Necip Çapraz

Necip Çapraz

Kürdistan orada kaldı (1)

Kürdistan orada kaldı (1)

Bir yürek kaç parçaya bölünebilir ki? Ve her parça inatla yaşayabilir mi?

Otuz yıllık çatışmalı süreçte yitip giden canların, mülteci yaşamların ve her şeye rağmen direnmenin gerçek öyküsüdür bu.

Terk etmek zorunda bırakıldığı topraklara barış için tekrar döndüğünde mahkemedeki sözleri şu oldu; “Gelişimizin amacı, eğer devlet ve organları silah ve şiddet dışındaki çözüm yöntemlerinin kapısını aralarsa, demokratik siyasetin önünü açarsa Kürtlerin dağdan inmeye hazır olduğunu göstermekti.”

Şuan Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan Barış Grubu Sözcüsü Hakkarili Nurettin Turgut’un öyküsüdür bu.

ÖZGÜRLÜĞE KAÇIŞ

Yürümek iyiye, haklıya, doğruya
Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun
Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu.

Dağların doruklarından fırtınalar kopardı geceleri durmadan. Kapılar gıcırdar, uykular hafiflerdi gecenin tedirtginliğinde. Her an ölümün kapıyı çalabilmesinin yüzlerde bıraktığı tedirginlikti bu. Öyle ki pencereleri döven her rüzgar bile bütün geceyi endişelerin tahakkümüne veriyordu. Gıcırdayan her kapı, çarpan her pencere… Celladın gelebilme ihtimaliyle doluyordu burada. Parlayan ayın ışığını dışarı çıkıp da içmeye cesaret gerekti; ama neylersin mavilikler umut değil, kefen gibi sarabilirdi bedeni. Bu yüzden bütün gece kıyameti beklerken büyükler, çocuklar masallara uyutuldu. Sarıldı anneler minik bedenlere, kulaklarına yarının hayali fısıldandı. Konuştukları dilin varlığının başlarına açtığı belaydı bu; ama inkar edilemez gerçekliklerinin de mücadelesinin karşılığıydı bütün bu çektikleri.

Genç adam pencere aralığından yıldızlara baktı ışıldayan gözlerle. Ne kadar da çok yıldız vardı ve ne kadar huzurluydular. Ülkesini düşündü sonra; Hakkari’yi, Zap’ı ve hükümdarlara meydan okumuş dağlarını… Derinden bir iç çekişle düşlere daldı. Çocuklarını düşündü, yarınları belirsizliğin karabasanında bir bilinmeze mahkum edilmiş çocuklarını… İki parça can, iki aziz goncasını kainatın… Ve sonra karısına baktı gözlerinden kederin her türlüsü akarak. Bunca çileyi kendisiyle paylaşan bu Kürt kızının yüzünde açan umutsuzluk güllerini gördü. Kendisi çok mu umutluydu sanki? Askerliğini yaptığından bu yana sürekli takip ediliyor ve çoğu zaman da gözaltına alınıyordu. Suçu büyüktü, çocuklarına kendi dilinde masallar anlatıyordu çünkü. Suçu büyüktü, çünkü Hakkari’nin boyun eğmez dağlarının asiliği vardı onda. Hem Kürt olmak hem de susmamak… Bundan gayrı büyük risk olamazdı o zamanlarda. Van’ın bu kenar mahallesinde, bu evde sessiz düşünceler çığlık çığlığaydı işte. Çocuklar atalarının dilleriyle masallar dinleye dinleye uykularına dalmışlardı. Turgut, pencere aralığından yıldızlara bakıyordu. Karısı ise bir bilinmezde kaybolmuşçasına sadece yaşananları düşünüyordu.

Halbuki susabilir ve de sistemle çok uyumlu bir hayat da sürebilirdi. Belki o anda çocuklarına yine ana diliyle masallar da anlatabilecekti; ama kuytularda ve varlığını inkar ederek. Onun böyle bir yok oluşa hiç de gönlü rıza göstermiyordu. Zamanında Hakkari’de çıkan olaylardan sonra Batı şehirlerine bir öğrenci olarak sürgün edildiğinde ve askerliğini yaptığı yıllarda kendi özünü muhafaza etmek konusunda daha da bilenmişti. Çünkü varlığının yokluğunu, Türk’ün varlığı ona duyuruyordu. İmreniyordu Türk arkadaşlarına; onların dillerinde okumalarına, rahatça dillerini kullanabilmelerine ve de geliştirebilmelerine… Böyle bir zamanda düşüncelere dalıyor ve sürekli “Ben kimim?” sorusunu soruyordu kendine. Yıllarca konuştuğu dilin ne olduğunu, tarihinin ona neler anlattığını merak etmeye başladı. İşte o yıllardan sonra da sürekli kitap okuyor, ezilen halkların mücadelesini araştırıyordu. Şiddete bulaşmıyordu, ama zihninde kıyametlerin her türlüsü kopuyordu. Kendini bulmanın heyecanıyla kavrulurken itiraz ediyordu haksızlıklara. Diyordu “Türk’e, Kürt’e ya da başka bir millete… Kime yapılırsa yapılsın, bu haksızlığa itirazım var.”.

Lise yıllarında bu itirazını sürekli dile getiriyordu. Fakat 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı zulüm çeperinden kurtulamıyordu. Sussa, içi rahat etmeyecek; susmasa, her an o da gözaltına alınabilecek. Peki neye itirazı vardı bu genç adamın? Katalan, Bask, Vietnam… Ve eziyet gören tüm halkların yanındaydı. Onların dillerini yasaklayanlara itirazı vardı, onları sömürmek isteyenlere… Lise yıllarında en çok onu sinirlendiren şey, aynı haksızlıklara uğrayan bazı arkadaşlarının sessiz kalışıydı. Susmak yapılan haksızlıkları kabullenmekti. Bu yüzden bazen onlarla tartışıyor ve bütün yüreğiyle “İnsanlara yapılacak en büyük zulümlerden, kötülüklerden biri de onları inkar etmek, özlerinden boşaltmaya çalışmak ve onları olduklarından başka bir şeye dönüştürmektir. Biz Kürt çocukları yıllar boyu böylesi zulümlere baskılara maruz kaldık. Özümüzden boşaltılmaya Türkleştirilmeye çalışıldık.” diye haykırıyordu. Öyle ki bu haksızlıkları bizzat yaşamış okul arkadaşı Muhsin’in teslimiyetçi tavırlarına kızmış ve yakasına yapışmıştı bir gün. Korkunun sinir bozucu gömleği içindeki Muhsin, susmuştu. Zaten o, her şeye karşı susmayı yeğliyordu. Ama o, Muhsin’in boğazını sıkarak “İnsanlar doğdukları yere benzer, dağlarına ve ovalarına… Sen hangi kentin uşağısın da böyle siniyorsun sana yapılanlar karşısında. Hiç mi utanmıyorsun doruğunda serinlikler taşıyan Cilo’dan, ana dilimizi haykıran Zap’tan ve mazimizin özgürlük sembolü Zağros’tan?” diye bağırmıştı. Muhsin de onu iterek bir anda “En azından kendi aramızda dilimizi konuşabiliyoruz, kimse duymadan. Hem biz ne yapabiliriz bu tanklara, toplara, silahlara karşı?” diyebilmişti. Bunun üzerine Turgut onu bırakarak ateşten gözlerle ona bakarak “Koyun gibisin kardeşim / Gocuklu celep kaldırınca sopasını / Sürüye katılıverirsin hemen / Ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye” diyerek uzaklaşmıştı.

Devam edecek... 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
16 Yorum
Necip Çapraz Arşivi