Şiddetin Estetizasyonu: Acının gösteriye, ölümün sıradanlığa dönüştüğü çağ

Şiddetin Estetizasyonu: Acının gösteriye, ölümün sıradanlığa dönüştüğü çağ

Tarih boyunca değişmeyen gerçek ise hep aynı kaldı: İnsanlık, şiddeti hem lanetledi hem sevdi; hem korktu hem izledi; hem nefret etti hem haz aldı.

Alican Tuncay yazdı:

Her şey, insanlık tarihinin en eski ve en karanlık sorusuyla başlıyor: Kabil, kardeşi Habil’i hangi duyguyla, hangi öfkeyle ve hangi karanlık hazla öldürdü?

İnsanlığın ilk cinayeti, şiddetin ilk sahnesiydi. Bir kardeşin diğerini öldürdüğü o an, yalnızca bir kıskançlığın değil; şiddetin seyredilebilir, anlatılabilir, hatta estetize edilebilir bir şey hâline gelişinin başlangıcıydı. O ilk kan toprağa düştüğünde, insanlık şiddeti sadece yaşamadı; izledi, anlattı, paylaştı ve çoğu zaman bundan bir tür haz duydu. Daha da ürkütücü olan ise öldürmek ve şiddet üzerine güzellemeler yapılmasıydı. Ölümler şiirleştirildi, kanla yoğrulmuş hikâyeler efsaneye dönüştürüldü. Ölüm, korku olmaktan çıkarılıp bir gücün kaynağı, estetize edilmiş bir eylem ve bir haz alma göstersi olarak sunuldu. Belki de o ilk damla toprağa düştüğünde insanlığın kaderi çoktan çizilmişti. Çünkü o günden beri insan, şiddetten hem beslendi hem ondan korktu hem de ona tedirgin bir merakla yaklaştı. Kimi zaman şiddeti kutsadı, kimi zaman onu bir oyuna çevirdi, kimi zaman da bir haz nesnesi olarak tüketti. İnsanlık ne kadar ilerlediğini düşünürse düşünsün, içindeki o karanlık damar hiç kaybolmadı.

Tarihe baktığımızda ilkel toplumlarda savaş meydanlarında düşmanların başlarından kuleler yapılırken; insanlık, kanın ve korkunun estetiğini öğreniyordu. Bu sadece bir tehdit değil; toplumu bir arada tutan ilkel bir ritüeldi. Ölüm, ceza ve şiddet, kalabalıkların gözü önünde sahnelenen bir gösteriye dönüşüyor; insanlar bu gösteriyi izleyerek hem korkuyor hem de garip bir biçimde ona alışıyor hatta bu öldürme ritüellerinden haz alıyordu.

Antik Mezopotamya’da Asurların kesik başlardan yükselttikleri ölüm kuleleri yalnızca bir iktidar sembolü değildi. Bu kuleler, şiddetin törenleştiği, izleyen insanların ölüme yavaş yavaş duyarsızlaştığı sahnelerdi. Korku bir yönetme biçimine; ölüm, bir kamu gösterisine dönüşmüştü.

Dünyanın öte yanında aynı çağlarda İnkalar da piramitlerin tepesinde insanların kalplerini tanrılara sunuyor, vahşet kutsallığın içinde bir şova dönüşüyordu. Bu ritüeller hem korkunun hem hazzın hem de toplumsal birliğin aracı hâline gelmişti. Kitleler, tanrılara sunulan kalplerin ritmik sesini izlerken, ölümün ilahi bir düzene bağlandığına inanıyor ve bu vahşeti kutsal bir tören gibi içselleştiriyordu. Böylece insanlık, kendi yarattığı barbarlığa anlam yükleyerek ona alışıyordu. Şiddet hem kutsanıyor hem estetize ediliyor; ölüm ise korkudan çok bir gösteri, bir ritüel, bir alışkanlık oluyordu.
Zaman ilerledikçe sahnenin büyüklüğü arttı. Öldürme bir yönetim anlayışı ve bir spor etkinliği olarak yeniden şekillendi. Roma İmparatorluğu’nda gladyatör arenaları, yüzlerce yıl sürecek bir “ölüm eğlencesi” kültürünün sembolü hâline geldi. Koca amfitiyatrlarda binlerce kişinin alkışları arasında insanlar ve hayvanlar birbirini parçalıyor; kan kumlara karıştıkça kalabalık coşuyordu. Orada ölüm, bir spor, bir gösteri, bir haz kaynağı olmasının yanında toplumu bir arada tutan bir yönetim anlayışıydı.

İnsanlığın şiddetle ilişkisi, tarihin en eski sayfalarından beri bir sahneye dönüşmüş durumda olduğunu tarihi metinleri okudukça karşımıza çıktığını görüyoruz. Ortaçağ Avrupa’sı bu sahnenin en karanlık perdesiydi. Kilise, iktidarını korkuyla pekiştirirken halka açık infazlar bir ritüel hâline gelmişti. Cadı ya da iblis damgası vurulan kadınlar meydanlarda canlı canlı yakılırken kalabalıklar ateşin etrafında toplanıyor, çığlıkları bir tür dini arınma ayini gibi izliyordu. Şiddet hem korkutuyor hem büyülüyordu; hem günahkârı cezalandırıyor hem seyredenleri tuhaf bir hazla dolduruyordu. Ortadoğu’da da benzer sahneler yaşanıyordu. Osmanlı’da suçluların başlarının Topkapı Sarayı girişinde sergilenmesi, iktidarın kanla mühürlenmiş bir mesajıydı. Baş kesme töreni yalnızca bir ceza değil; halkın gözleri önünde düzenlenen bir gösteriydi. Şiddet, kamu düzeninin sağlanmasının yanında; bir de seyircinin hafızasına işlenen bir korku performansı hâline gelmişti.

İnsanlık çağ atlattı bilgi birikimi arttı derken, Fransız Devrimi ile birlikte şiddetin gösterisi modernleşti ve bambaşka bir boyuta evrildi. İcatlar şiddetin ve öldürmenin daha estetik bir şekilde icra edilmesi için kullanılır oldu. Bu icatlardan Giyotin yalnızca ölümün aracı değildi; devrim kalabalıklarının kolektif coşkusunun sembolüydü. Kraliyet ailesinin kesik başları birer siyasal manifesto gibi sahnede gösterildi. Bu anlar daha sonra yağlı boya tablolarla ölümsüzleştirilerek yeni bir estetik şiddet anlayışı doğurdu. Sanat yoluyla şiddet artık duvarları süsleyen bir durum haline geldi.

20.yüzyıla gelindiğinde şiddetin gösteriye dönüşmesi, küresel ölçekte kullanılan bir propaganda aracına evrildi. Çarlık Rusya çöktüğünde Romanov ailesi önce fotoğraflandı, ardından kurşuna dizildi; bedenleri sergilenerek halkın intikam duygusu tatmin edildi. Hitler Almanyası’nda milyonlarca Yahudi, Roman, Ermeni ve siyasi muhalif sistematik biçimde toplama kamplarında öldürülürken, bu ölüm makinesinin neredeyse her aşaması soğukkanlılıkla kayda geçiriliyordu. İtalya’da Mussolini ile sevgilisi Petacci’nin cesetleri Milano’ya götürüldü; öfkeli kalabalığın önüne atıldı, fiziki saldırıya uğradı ve sonunda bir benzin istasyonunun çatısındaki metal kirişe baş aşağı asıldı. Libya’da Kaddafi saklandığı yerde yaralı ele geçirildi; yıllarca ona bağlılık gösteren kalabalıkların linç ederek öldürdüğü, cesedine işkence ettiği ve parçalanmış bedeniyle fotoğraf çektirip paylaştığı görüntüler tüm dünyaya yayıldı.

Bütün bu sahneler bize şunu gösteriyor:

Korkudan ve güçten beslenen kitle, yönetimi ele geçirdiğinde bastırdığı öfkeyi en ağır biçimde dışa vurabiliyor; şiddeti bir intikam ritüeline, öldürmeyi ise bir haz nesnesine dönüştürebiliyor.

Tüm bu sahneler aynı zincirin halkalarıydı: Şiddet yalnızca uygulanmıyor; seyrediliyor, görüntüleniyor, kaydediliyor ve bir gösteriye dönüştürülerek yayılıyordu. Ama bütün bunların ötesinde teknoloji, şiddeti bambaşka bir evreye taşıdı. Şiddet ve öldürme eylemi artık pornografik bir etkileşim ve haz nesnesine dönüşerek küresel ölçekte dolaşıma giriyor. Artık arenalar yok, meydanlar yok; elimizde telefonlarımız var. Şiddet mekân değiştirdi ama anlamını yitirmedi. Tam tersine, daha tehlikeli, daha yaygın ve daha hissizleştirici bir hâl aldı. Deyim yerindeyse, hayatın olağan akışı içine yerleştirilmiş, normalleştirilmiş bir eyleme dönüştü. Şiddet sıradanlaştı ve kendi soğuk biçimini yarattı. 21. yüzyılda hızla gelişen teknoloji ve internet sayesinde, eskiden yalnızca bir yerde duyduğumuzda bile ruhumuzu tedirgin eden, tüylerimizi diken diken eden şiddet ve ölüm haberleri artık doğrudan gözümüzün önüne düşüyor. Dünyanın herhangi bir köşesinde işlenen bir katliam, bir şehirdeki şiddet ya da öldürme eylemi saniyeler içinde milyonlara ulaşıyor, defalarca izleniyor. Bu tür görüntülere sürekli maruz kalmamız, ne yazık ki bizleri giderek hissizleştirdi ve düşüncelerimizde de şiddeti normalleştirdi.

İnsanlık tarihi boyunca her dönem “saf kötülük” diye tanımlanabilecek kişi ve gruplara tanıklık etti. Ancak son yarım yüzyılda bunun en çarpıcı ve ürkütücü örneklerinden biri, Suriye’de ortaya çıkan terör örgütü IŞİD’in infaz videolarıydı. Bu terör örgütünün canilikle anılan militanları, insanların diri diri yakıldığı, boğulduğu ya da başlarının kesildiği vahşet sahnelerini adeta bir film seti titizliğiyle kayda alıyordu. Bu görüntülerin Telegram ve WhatsApp gibi platformlarda “özel içerik” etiketiyle paylaşılması, modern çağın kötülüğünün ne kadar çıplak ve ne kadar sıradanlaştırılmış bir hâl aldığını açıkça ortaya koyuyor. Artık şiddet yalnızca uygulanmıyor; paketleniyor, servis ediliyor ve dijital bir tüketim nesnesine dönüştürülüyor.

Ukrayna–Rusya savaşında cephelerde aç, bitkin ve savunmasız askerlerin üzerine drone ile bomba bırakılırken, operatörlerin bu anı soğukkanlı bir keyifle kaydedip sosyal medyaya yüklemesi. Öte yandan Gazze’de sivillerin, çocukların ve sağlık çalışanlarının hedef alınması; ölü bedenlerin canlı yayınlarla tüm dünyaya servis edilmesi… Bunlar sadece savaş görüntüsü değil; insanlığın görgüsünü, acıya duyarlılığını ve vicdanını yitirdiğinin açık kanıtlarıydı. Sosyal medya ise bu süreçte ahlaki değerlerini kaybetmiş, şiddet ve ölümden neredeyse haz alan bir tüketim alanına dönüştü. Saf kötülüğün beslendiği, büyüdüğü ve normalleştirildiği yeni bir mecra hâline geldi. Artık ölüm bir gerçeklikten çok, bir içerik, bir kategori ve bir izlenme oranı olmuş durumda. Bugünün drone operatörü ile ekran başında bu videoları tüketen sıradan izleyici arasında neredeyse fark yok. Biri sahnenin içinde, diğeri tribünde; ama ikisi de aynı şiddet gösterisinin parçası.

Tarih boyunca değişmeyen gerçek ise hep aynı kaldı: İnsanlık, şiddeti hem lanetledi hem sevdi; hem korktu hem izledi; hem nefret etti hem haz aldı. Ölümü bazen kutsadı, bazen estetikleştirdi ama her zaman seyredilebilir bir gösteri hâline getirdi ve hayatın bir parçası haline dönüştürdü.

Toplum olarak tüm bunlara maruz kalırken, gündelik hayatın içindeki sıradanlaşan şiddete bir de ekranlardan üzerimize boca edilen ölüm görüntüleri ekleniyor. Algoritmalar aynı sahneleri günlerce önümüze itiyor; haber siteleri, televizyon kanalları ve sosyal medya platformları aynı vahşeti farklı açılardan, farklı başlıklarla yeniden ve yeniden servis ediyor. Sanki insan acısının tükenmez bir stok olduğu varsayılıyor ve biz her kaydırışta başka bir canın son nefesine tanıklık etmeye zorlanıyoruz.

Oysa biz, aile içindeki tartışmalardan sokaktaki öfke patlamalarına, iş yerindeki mobbingten kamusal alandaki görünmez baskılara kadar zaten bin bir çeşit şiddetin içinde yaşıyoruz. Dijital dünyanın bitmeyen akışı bu yükü büyütüyor, ağırlaştırıyor, içimizde bir yerleri köreltiyor. Bu hâl artık bireysel travmalarla açıklanabilecek bir durum değil; toplumsal ruhun topluca yıprandığı, sessizce çöktüğü ve toplumsal bir çürümenin çağın işareti. Artık insanlar sokak ortasında, kalabalığın içinde, kameraların gözü önünde eli titremeden bir başka insanı öldürebiliyor. Öfke bir refleks, şiddet bir çözüm, ölüm bir gösteri nesnesi hâline geldi. Toplumda her gün karşımıza çıkan bitmeyen şiddet vakalarına baktığımızda yalnızca bireylerin değil; bütün bir toplumun duygusal eşiğinin düştüğünü, vicdanın inceldiğini, utancın kaybolduğunu görüyoruz.

Tüm bunlar bize karanlık bir gerçeği haykırıyor. Toplumsal ruh sağlığı sessizce çöküyor. Farkında olmadan, adım adım, hepimizi içine çeken bir karanlığın ortasına sürükleniyoruz. İnsanlık belki de tarihte hiç olmadığı kadar başkasının acısına karşı körleşiyor; üstelik bunu normal bir şeymiş gibi, sıradan bir alışkanlıkmış gibi yapıyoruz.

Ben bir uzman değilim; ama uzmanların çalışmalarına, araştırmalarına ve raporlarına baktığımda çok net bir tablo ortaya çıkıyor karşımıza. Sürekli şiddet içeriğine maruz kalmak, toplumda savaş dönemlerine benzeyen bir huzursuzluk hâli yaratıyor. Çevremizde yaşanan ya da medyada gördüğümüz bir cinayet, bir saldırı ya da herhangi bir şiddet olayı bizde ilk anda doğal bir tedirginlik ve çaresizlik duygusu oluşturuyor. İçimizde bir sıkışma, bir içe kapanma, adı konulmamış bir huzursuzluk bırakıyor. Fakat günler geçtikçe, sosyal medyanın durmaksızın tekrar ettiği bu görüntülere maruz kalmaya devam ettikçe, ilk anda bizi sarsan o duygu yavaş yavaş solmaya başlıyor. Şiddet, hayatın olağan akışının bir parçasıymış gibi görünmeye başlıyor. Bir tür alışma, kanıksama, hatta fark etmeden bir duyarsızlaşma oluşuyor.

İşte tehlike tam da burada başlıyor; insan, başkasının acısına karşı duyarsızlaşıyor. Gençler için şiddet artık sıra dışı bir durum değil; neredeyse sıradan bir davranış biçimi hâline geliyor. Toplumun tamamı farkına varmadan sessiz ve tehlikeli bir “alışma” sürecine giriyor. Asıl yıkım ise bu alışmanın kalplerimizi, vicdanlarımızı ve sağduyumuzu aşındırıp şiddet karşısında insanların duyarsızlaşmaya başlıyor. Çünkü öldürmek ve şiddet artık yalnızca suç ya da vahşet değil; toplumun damarlarına işleyen bir “görüntü akışı”na dönüşmüş durumda.

Bu yüzden artık bazı gerçeklerle yüzleşmek zorundayız:

— Reyting uğruna mafya ve suç örgütlerini kahramanlaştıran diziler son bulmalı.
— Sabah programlarında insanların acıları, trajedileri ve mahremiyeti üzerinden reyting devşirilmesine izin verilmemeli.
— Sosyal medya politikaları, düşünce özgürlüğünü boğmadan; ancak evrensel etik ilkelere, insan onuruna ve toplumsal güvenliğe dayanarak yeniden düzenlenmeli.
— Nefret, kin, düşmanlık ve ötekileştiren söylemler açık biçimde sınırlandırılmalı.
— Toplumu iyileştiren, empatiyi büyüten, dayanışmayı güçlendiren içerikler desteklenmeli ve görünür kılınmalı.

Çünkü insan, başkasının acısına nasıl baktığıyla kendi insanlığının sınırlarını belirler.

Bugün toplumun büyük bir kesimi farkında bile olmadan hiç girmediği bir savaşın cephe gerisinde nöbet tutuyormuş gibi yaşıyor. Her an yeni bir patlama, yeni bir video, yeni bir ölüm görüntüsü bekleniyor. Bu görünmez tetikte olma hâli sinir sistemini yoruyor; tahammül azalıyor, öfke büyüyor. Trafikte patlayan öfke, evde yükselen ses, okulda ve iş yerinde küçük bir gerilimin bile büyük bir krize dönüşmesi tesadüf değil. Şiddet normalleşti. İzlemek sıradanlaştı. Ve en tehlikelisi ise insanlar bunu izlemekten artık bir tür haz duymaya başladı.

Bir toplum için en kritik eşik, ölümü olağan karşılamaya başladığı andır. Şiddetle arasındaki mesafenin kaybolduğu, “bana dokunmadığı sürece sorun yok” rahatlığıyla her görüntünün soğukkanlılıkla izlendiği andır. Belki de asıl korkmamız gereken, ölenlerin çokluğu değil; bunu normal karşılayanların, izlerken sessizleşenlerin, duyarsızlaşanların her geçen gün çoğalmasıdır.

Çünkü bir gün Kabil’in hikâyesinin sadece bir efsane olmadığını; hâlâ içimizde dolaştığını, hâlâ ellerimize bulaşabildiğini fark etmek zorunda kalabiliriz. Ve o gün geldiğinde asıl kaybımız, birbirimizi öldürmemiz değil; insanlığımızı kendi ellerimizle toprağa gömdüğümüzü anlamamız olacak. Bir noktadan sonra en ağır görüntüler bile hayatın olağan akışıymış gibi görünmeye başlar. İşte tam da bu “alışma” anı, çöküşün başladığı andır. İnsan, başkasının acısına alışmamalı.Gençler şiddeti normal sanmamalı. Toplum, kötülüğe dayanıklı hâle geldikçe kendi vicdanından da uzaklaşmamalı.

Bugün sosyal medyada şiddetin bilgi vermekten çok bir “pornografik içerik” gibi sunulması bu çöküşü hızlandırıyor. Görüntüler daha çok izlensin diye dramatize ediliyor; aynı video defalarca dolaşıma sokuluyor. Etkileşim uğruna insanların ölümü bile bir gösteriye, dijital bir tüketim nesnesine dönüşüyor. Bu yalnızca etik bir sorun değil; toplumsal ruh sağlığını temelden aşındıran ağır bir tehdittir. Kötülüğün sıradanlaşması tam da bu dijital sahnelerde başlıyor. Ve artık bu duyarsızlık yalnızca bireysel bir mesele değil. Hepimizin üzerinde durduğu toplumsal ruhun sessiz ve derin bir çöküşü bu. Her gün biraz daha yorgun, biraz daha huzursuz, biraz daha umursamaz hâle geliyoruz üstelik farkında bile olmadan.

Peki, tüm bunlar olurken biz toplum olarak ne yapmalıyız?

Öncelikle kabul etmeliyiz ki şiddete karşı koymak yalnızca bireylerin değil; devletin, sivil toplum kuruluşlarının, ailelerin, eğitim sisteminin, dini kurumların ve siyasetin ortak sorumluluğudur. Bu; ekranlarda, sokakta, okulda, evde ve sosyal medyada karşımıza çıkan kötülüğün sıradanlaşmasına karşı durma görevimizdir. Bu görev, hem bizim hem de toplumun her bir ferdi için ertelenemez bir evrensel ahlak sorumluluğudur:

— İnsan hayatının değersizleştirilmesine karşı sağlam bir ahlaki duvar örmek,
— Acının ve ölümün bir gösteriye, bir “içerik”e dönüşmesini durdurmak,
— Şiddetin normalleştiği, sıradanlaştığı her kapıyı tek tek kapatmak.

Bu sadece bir tercih değil; toplum olarak varlığımızı, vicdanımızı ve ortak insanlığımızı korumamız için zorunlu bir görevdir. Sessizliğin, alışmanın ve duyarsızlaşmanın bizi içten içe yok etmesine izin vermemek için her bireyin, her kurumun ve her yapının kendi sorumluluğunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü toplumun çöküşü sessiz başlar; ama onun yeniden ayağa kalkması, yüksek bir vicdan, güçlü bir irade ve ortak toplumsal bir ahlakla mümkündür.

Ve unutmamalıyız ki:
Kötülük yayılırken susmak; tarafsız kalmak değil, o kötülüğün bir parçası hâline gelmektir...

Sonsuz bir sevgiyle kalın...

Etiketler : , , , ,
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum