İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

Bir emir-i humayun ve Pinyanişi kalesi

Bir emir-i humayun ve Pinyanişi kalesi

İslamiyet öncesinde 900 yıl batıdaki hasım imparatorlukların karşıtı olan; doğudaki imparatorluğun merkez üssü, İran’daydı. Arapların devletleşmelerine zemin hazırlayan İslamiyet’in doğuşuyla bu üs önce Medine, sonradan Şam ve Bağdat’a kaydırıldı. Araplara geçen doğu imparatorluğunun merkezi yaklaşık 600 yıl egemenliğini sürdürdü. Türk boylarının bölgeye girmeleri ve 13. y.y. ortalarında gerçekleşen Moğul saldırısı bölge dengelerini alt üst etti. Batı karşıtı olan doğudaki imparatorluk geleneği parçalanarak, tek merkezli güç olma şansını değişen koşullara göre yitirdi. 13.y.y. sonlarında Anadolu’nun batısında temeli atılan Osmanlı devleti, 16. y.y. başlarında doğuya açılma siyasetini başlattı. Aynı dönemde İran’da Perslerin torunları olan Safeviler de Şah İsmail’in önderliğinde tarih sahnesine çıktılar. Böylece tüm Ortadoğu; Anadolu, ve İran merkezli Osmanlı ve Safevi devletlerinin çekişme ve paylaşım alanı oldu.

Fars’lar henüz Emevi’ler döneminde kavmiyetçiliği her fırsatta dini inancın önüne çıkaran Arap sömürgeciliğinin potasında erimemek için iktidarda yenik düşen Hz. Ali ve çocuklarının uğradığı haksızlığı bir mezhep inancı gibi benimseyerek o inançla kavmiyetçiliklerini koruma altına almışlardı. Şiilik mührünün İran sarayında olması İslam’ın Sünni mezhebine mensup Osmanlıların özellikle yayılma gösterdikleri doğu cephesinde zafiyet yaratıyordu. Bu zafiyeti gidermek için Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Çaldıran savaşının hemen sonrasında, yani 1517 yılında Muaviye mührünün kendilerinde olduğu Mısır Memlükler’i üzerine bir sefer düzenledi. Gerçekleştirdiği katliamın ardından Sünnilik mührünü İstanbul’a taşımayı başardı. Artık Osmanlıların kavmiyetçilik kılıcı da Safevi’lerin kılıcı gibi süslü, kutsal bir inanç kınına kavuşmuştu. “Gavur Kızılbaş” ülkesine sefer düzenlemek için dinsel gerekçeler tamamlanmıştı. Her iki imparatorluk arasında yaklaşık 150 yıl devam edecek olan savaşlarda binlerce insan Sünnilik ve Şiilik mezhepsel inançları işlenerek iktidar uğruna toprağa düştü.

i1.20120924132132.jpg

17.  y.y.’ın   birinci yarısında IV. Murat döneminde gerçekleşen Bağdat seferi hariç, tüm savaşların çatışma ve hesaplaşma alanı Kürdistan coğrafyası oldu. Bağdat seferi sonrasında her iki imparatorluk arasında 1639 yılında Doğu Kürdistan’ın Kasr-ı Şirin kasabasında onaylanan ve onun adıyla tarihe geçen anlaşmayla, 1514 Çaldıran savaşıyla gerçekleştirilen Kürdistan’daki fiili bölünme de resmiyet kazandı. Bölünen Kürt Mir’leri zaman zaman birbirlerine düşürülerek zayıflatılıp, merkezileşmeleri engellendi. Öbür taraftan; her iki devletin savaş güçlerinin önünde öncü güç olma görevi de Kürtlere verildi. Dilerseniz uygulanan bu siyasetin tanıklığını yapan Evliya Çelebi’nin yazdıklarını birlikte okuyalım :

“Süleyman Han zamanında Osmanlı Padişahı
Van tarafından acem diyarına gitse, Van beylerbeyi
öncülük yapar. Önü sıra Hakkari Han’ı öncü olur.
Onun İlerisinde, Mahmudiler öncülerin başı olurlar. Onların
önünde Pinyanişi yiğitleri sağ ve sol ince karakol olup,
İlerde baş ve dil olmakla görevlidirler.” (1)

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinin ilgili bölümünde bahsettiği “ Pinyanişi Kalesi” günümüz Başkale (Elbak) ilçesinin doğu toprakları olup İran sınırları içinde kalmıştır. Sonradan Kızan, Bahoşani (Baxoşani) adıyla anılan Pinyanişi aşiretleri bu kalenin çevresinde yaşıyorlardı. I. Dünya savaşı sonrasındaki paylaşımla çoğunluğu İran sınırları içinde kalan Şıkak (Ebdoyi) aşiret konfederasyonuyla bütünleştikleri biliniyor.  Seyahatnamenin dışında, başka tarih kaynaklarında da Kürtlerin, iki imparatorluğun yapay sınırları çevresinde denge unsuru olduklarına dikkat çekmişlerdir.

Zaten daha öncesinde de İran’a karşı sınırları koruma görevi Kürt mirlerine verilmişti. Beyazıd’lı Mahmut’tan yapılan bir alıntıya göre İran’la yapılan savaş sonrasında İstanbul’a dönen padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın doğudaki sınırların güvenliği konusunda endişelerini dile getiren annesine şunları söylemişti:

“Anne, ben Osmanlı imparatorluğu, Acemler ve
Gürcüler arasında çok sağlam bir duvar örmüşümdür.
Artık düşman bize hiçbir şekilde saldıramaz.
Ben duvarı et ve kan ile yaptırdım. Bu bölgenin
idaresini Kürtlere verdim. Onlar sayesinde
düşmanlar bize saldıramaz ve ulaşamazlar.” (2)

Aynı Kanuni Sultan Süleyman İran’a karşı yaptığı savaşta sağladığı başarılı hizmetler ve gösterdiği yararlılıklardan dolayı, Hakkari hükümdarı I. İbrahim Han Bey’e kendi adına para bastırma yetkisini tanımıştı:

“Osmanlı ordusu gelmeden bütün Azerbeycanı
fethetti. Rağbet ve hürmeti daha ziyade arttı.
Herkes ona tabii oldu.    Sultanın hususi ihsanına nail
oldu. Padişah mahsus kılıç verdiği   gibi para
bastırmasına ferman sadır oldu.”(3)

İran Safevi devletine karşı Hakkari bölgesinde sınır bekçiliği görevi Zeynel Bey zamanında başlatılmıştı. 1585 yılında vezir-i azam serdar-ı ekrem Özdemiroğlu Osman paşa komutasında gerçekleşen Tebriz seferi öncesinde de yine Hakkari’nin yaşlanmış eski beylerinden Zeynel Bey’e “havali’nin yağma ve tahribi” görevi verilmişti. Onu da Kürdistan tarihi Şerefname’den okuyalım:

“1585 yılında Osmanlı sultanı 3. Murat, veziri Osman
paşa vasıtasıyla Azerbeycanı işgale kalkıştığı sırada,
Zeynel  Bey için de Safevi bölgelerine saldırıp
yağmalamalara  girişmesi konusunda bir emir-i humayun
çıkarılmıştı. Bu  durum üzerine Zeynel Bey, Safevi
devletinin sınırlarından   içeri girerek Merend’e kadar
yağmaladı.”(4)

Bunlar sadece sınırdaki Hakkari beyleri ile sınırlı birkaç alıntı. Doğubeyazıt’tan Süleymaniye ye kadar tüm sınırdaki Kürt beylerinin durumu aynı idi. Tarihlerinin en büyük felaketi ile karşı karşıya gelmiş, alevleri yüksek iki sömürgeci gücün ateşi arasında kalmışlardı. Coğrafi konumları gereği Kürt mirleri her iki imparatorluk yöneticileri arasında dama taşı görevini yapıyorlardı. Tahran’ın bir hamle ile ileri sürdüğü Kürt mirini İstanbul, bab-ı ali’nin öne fırlattığı miri de tahran sarayı yutuyordu. Bunların yerine ya komşu mirlerden birini, ya da boşalan koltuğuna bir yakınını oturtarak yerel iktidar kavgasını körüklüyorlardı. Amaç; Serhat bekçiliği yapan Kürt beylerine verilen görev ile sınırın her iki yakasında yaşayan birinci derecede akraba olan hanedanlar arasındaki rekabeti canlı tutup yaratılan husumeti kan davasına dönüştürmekti. Her iki devletin ordu mensuplarının kanı sadece meydan savaşlarında dökülürken, doğu cephesinde akıncı görevi verilen Kürtlerin kanı aralıksız olarak coğrafyalarının sınır boylarındaki toprakları suluyordu. Görevini yapmayan veya baskılara karşı başkaldıran Kürt beyleri, ya tebaasıyla İran ve Anadolu’nun içlerine gönderiliyordu veya bir askeri operasyon ile etkisizleştirilerek potansiyel tehlike olmaktan çıkarılıyordu. Bugün İran’ın Meşhed, Horasan bölgeleri ve İç Anadolu bozkırlarına sürülen Kürtler, bu çekişme ve hesaplaşmanın mağdurlarıdırlar. Zamanla sayıları onlarla ifade edilen bu Kürt aşiretleri; 20. y.y.  da İran ve Anadolu’da kurulan Türk ve Fars devletlerinin milliyetçi potalarında eritilerek ulusal kimlikleri yok edildi. 20 y.y.’ın birinci yarısında bastırılan Kürt isyanları ardından, sürgün politikalarına hız verildi. Özellikle Diyarbakır, Ağrı, ve Dersim’de önemli bir Kürt nüfusu Batı Anadolu’ya yerleştirildi. 20. y.y.’ın son çeyreğinde Irak diktatörü Saddam Hüseyin, İran ve Türkiye’nin perde arkasındaki desteği ile bu acıklı, insanlık dışı, kanlı ve soykırıma dayalı kervana daha gaddarca katıldı. Enfal saldırısının ardından 184.000 kürdü Arabistan çöllerine sürerek toplu mezarlarda katletti. Bu üçlü imha kervanının tarihi beraberliği sona ermemiştir. Ancak; Lozan sonrası paylaşımda Kürtlerin parçalanarak altında tutsak alındığı inkar ve imha sehpasının iki ayağı Irak ve Suriye’de yapay devletler oluşturularak yönetimleri Araplara verilmişti. 80 yıl boyunca herhangi bir parçadaki Kürt direniş hareketini bastırmak için sehpanın dört ayağı ortak ittifaklarla harekete geçiriliyor ve başarı sağlanıyordu. İlk kez geçici de olsa bu dört ayaktan biri yani Türkiye ayağı; Tahran, Bağdat ve Şam ayakları ile ihtilafa düşmüştür. Bu çelişkileri Kürtler tarihi bir fırsat gibi algılayıp bölge ve dünya demokrat güçlerinin desteğini alarak yararlanmaları gerekir. Bunun için de Kürt partilerinin önce kendi aralarında ciddi bir ulusal birlik oluşturmaları hayati bir önem taşımaktadır. Başarının yolu bu ittifaktan geçer. Çok derin olmayan bu çelişkiler karşısında fazla iyimserliğe kapılmadan mücadeleyi diplomatik yollardan vererek yoğunlaştırmak zorunludur.

i2.20120924132148.jpg

Şimdilik sadece bir konaklama ve yeniden hazırlık yapma süreci yaşayan malum güçler Kürt özgürlük hareketi karşısında yeniden uzlaşabilirler. Tarihte sık sık uzlaştıkları gibi.

Irak’ta Kürtler için bilenen kılıçlar, Sünni- Şii iktidar kavgasından dolayı kının içinde bekletiliyor. Hür Suriye ordusunun tarihinin en büyük hesaplaşmasını Suriye Kürtleri ile yapacağını unutmamalı. İran ise; Türkiye ile giriştiği, temelinde Şiilik – Sünniliğin yattığı bölge liderliği yarışından dolayı, Kürtlere yönelik saldırılarını geçici olarak durdurmuştur. Bu politikanın kalıcı olacağına inananlar sadece kendilerini aldatırlar.

Kısacası Kürtlere karşı sık sık kullanılan kılıçların müzeye bırakma zamanı henüz ufukta görünmüyor. Bu kılıçların müzelik olmaları tamamen Kürtlerin kendi öz güçleri ile güçlü bir ulusal ittifak kurmaları ve özgürleşmelerine bağlıdır. Bölgesel yasalar bunu emrediyor.

Kaynakça:
1- Evliya Çelebi seyahatnamesi, cilt 6, s.266
2- Dr Kemal Mazhar Ahmet, tarihin tarihi, Kürtlerde tarih, tarihte kadın,s65
3- Yrd.dç.dr. Dündar Ali Kılıç, İrisan Beyleri,s62
4- Şerefname,s121

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
16 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi