İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

Kabuk değiştiren kent

Kabuk değiştiren kent

Birkaç aylık bir aradan sonra 7 Ekim 2011 Cuma günü Van’dan Hakkari’ye geçtim. Yol boylarında insanların yaşam biçimlerinde, yerleşim alanlarında önemli bir değişim yaşanmamış. Yüksek yerleşim alanlarından yol boylarına inip ev ve küçük işyeri açanların sayısında artış var. Yol çalışmaları yer yer devam ediyordu. Bu ağır tempoyla Hakkari – Van arasındaki yolun sağlıklı, rahat bir ulaşıma kavuşması bir 10 yıl daha alır gibi görünüyor.

Ortadoğu’nun sayılı dar, derin ve uzun vadilerinden biri olan Zap Vadisi; uğradığı tahribat sonucu doğal güzelliğini tamamen yitirmiş, Erziki Çay’ı azalmıştı. İlkbaharda Zap’ın delice akışına verdiği katkı adeta yok olmuştu. “Zê kişte, Erzikıni li pişte” (Zap’ın zindeliği Erziki sayesindedir) özdeyişi, birilerinin arkasındaki gizli gücü ifade ediyordu. Zap boylarında çocukluğumun geçtiği sonbahar yaylamızın yakınından geçerken, berrak sularında yüzmeyi öğrendiğim göletler renk değiştirerek kirlenmişlerdi. Zap’ın yeşile çalan berraklığı, yamaçlarındaki ormanlık alanlardan eser kalmamıştı. Güzelim vadi beklide tarihinin en renksiz ve çobanların kavallarından yankılanan ezgilerden yoksun, sessizliğini yaşıyordu. Sonbahar yaylalarının mehtaplı gecelerinde yazın Berçelan’ın bol otlaklı bayırlarında otlamış taşkın sürüleri çobanlar kaval çalarak “Guhor” denilen açık barınaklarında tutarlardı.

Yenilik adına yapılan her şey, geçmiş çağlarda gezginlerin anlatımlarına konu olan vahşi güzelliğini yok etmişti. Zap suyu da, örtüsüz kalan yamaçları da adeta öksüzleşmişti. Ortadoğu egemenlik sistemleri, boyunduruk altına aldıkları mazlum halkların coğrafyalarına karşı da kin ve öfke beslerler. Bölgedeki asimilasyon süreci tamamlanmadığı ve Kürtler siyasi ve kültürel taleplerde bulundukları için coğrafyaları da suçlu ilan edilmiş ve tahrip edilerek cezalandırılması temel bir politika olarak benimsenmiştir.

8 Ekim’de çarşıda bir tur atarak bazı dostlarla karşılaştım. Çarşıda yükselen binalar, çarşı merkezinden sümbül dağından ağır ağır ilerleyen güneş ışınlarını izlemeyi engelliyordu. Geçmişte Sümbül dağı akşam saatlerinde Hakkari’liler için bir güneş saati işlevini görüyordu. Gelişen teknolojik gelişmeler o doğal saatin işlevine de son verdi. Öğretmenevinin küçük bahçesi kentin önemli buluşma mekanı olma misyonunu üstlenmiş.

10 Ekim 2011 pazartesi günü saat 13:30 da Hakkari Öğretmenevi’nin bahçesine yeniden uğradım. Tanıdık simalar oldukça azalmıştı. Bahçe de oturanlarda suskunluk içindeydiler. Daha doğrusu kentin semalarında yoğunlaşan helikopter sesleri cadde ve parktaki insanların seslerini bastırmıştı. Kentte var olan siyasi gerilim her tarafta olduğu gibi öğretmenevinin bahçesine de yansımıştı. Bahçesinde öğretmenlerden ziyade devlete yakın aşiret mensubu ve korucu tayfaları çoğunluktaydı. Bir yıl öncesine göre korku ve gerilimi daha fazla hissediliyordu. Hakkari insanının geleneksel sıcak ilişkileri toprağın derinliklerine gömülmüş gibiydi. İlk kez kent toplumunun kabuk değiştirdiğini canlı bir biçimde hissettim. Birkaç yıl önce öğretmenevi bahçesinde dertleşmeye gelen Hakkari eşrafının son kalıntıları da göç etmişlerdi kale dibindeki asri mezarlığa. Çatışan iki siyasal görüş kendisine özgü insanlar yaratarak şekillendirmişti. Demokrasi ve tartışma kültürü 1970’li yılların çok gerisinde kalmıştı. Tarihten gelen kabileler demokrasisi düşüncesi de ölenlerle birlikte dönmemek üzere kabristan yolculuğuna çıkmıştı. Eskiden Hakkari yerlisi arasında yaygın olan selamlaşma, hatır sormanın yerini soğuk ve çıkara dayalı ilişkiler ve kuşkulu bakışlar almış. Selamlaşırken sağ elini sürekli göğsüne götüren ileri gelenler kül olup uçmuşlardı. Kentin caddelerinde kasketlerini yan takan, bıyıklı, kravatlı kent soyluların yerlerini ukala, çalımlı, cahil köy soyluları almış.  Militanlıkla örtmeye çalışılan cehalet, yeni kuşakların vücut dillerinden rahatlıkla okunuyordu.

1.20121009183118.jpg

Kısacası Osmanlı döneminde otonom bir statüye sahip iken 20.y.y.’ın birinci çeyreğinde demokratik özden yoksun cumhuriyete devredilen; baskıcı ve inkarcı asimilasyona rağmen; kale ve medrese kültürünü hayatın tüm alanlarında yansıtan kuşak tamamen yok olmuş. Anladım ki acımasız sistem bir dönemi kapatmış. Geçmişin izlerini aramaya çıkanlar sadece kale altında saklanan ve taşlarının çoğu kırılmış mezarlıklarda bulabilirler. Bin yılların mirasına sahip çıkmayı “bölücülük” olarak algılayan yerel kültür düşmanlığı devlet kurumlarındaki egemenliğini sürdürüyordu. İnkarcı siyaseti her geçen gün biraz daha fark edenlerin sayısında önemli artış var. Ancak, kent soylularının yerini alan köy soyluları daha dinamik, doğaları gereği daha militan ve daha özverili. İnkara, baskıya, zulme karşı daha cesur davranışlara sahipler. Ne yazık ki demokratik olgunlaşma; militanlaşmaya paralel olarak gelişme göstermemiş.

Kentte yeni kabuğu oluşturan köy soylular demokrasi kültürünü özümsemedikleri sürece, kafalarındaki demokratik anlayışı hayata geçirseler bile demokrasinin tadını alamazlar. Demokrasi; tadı alındığında güzeldir.

Hakkari aynı zaman da geri bıraktırılmışlığı ile de hala gündemde. 12 Kasım 2011 tarihinde deprem nedeni ile Van’ın Erçiş ilçesine giden Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan; vatandaşların Erçiş’in il olmasını istiyoruz biçimindeki taleplerini şu sözlerle yanıtlamıştı: “Hakkari il olmakla durumu Erçiş’ten daha mı iyi?” Türkiye cumhuriyeti başbakanı yaklaşık 90 yıldır il statüsünde olan Hakkari’nin ekonomik, sosyal alanlardaki geri bıraktırılmışlığını adeta itiraf ediyordu. Statü Hakkari’yi il yapmıştı, ancak asıl amaç halkını asimile etmek olduğu için kalkınmasından ziyade geri bıraktırılmışlığı temel politika olarak benimsenmişti.

13 Ekim 2011 tarihinde Çukurca’ya geçtim. Zap vadisi sonbaharın son günlerini yaşıyordu. Hakkari coğrafyasının en düşük rakımlı Biyadır (narlı) köyünde yaşam yeniden canlanmıştı. Köylüler yol boyunca nar, incir, üzüm pazarlıyorlardı. Çukurca ilçe merkezinde sessizlik hakimdi. Kalenin güneye bakan yamacına oturtulan “kasır” denilen taş evlerin bazılarının tavanları çökmüş, duvarları yer yer yıkılmıştı. Tarihi bir miras, yöneticilerin gözleri önünde bilinçli olarak ölüme terk edilmişti. İlçeyi çevreleyen tepelerin zirvelerine yerleştirilen gözetleme kulelerinin sayısında artış vardı. Adeta abluka altında tutulan ilçe, tam bir açıkhava hapishanesi görüntüsü sergiliyordu. Zaten ; Türkiye – Irak sınırını belirleyen 49 no’lu taş ilçe merkezinin sadece 800 metre güneyindeydi. Merkezi Zağrosların en eski yerleşim alanlarından biri olan Çele’nin (Çukurca) ilçe merkezi; Lozan ve onun paylaşımını hayata geçiren 1926 Ankara Anlaşması ile “Güneydoğu Anadolu”; 800 metre güneyinde kalan biçenekleri, ormanlık alanı da Arabistan toprakları olmuştu. 85 yıldır sınırın ötesinde kalan arazilerini kullanmaya giden onlarca insanın her iki devlet güçlerinin kurşunlarına hedef olup hayatlarını kaybettikleri kayıtlarda yazılıdır. 1926 yılında Ankara Antlaşması ile sınırlar belirlenirken öfkelenen İngiliz delegasyonu önce 49 numaralı sınır taşını ilçenin tam ortasında bulunan kaniya mela (molo çeşmesi) çeşmesinin bulunduğu yere dikmek istemiş. Ancak Çukurca ağası Evliya (Welya) beyin tepkisi ve adamlarının silaha sarılması üzerine 49 numaralı sınır taşı 800 metre güneye kaydırılmıştı. Eğer Çukurca’lıların bu müdahalesi olmasaydı Çukurca kalesinin 200 metre çevresi” Doğu Anadolu” hükümet konağının bulunduğu yer de Irak toprakları ya da sömürgecilerin diliyle, yani Arabistan olacaktı. Kürt coğrafyasının paylaşımı ile ilgili Çukurca’da yaşanan bu komedi hemen hemen sınırların geçtiği tüm bölgelerde yaşanmıştır. Kısacası Çukurcalıların silahlı direnişi sonucu belediye binasının, hükümet konağının ve bir çok kamuya ait binanın bulunduğu ilçe toprakları; “Arabistan” olmaktan kurtulmuş ve “Doğu Anadolu” olmuştu. Her ne hikmetse vicdanlı hiç kimse bu soruyu yetkililere sormuyor: “Çukurca ilçe merkezi Doğu Anadolu ise; sadece 800 metre güneyde kalan tarihi toprakları hangi tarihi, sosyolojik, coğrafik ve vicdani gerekçelere göre önce büyük Biritanya’nın sonra da Arap toprakları olmuştu?

2.20121009183218.jpg

Gittiğimiz gün sınır ötesine sistematik olarak top atışlarına ara verilmişti. İngiltere ve Arabistan toprakları olmaktan kurtulan Hesınka mahallesinde bir düğün vardı. Düğün sanatçısının mikrofonundan yankılanarak yayılan Xelef şarkısının sözleri, hayran olduğum bestesi duygularımı okşadı. Çünkü Çukurca’da o şarkıyı dinleme hakkını elde etmek için yüzlerce can toprağa düşmüştü. Bestesini çok sevdiğim o şarkı tam 160 yaşında. Botan hükümdarı Mir Bedirhan’ın koltuğuna oturtulan Mir Sewdin’in oğlu  Ezdinşer’in yönetimi döneminde yaşayan Botan’lı Xelef’ın  kahramanlığı yörede yaygınlaşmıştı. Direnişi sembolize eden sözlerinin içeriği, oyun figürlerindeki sekme ve çekmeleri 160 yıldır halay meydanlarında. Xelef şarkısının vurgulayıcı sözleri Kürtlerin yakın direniş tarihi örgüsünün sadece bir tanesidir. Direnişini önce müziğe sonra da halk oyunlarının figürlerine nakş etmenin coşku ve iradesidir, bir halkı dünyanın en acımasız, gaddar asimilasyon belasına karşı ayakta tutan. Asimilasyon yuvalarında dayatma, bir kör tıpa ile kapatılan yöresel dil ve kültür kanalı, yıllardır Xelef ve benzeri yüzlerce şarkının anahtarı ile açılarak yaşatılmıştır.

Vadilerde su toplama projeleri ile geçişleri önleme ve yol güzergahlarını vadinin yüksekliklerinde götürme çalışmaları Çukurca yöresinde de yoğunlaştırılmış.

Hakkari’den Çukurca’ya giden yol Tiyar Vadisi’nin ortalarından itibaren Zap Nehri’nin sağ tarafına kaydırılarak, su yatağının kimi yerlerinde yüzlerce metre yüksekte geçirilmiştir. Yolun ulaşımı kolaylaştırmaktan ziyade askeri amaçlarla yapıldığı anlaşılıyor. Mesafe uzadığı gibi maliyeti de yükselmiştir. Yol güzergahlarının ulaşım gerçeğinin dışında değiştirilmesi; tabanında Haziran ayından itibaren su bulunmayan vadilerde barajların inşa edilmesi; siyasal iktidarın son yıllarda halkın ödediği vergilerle devlet kasasında toplanan paraların yandaşlarına aktarmanın bir yöntemi olarak ta algılanabilir. Devletin, az da olsa yöre de kalan insanlar için üretime yönelik hiçbir yatırımı yok. Yüksek zirveler de adeta bir karakol ağı oluşturulmuş. Vadi tabanında dikkati çeken tek devlet yatırımı Köprülü (Geman) yatılı ilköğretim okulu. Aynı okullardan birisi de ilçe merkezinde asimilasyon hizmeti veriyor. 1990’lı yıllar öncesinde 58 köy ve mezradan oluşan ilçe çevresinde 2000’li yıllarda sadece 4 yerleşim yeri boşaltılmamış. Kısacası Çukurca’nın adı ilçe olarak kalmış, ancak sınırları içinde sadece 14469 kişi yaşıyor. Bu nüfusun 7735 kadarını da güvenlik güçleri oluşturmaktadır. Coğrafya yaralı. Birinci dereceden akraba olan insanlar devlet yanlısı ve karşıtı şeklinde ikiye bölünmüş. İnsan sınıra yaklaştıkça insanlardaki gerilimi daha iyi görüyor. Bölgede kalan halk tamamen devlet kasası ile yaşamaya mecbur bırakılarak bağımlıkları arttırılmış. Ancak; Çukurcalıların ağır koşullara rağmen kendilerine özgü soylu genetik yapılarına bağlı kalarak özgürlük için direnenlerin sayısı daha fazla. Belediye seçimlerinin Barış ve Demokrasi Partisi adayının kazanması da bu geleneğin dışa vuran yansımasıdır. Baskılara rağmen halk kimliğini, dilini, kültürünü sahiplenme mücadelesini büyük bedeller ödeyerek korumaya çalışıyor. Çukurca, Kuzey Irak Kürtlerinin direniş güçlerini destekliyor diye 1965 – 1980 yılları arasında ırkçı Baas rejiminin uçak saldırılarının hedefi olmuştu. O tarihlerden bu yana Çukurca insanı sürekli iki devletin baskılarının hedefi olmaktan kurtulamadı. Coğrafyanın büyük bir bölümü insanlardan arındırıldı. Suçlu ilan edilen ilçe halkı her sabah top sesleri ile yeni bir güne başlıyorlar.

3.20121009183307.jpg
Yukarıda ifade ettiğim gibi, bu makale yaklaşık bir yıl önce kaleme alınmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
33 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi