeki umut beni yaktı, hayatımı ona adadım.)
Xaço’nun sevdiği kadın da tıpkı Theokritos’un sevdiği kadını gibi doğayı harekete geçirir. Yol onun ardından gelir; umut gözlerinden yükselir; âşığın hayatı o gözlerde yankı bulur.
Bu sözler, dağ halkının aşkı nasıl taşıdığını, nasıl sakladığını, nasıl büyüttüğünü bize anlatır.
Aynı duygunun iki ayrı uygarlıkta buluşması:
Diller farklı, coğrafyalar uzak, kültürler apayrı… Ama hem Antik Yunan’da hem de Mezopotamya’da ortak bir hakikat vardır: Aşk ve sevgiliye duyulan haz, doğanın diliyle konuşur. Çünkü doğa, insanın açıkça söyleyemediğini söyler; utanmadan, aşırıya kaçmadan, insanın onurunu incitmeden…
Kadının varlığı bir dağın duruşunda görünür, bir ırmağın akışında duyulur, bir rüzgârın serinliğinde hissedilir. Tensellik doğrudan anlatılmaz; taşın, suyun, güneşin omzuna bırakılarak ifade edilir.Bu yüzden hem Yunan lirik şiiri hem de dengbêjlik geleneği, aşkın en saf hâlini doğanın içinden örer. Pastoral erotizmin gücü de buradadır: Aşkı hem gizler hem ifşa eder; hem utangaçtır hem cesur.
İnsan, en derin duygularını doğaya emanet ederek korur; ama doğanın içinden büyümesine izin vererek de görünür kılar. Aşk böylece hem insanın içinde saklanır, hem de dünyanın yüzeyinde ince bir ışık gibi parlar.
Kavramların köklerinden yola çıkıp hazzı anlamlandırmak:
Üniversite yıllarında bir hocamız; “Bir kelimenin kökenini bilmek, konunun damarına inmektir” derdi. Bunun üzerine “pastoral erotizm”i oluşturan kelimelerin izini sürdüm.
Pastoral: dağ, kır, çayır, doğa; masumiyet ve sadelik hissi.
Eros: Antik Yunan’da aşk ve arzu tanrısı; tutku ve çekimin kaynağı.
Erotizm: Eros’tan türemiştir; arzu ve tenselliğin estetik, duygulu, çoğu zaman örtük anlatımla bireyde yaratılan haz ya da his.
Bu kavramları bir araya getirdiğimizde pastoral erotizm; doğanın içinde filizlenen, Eros’un nefesiyle hareketlenen, tenselliği masumiyet ve sadelikle buluşturan aşk hâli
olarak belirir. Aşkı, arzuyu ve sevgiliye duyulan hazzı doğanın diliyle ifade etmek; kadını ya da erkeği doğanın içindeki imgelerle yeniden kurmaktır.
Pastoral erotizmin mitolojik boyutu :
Antik Yunan’ı anlatırken mitolojiye uğramadan geçmek, pastoral erotizmin köklerini eksik bırakmak olurdu. Kavramın tarihsel derinliğini kavramak için iki büyük mit dünyasına baktım: Antik Yunan ve Sümer… Çünkü pastoral erotizmin mitolojik damarları, aşkın ve tenselliğin doğayla kurduğu ilişkinin en eski anlatılarını taşır.
Antik Yunan mitolojisinde, Tanrı Pan’ın kaybettiği aşkı Syrinx’i Arkadia’nın uçsuz bucaksız kırlarında arayışı pastoral erotizmin arketipidir. Pan flütünü üfledikçe doğa ona eşlik eder; rüzgâr, orman, su ve hayvanlar aşkın ritmini duyar gibi hareket eder. Burada doğa, aşkın masum bir sahnesi değil sadece aynı zamanda arzu ve tenselliğin en doğal zemini hâline gelir. Pan’ın derdi bir kadını bulmak değildir aslında; arzunun doğaya karışan sesini bulmaktır.
Sümer mitolojisinde ise Gılgameş’in yoldaşı Enkidu’nun tapınak hizmetkârı Şamhat tarafından uygarlıkla tanıştırılması, insanın doğadan kopuşu kadar, tenselliği keşfetmesinin de mitolojik bir tasviridir. Enkidu’nun Şamhat ile buluşması sadece bir karşılaşma değildir; doğanın insanda sakladığı arzunun uyandırılışıdır. Doğa burada hem öğretmen hem de sahnedir; kadın ise doğayı insanın iç dünyasına tercüme eden bir figürdür.
Bu iki mit, bize şunu gösterir: Kadın, doğanın bir parçası olarak görülür; doğa ise arzunun, sevginin ve hazzın en yalın ifadelerinden biridir. Lirik Yunan şairleri de, Mezopotamya’nın dengbêjleri de aynı yolu izler: kadına duyulan aşk ve hissedilen haz, beden üzerinden değil, doğanın diliyle anlatmaya çalışmışlardır. Pastoral erotizm böylece yalnız tensellik ile sınırlı kalmayıp; antropolojik, kültürel ve estetik bir sanatsal miras hâline gelmiştir.
Dengbêjlik kültüründe kadının tasviri ve doğayla erotize edilmesi :
Dengbêjliğin kadın bedenine mesafeli oluşunun ilk nedeni, bu geleneğin doğduğu toplumsal dokudur. Kürtler kapalı bir toplum yapısına sahiptir her şeyden önce ve bu durum bazı toplumsal normların gelişmesine neden olmuştur. Kürtlerin sözlü tarihinin taşıyıcısı olan dengbêjlik, çoğu zaman kadın ve erkeğin birlikte dinlediği bir alandır. Bu nedenle kadın bedenini açıkça dile getirmek hem ahlaki hem de estetik sınırları zorlayan bir davranış olarak görülmüştür.
Bunun yerine, kadın doğanın diliyle anlatılmıştır: çiçeğin inceliğiyle, dağın duruşuyla, suyun berraklığıyla, rüzgârın serinliğiyle, ceylanın ürkekliğiyle ve kekliğin uçuşuyla… Dengbêjler doğadan aldığı ilhamla geliştirdileri bu metaforlarla Kadın bedeni araçsallaştırılmamış; tam tersine, doğanın estetiğiyle yüceltilmiş ve sevdiği kadının mahremiyetini korumaya çalışmıştır.
Bir diğer neden de dengbêjlik geleneğinin uzun süre erkeklerin elinde olmasıdır. Bu durum hem kullanılan metaforları hem de anlatının yönünü ve kendine özgü bir dili geliştirip belirlemiştir. Kadın dengbêjlerin daha az görünür olması, erkeklerin duygularını dile getirirken doğayı aracı kılmasına yol açmıştır. Ama kadın dengbêjler konuştuğunda da aynı estetik dikkat karşımıza çıkar; Eyşe Şan’ın içe işleyen ağıtlarında, Sûsîqa Simo’nun narin sesinde Meryem Xan'ın heyecanında, Aslîka Qadir'ın o hareketli söyleminde kadın yine doğayla nefes alır. Kadını betimlerken bedenin kendisi değil, vadilerin kokusu, rüzgârın dokunuşu, çiçeklerin utangaçlığı öne çıkar yine karşımıza.
Bu yüzden dengbêjlikte kadın bedeni aslında gizlenmez; başka bir dile çevrilir.
Saç bir gece kadar koyu, ten sabah çiçeği kadar taze, göz ceylanın ürkek merhameti kadar ince, koku yağmurun toprağı uyandıran ilk nefesi kadar derindir. Yürüyüşü kekliğin çevikliği, gençliği baharın taze soluğu, cesareti kırmızı koçun meydan okuyuşu gibidir.Bedenin kıvrımları bile dağ yolunun sabrı, derenin duruluğu, nehrin kıvrıla kıvrıla akışıyla tarif edilir. Bunları dinlediğimizde aslında doğa, metaforları kadını saklayan bir perde değildir; onu daha derin, daha onurlu, daha insanî bir güzelliğe dönüştüren estetik bir anlatma biçimidir.
Dengbêjlerin sözlerinde pastoral erotizmin zirvesi:
Evdalê Zeynikê
“Her derbasî wê derbas dike, wek paşiya Çiyayê Gabarê, hêdî hêdî tê.
Bûyê wê ku dilê min agir dike, giran e, wek keçiqa bûk dirêjî derdê xwe digire.”
Bu dizelerde yürüyüş, sadece bir hareket değildir; doğanın ritmini değiştiren bir varoluştur. Gabar Dağı’nın gölgesi gibi ağır ve vakur yürür kadın; dağ onunla nefes alır.
Kokusu ise sadece hoş bir koku değildir; kalbi ateşe veren, içte yer değiştiren bir ağırlıktır.
Evdalê Zeynikê, kadını bir doğa olayı gibi anlatır: hem sarsıcı hem derin hem de ruhu kavrayan bir varlık olarak.
Eyşe Şan ya da Eyşana Elî
Taca serê Bêrîvana min malxirab zêrîne malixirabê
wela gelî gundiyan û cîrana taca serê Bêrîvana min zêrîne
Sing û berê Bêrîvana malxirap çil û çar kanîne Bêrîvanê
Wela gelî gundiyan û cîrana ez bextê xwedê li kanîka nabim.
Wela gelî gundiyan û cîrana ez bextê xwedê li kanîka nabim
şevê dibê heta bangê sibê Bêrîvanê
Devê xwe dêxim cûtê memikê Bêrîvana malxirab,
Gelî gundî û cîranan wela dibê heta bangê sibê
bêhina dilê min ra tîne ay Bêrîvanê
Lê torîvanê ez ne wanim Bêrîvanê.
(Başımın tacı Bêrîvan’ım…
Evimiz darmadağın olsa da, sen o yıkıntının içinde parlayan altınsın.
Köylülerin ve komşuların gözleri önünde
Bêrîvan’ım, başımın tacı, yine sen altınsın.
Bêrîvan’ın göğsü de beli de narin, kırılacak gibi…
Evimiz viran olsa da onun güzelliği kırk kuyu derinliğinde.
Köylüler ve komşular bilsinler ki,
Ben o pınarın başını bırakmam;
Bırakırsam bahtım eksilir, kısmetim solar.
Gece çöker, sabah ezanına kadar içimde onun sesi sürer.
Dudaklarımı sürüyorum evi yıkılası Berivanımın göğüslerine.
Aklım hep Bêrîvan’ın darmadağın evinde.
Köylüler ve komşular görsün;
Sabaha kadar içimde onun kokusu dolaşır,
Kalbimin kokusunu o taşır gelir yeniden.
Ama ey Bêrîvan…
Senin o başörtünün ucunu, o nazını, o işveni
Çözmeye bile cesaret edemem
Ayşe Şan bu dizelerde Bêrîvan’ı bir kadın olarak değil, doğanın ritmi olarak anlatır.
Onun varlığı evin viranlığını bile ışığa çevirir; bedeni su kaynağına benzer derin, sessiz ve hayat veren. Kokusu sadece bir koku değildir; kalbi içerden yakan, insanın ruhuna işleyen bir ağırlıktır. Torîvanı (başörtüsünün ucu) ise mahremiyetin sembolüdür; ona yaklaşmak bile dağın zirvesine yaklaşmak kadar saygı ister. Ayşe Şan’ın sesinde Bêrîvan, bir doğa olayı gibi yükselir: ağır, vakur, yakıcı ve ulaşılmaz.
Karapetê Xaço
“Bê te gotinêk naxwazim, gulê zêwîya min;
Tu keçika ji ezmûnê hatî,
Dilê min bi te keyfxweş da.”
Karapet’in dili her zaman yumuşak, utangaç ve insanın içine işleyen bir övgü taşır.
“Bê te ez qeset nakim” derken sadece “Sensiz söz etmem” demez; “Sözümü açan sensin, beni konuşturan sensin” demek ister.
“Tu qizî yek ji ezmanê hatiye” ifadesi, kadını sıradan bir sevgili olmaktan çıkarır; gelişini gökten bir ışık gibi gösterir. “Dilê min bi te keyfxweş da” kalbime sevinç eken sensin derken aşkın insana nasıl hayat verdiğini anlatır. Karapet, aşkı göklerden alıp insan yüreğine indirir.
Dengbêj Şakiro
“Dilê min çû na şikewtê da, navê te ew li vir veşart.
Çavên te… wek avê zivistanê zelal tê şewitandin.”
Şakiro’nun sözleri her zaman mahrem bir içlenmeyi taşır. Kalbinin bir mağaraya çekilmesi, sevdiğinin adını saklaması, hem içsel bir sığınak hem de duygunun kutsallığını koruyan bir kapıdır. Gözlerin “kış suyunun berraklığı gibi” parlaması ise hem serinlik hem yakıcılık taşır: huzur verir ama aynı anda içi titreten bir ateş bırakır. Şakiro, sevgiliyi sadece bir insan olarak değil, ruhu hem sakinleştiren hem yakan bir güç olarak betimler...
Bu üç büyük dengbêjin sözleri birleştiğinde bir gerçek ortaya çıkar: Dengbêjlikte Pastoral Erotizm, kadını doğaya çevirir;kadının bedeni saklanmaz, doğanın diliyle yüceltilir;aşk ise hem insanî hem ilahî bir ışık olarak ortaya çıkar.
Eleştirel Noktalar ve Pastoral Estetiğin Derinliği:
1. İdealizasyon: Kadının doğa ile özdeşleştirilmesi çoğu zaman estetik bir tercih olsa da, bireysel varlığının ikinci plana düşmesi gibi bir tehlikeyi barındırır. Bu idealizasyon, kadını yüceltirken aynı anda görünmezleştirebilir.
2. Görünmezleşme: Dengbêjlikte beden çoğu zaman metaforlara, dolaylı ifadelere, sembolik betimlemelere bırakılır. Fakat bu bir sakınma ya da değersizleştirme değil; kültürel hafızanın ürettiği bir estetik zarafet, kadını araçsallaştırmaktan kaçınan bilinçli bir inceliktir.
3. Toplumsal Kodlar ve Mahremiyet: Kadın ve erkeğin birlikte dinlediği bir sözlü geleneğin içinde, kadın bedenini açıkça anlatmak tarihsel olarak uygun görülmemiştir. Bu yasak bir baskı değil; mahremiyet, saygı ve toplumun ortak estetik algısının gereğidir.
Bu nedenle pastoral erotizm, Dengbêj dilinde yalnızca tenselliğin değil, kadına duyulan hürmetin, doğaya duyulan aidiyetin ve ruhun derinlikten gelen o içsel arayışın bir ifadesidir. Kadın bedeni bir nesne değildir burada; dağın rüzgârıyla, suyun berraklığıyla, toprağın bereketiyle bütünleşen bir yüceliğe dönüşür. Sevgili artık sadece bir kişi değil, doğanın kendisi kadar kadim ve kutsal bir varlık hâline gelir.
Evet, modern eleştirel göz bu yaklaşımda bazı sınırlılıklar bulabilir. Ancak Dengbêjliğin özü incelendiğinde, karşımıza kadın bedenini değil, kadına duyulan saygıyı sakınarak ifade eden bir kültürel estetik çıkar. Bu estetiği günümüze taşırken yapılması gereken, hem geleneğin inceliğini korumak hem de çağdaş duyarlılığı hesaba katmaktır.
Ne var ki Dengbêjlik kimi zaman araştırılmadan, kulaktan dolma bilgilerle, hatta kötü niyetli ithamlarla değerlendirilmiştir. Bu geleneğin tarihsel bağlamına ve toplumsal dokusuna hâkim olmadan, yalnızca bir yönünü çekip alarak “gerici”, “cinsiyetçi” ya da “ilkel” olarak nitelendirmek, hem yüzeysel hem de haksız bir bakıştır. Çünkü Dengbêjlik, yazılı kültürü olmayan bir halkın hafızasını, sanatını, acılarını, sevgilerini ve yaşam ritmini taşıyan köklü bir sözlü edebiyattır.
Her kılam bir arşivdir; her hikâye bir toplumun ruh odağıdır. Pastoral erotizm de bu arşivin bir parçası olarak, tenselliği değil, estetiği, saygıyı ve duyarlılığı öne çıkarır. Kadın bu estetik içinde kaybolmaz; tam tersine, doğayla kurduğu metaforik bağ sayesinde yücelir, anlam kazanır, kutsanır. Dengbêj’in sesinde sevgili, gölgeler arasında kaybolan bir beden değil; sözün taşıyabildiği en yüksek estetik formlardan biridir.
Bu kültüre yönelik eleştiriler, ancak araştırarak, bütüncül ve adil bir bakışla yapıldığında yerini bulur. Aksi hâlde hem geleneğin estetik boyutu hem de toplumsal dokusu yanlış anlaşılır. Gelecek nesillere bırakılacak görev ise nettir: Dengbêjliği layığıyla korumak, anlamak ve aktarırken hem geleneğin ruhunu yaşatmak hem de çağın duyarlılıklarıyla zenginleştirmektir.
Sonuç olarak, pastoral erotizm ve Dengbêjlik yalnızca kadını ve doğayı yüceltmez; aynı zamanda Kürt halkının estetik, toplumsal ve ruhsal kimliğini taşıyan derin bir kültürel mirası günümüze ulaştırır. Bu mirasa sahip çıkmak, anlamak ve gelecek kuşaklara hakkını vererek aktarmak, bizlere düşen en büyük sorumluluklardan biridir.
Ve tüm bu anlatının sonunda, yazının kalbine yakışacak o kadim sesle Şakiro'nun "Xezal Dıînê" kilamıyla bitirmek istiyorum. Çünkü bazen bir kilam, bütün bu düşünceleri tek bir nefeste özetler.
Dengbêj Şakiro: Xezal Dînê
Dîlber dînê sibe bû, ez Xezal im,
Ax lo rebeno, lo narim deştê li minê…
Gidî kembera zêr û zîvîn giran e,
Ji eşqa dilê rezîl qêmîş nakim, hayê, ax lo nadim piştê…
Hewû rebeno gidî,
Hewû zalimê gilî, gazin û loma ji min neke…
Min sond xwarî,
Sed xençerê li min xin, ez ê ranabim ji kêlekê, hû wî lo ji teniştê…
Bê Xezal, hayê hê hê hê hê yî ye bi,
Gidîno Xezala min xeyîdiye, hûy, ax lo bi min ra nayê…
Sebrê gilî, gazin û loma ji min nekin…
Çavê Xezala min li revê bû, dilê Xezala min li seknê bû…
Tu bala xwe bidê, him diçêre Rebiyo lo, him dikayê…
Xezal dînê sibe bû, ezê bê nexweş im,
Ax rebeno li minê lo birîn neksê…
Kesekê xwedanê xêra tunîni cewabekî bide Xezala min bi tenê,
Melhemekî çêbike ji şîr û şekir lo ji arê Kilsê…
Hewû rebeno gidî,
Gelî gundî cînarno temî û weyseta min li we be…
Ez nexweş im, ez dimirim,
Hûnê kefenê min bibirin çîtê dêrê qîza, ax lo filankesê…
Hewara Xwedê, bê Xezal, hayê hê…
Yî gidîno Xezala min xeyîdiye, hî lo min ra nayê…
Çavê Xezala min li bezê bû, dilê Xezala min li seknê bû…
Hûn ji bona Xwedê şahîd bin vê sibengê Xezal,
Him diçêre Rebiyo lo, him dikayê…
Dengbêj Şakiro: DELİ CEYLAN
Deli dilber, sabah oldu.
Ben bir ceylanım; ah çaresizim, ovaya gidemem.
Altın ve gümüş kemer ağırdır; rezil yüreğimin aşkına kıyamıyorum.
Beline sarılamam.
Hey çaresiz, ey zalim, şikâyet etme, yakınma ve alınma.
Yemin ettim:
Yüz hançer yesem de senin yanından, senin yamacından kalkmam.
Ah ceylanım… bakın hele, ceylanım küsmüş; benimle gelmiyor.
Ey sabrım, şikâyet etme, yakınma ve alınma.
Ceylanımın gözü kaçmakta, ama yüreği kalmaktan yana.
Hele bakın…
Ceylanım, sabah olmuştu; ben hastaydım.
Ah çaresizim, nefessiz kalmışım.
Bir hayırsever yok mu ki ceylanıma haber versin;
Sütle şekerden bir merhem yapsın, Kıvs diyarından getirsin…
Ah çaresizim; ey köylülerim, komşularım… vasiyetimdir:
Hastayım, ölüyorum; kefenimi kızların çit kumaşından kesin.
Ah kimsesizim… yetiş imdadıma Allah’ım.
Ah ceylanım… bakın hele, yine küsmüş; benimle gelmiyor.
Gözü kaçmakta fakat yüreği kalmaktan yana.
Allah için, bu sabah şahit olun:
Benim ceylanım hem otlanıyor… hem de yutkunuyor.