İbrahim Genç

İbrahim Genç

Asker, siyaset ve dil

Asker, siyaset ve dil

İlerleyen tarihle birlikte toplumlar da ilerlerler. Bu ilerleme ancak, toplumun kendini dönüştürmesine ve yerleşik bir demokrasi kültürü edinmesine bağlıdır. Bunun aksine, bir yönetim aygıtı olarak kapalı kalan ve bir nevi devletleşmiş bir feodalite yaratan ülkeler-toplumlar ise her zaman bir adım geride kalır ve üçüncü dünya ülkesi olarak uluslar arası alandaki yerini alabilir.

Bu bağlamda bir ülkenin dönüşmesi-gelişmesi de ancak o devletin kurumlarının performansına bağlıdır. Bu sebeple Türkiye olarak bir dönüşüm-gelişip yaratmak istiyorsak bu, kurumların öz eleştirilerini verip kendilerini yeniden yapılandırması gerekir. Tabi ülkemizde gördüğümüz kadarıyla bir değişim-dönüşüm olmuyor ya da yavaş oluyor.

Bunu özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerde görüyoruz. Konumu, görevi anayasa ile belirlenmiş bir kurum olmasına rağmen TSK, her zaman kendini siyasal alanda gösterme çabası içine girmektedir. Bu durum, ülkemizde kanıksanmış –ki ben buna kanıksanmış askeri vesayet diyorum- olsa da, çağdaş demokrasilerde bu normal karşılanmadığı gibi bunun hukuksal yaptırımları olduğu da bir gerçekliktir. Oysa her Türkiye vatandaşının TSK’den beklediği tavır, siyasal alanda kendini göstermeden, yasalarla kendisine çizilen sınırları bilmesidir.

Fakat ne yazık ki sivil demokrasinin yetersiz kalışı ve TSK’nin kendini ülkemizin yegane garantisi olarak kabul ettirme çabasından dolayı bu başarılamamakta ve “laik, sosyal demokratik, hukuk devleti” vurgusu, içi boşaltılmış bir slogan haline gelmektedir.

 “MUHTIRALARA ÖZDE KARŞI MIYIZ?”

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 21 Eylül tarihinde  bayram vesilesiyle Mardin’de Sınırtepe karakoluna yaptığı ziyaret sırasındaki konuşmalarda vermeye çalıştığı mesajlar demokrasinin ne olduğunu bilen vatandaşları düşündürtmüştür. Sayın Başbuğ’un ülke gündemine dair açıklamaları, siyaset adamlarını küçülten yaklaşımları bir kere daha bize, TSK’nin demokrasilerdeki yerini ayarlayamadığını gösterdi. Özellikle yanına gazetecileri alıp bölgeye gitmesi de CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay’ın ifadesiyle “Bir şeyler açıklamak amacını taşıdığını” göstermektedir.

Sayın Başbuğ’un bölgeden yaptığı konuşmayı dinleyince, her şeyden önce Türkiye demokrasisi adına bu ve benzeri hiçbir konuşmanın asker tarafından yapılmaması gerektiğini düşündüm. İster olumlu ister olumsuz bir konuşma olsun, hiçbir demokratik ülkede askerin bu tür konuşmaları kabul edilemez.

Genelkurmay Başkanımızın 21 Eylül tarihli Sınırtepe konuşması, bana iki yıl önce yazdığım “Muhtıralara Özde Karşı mıyız?” adlı yazımı aklıma getirdi. 2007 Nisan’ında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek için dönemin Genelkurmay başkanı tarafından bir E-muhtıra yayımlanmıştı. O dönemde kimi aydınlar içeriğine bakmadan, bunun demokrasi adına kabul edilemez olduğunu savunurken kimisi de içeriğini anlama gayretine girdi ve kimisi de bu muhtırayı onayladı. Ben ise 15 Mayıs 2007’de Radikal Genç’te yayımlanan “Muhtıralara Özde Karşı mıyız?” adlı yazımda şunları dile getirmiştim:

“(…)Sonunda asker de bir muhtırayla taraf olduğunu beyan etti.Bütün medya kuruluşları ve yazarlar bu muhtırayı anlamaya çalıştılar.Kimileri doğrudan bu muhtıraya karşı çıkarken,bunun ülkemiz demokrasisi açısından kabul edilmesinin imkansız olduğunu söylerken;kimileri de ya içeriğini anlama gayretine girdi ya da böyle bir muhtıranın bir zorunluluktan kaynaklandığını belirtti.Halbuki ülkemizin demokratik yapısı göz önüne alındığında gerek sivil toplum örgütlerinin gerekse basının, muhtıranın içeriğinden ziyade bunun demokrasimize büyük bir yara verdiğini belirtmesi ve bunu kınaması gerekiyordu;fakat bunun yapılmayıp daha çok ‘Genelkurmay ne demek istedi?’  düşüncesine endeksli bir çözümleme gayreti baş gösterdi.Daha yakın zamanda İspanyol Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan General Jose Mena Aguadon’un Katalonya Özerk Bölgesi’ne daha geniş hakları verilmesiyle ilgili yapılan düzenlemeleri eleştirmesinden dolayı kendisine ev hapsinin verilmesi ve sonrasında ordudan ihraç edilmesiyle işleyen bir sürece şahit olduk.Demokrasilerin bir gereği olarak ispanyada işleyen bu süreç neden ülkemizde işle(ye)miyor düşünmemiz gerekiyor(…)”

“BİZİM İŞİMİZ SİYASET DEĞİL”

Genelkurmay Başkanımızın bayram ziyaretinde dikkatimi çeken en tuhaf diyalog, sayın Başbuğ ile bir vatandaş arasında geçen konuşma oldu. Halkın sıkıntılarını dinleyen (!) Sayın Başbuğ, “Milletvekiliniz yok mu?” diye soruyor. Orada bulunanlardan biri “Emine Ayna var ama o da terörist” diye cevap vermesi üzerine Genelkurmay Başkanımız şöyle bir gaf yapıyor: “Bizim işimiz siyaset değil, ben bilemem.”

Bu bir gaftı, çünkü orada bulunduğu saatlerde bile ülke gündemine göndermeler yapan ve siyasetçilere yönelik eleştirilerde bulunun biri kalkıp da “Bizim işimiz siyaset değil.” diyordu. Madem Genelkurmayımızın işi siyaset değil, o zaman Sayın İlker Başbuğ’un yaptığı bazı konuşmalardan, özellikle Kürtleri ilgilendiren konulardaki açıklamalardan yaptığım alıntıların yorumunu size bırakıyorum:

(…)Kültürel alandaki düzenlemeler herhangi bir şekilde yasal alana doğru götürülmeye ve alt kimlikler üst kimliğe dönüştürülmeye çalışılırsa ve bu konular ülke gündemine kasıtlı olarak devamlı sokulursa, korkarız ki ülke kutuplaşmaya ve ayrışmaya sürüklenebilir(...)Üniter devlet yapısına zarar verecek düzenlemelerden ve düşüncelerden kaçınılmalıdır(28 Ağustos 2008, Genelkurmay Başkanlığı Devir-Teslim Töreni).

(…)Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup hakları ile kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst-kimlikler yaratılmasına izin veremeyiz(…) İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması-ki bu grup olarak tanınması- anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir (14 Nisan 2009, Harp Akademileri Komutanlığı).

(…)Biz Türk Silahlı Kuvvetleri olarak hiçbir zaman ne Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ne de Türkiye’deki siyasi partilerimizi protesto etme gibi bir düşüncemiz yoktur. Ancak bu Meclis içinde yer alan bir grup/siyasi parti PKK terör örgütüyle olan ilişkisini, terör örgütüne bakışını açıklığa kavuşturmadan bizim onlarla aynı ortamda olmamız söz konusu değildir (29 Nisan 2009, İletişim Toplantısı).

(…)Kültürel özgürlüklere evet, bireysel kalmak şartıyla. Devlet kültürel özgürlüklerin önünü açabilir ama biz bunu bireysel yapıda düşünüyoruz (4 Haziran 2009, ABD).

(…)Türk Silahlı Kuvvetleri, kültürel farklılıklara saygılıdır. Ancak kültürel farklılıkların siyasallaştırılmasını, başka bir ifadeyle siyasal temsil aracı olmasını, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline gelmesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası içinde mümkün göremez (25 Ağustos 2009, Zafer Haftası).

(…)Zamanın ağalarından çeken insanlarımız şimdi maalesef siyaset ve terör ağalarından muzdarip. Esas sorunlardan biri de halkımızın siyaset ve terör ağalarından kurtarılması(...) Yaşanmakta olan gelişmelerden tedirginlik duyanlar merak etmesin, Türk Silahlı Kuvvetleri, milletimizden aldığı güç ve azimle görevinin başındadır (21 Eylül 2009, Mardin- Sınırtepe).

Bu tür alıntılamalar çoğaltılabilir; fakat biz bu kadarıyla yetinelim. Yalnız bir konuda anlaşalım, askerin söylediklerinin içeriğini tartışmıyorum. Burada tartışmaya çalıştığım ve sorguladığım nokta, askerin sürekli olarak kendini sivil yönetimde kabul ettirme çabasıdır.

“DİL, İNSANIN EVİDİR”

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Mardin-Sınırtepe ziyaretinde yapmış olduğu Türkçe vurgusu da çok önemlidir. Özellikle “ulus devlet, üniter devlet” kavramlarını sürekli tekrarlayan bir kurum olarak TSK’nin bu tavrını normal karşılıyorum. Çünkü bir halk-ulus, ancak diliyle vardır, var olur. Bu bağlamda dil, bir halkı tanımlayan ve anlatan yegane unsurdur.

Sayın Başbuğ Sınırtepe’de şöyle diyordu: “Bu bölgede hâlâ Türkçe okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 20. Türkiye ortalaması yüzde 8’dir. Gözden kaçan önemli bir nokta var. Türkçe. Anayasa’nın 2. maddesi açık: Türkçe resmi dil. Türkçe aynı zamanda ortak iletişim dili. Türkçe aynı zamanda ekonomik dil.”

Her şeyden önce kendi anadiline değer verdiği için Sayın Başbuğ’u bir dilci olarak kutlamak isterim. Yalnız Türkçeyi savunurken başka bir halkın anadilinin gelişmesini de savunmak gerekir. Nasıl Türkçenin başka dillerin boyunduruğu altına girmesini istemiyorsak, Türkçenin Kürtçeyi yok etmesine de izin vermemeliyiz.

Çünkü biz biliriz ki  “Dil, o dili konuşan toplumun kültürünü yansıtan bir ayna, o kültürün düşünüş biçimini, dünyayı algılayışını belirleyen belki de en önemli etken, toplum içi ve toplumlar arası ilişkilerin ön koşuludur(Prof. Dr. M. Osman Toklu, Dilbilime Giriş, sf:13).” Dolayısıyla dil, toplumun ta kendisidir ve Alman filozof Heidegger’in deyişiyle “Dil, insanın evidir.”

İnsanın var oluşunun ispatı olan dilin önemi ortadayken, bir halkın dili olan Kürtçeye TSK’nin yaklaşımının yüzeyselliğini sorgulamak gerekir. Fikret Bila’nın “Kürtçe eğitim diye bir sorun var mı?” şeklindeki sorusuna Sayın İlker Başbuğ Şöyle cevap veriyor: “Ben olduğu kanaatinde değilim. Kürtçeyi nerede öğrenecek bu insanlar? Anadil nerede öğrenilir? Anadili öğrenmekte engel var mı? Anadil anneden, babadan öğrenilir. Ana babaya Kürtçe öğretme diyen var mı?(23 Eylül 2009, Milliyet)”

Burada büyük bir gaflet söz konusu her şeyden önce. Birincisi Sayın Başbuğ, geçmişte Kürtçeye yönelik yapılan yasaklamaları unutmuşa benziyor. Çocuklarına Kürtçe isim verdikleri gerekçesiyle mahkemelik olan Kürt vatandaşları hatırlamıyor. İsmi “W” ile başlayan “Welat”ın Türkiye’ye girişinin engellenmesinden habersiz. Bu tür örnekleri çoğaltmamız mümkün. İkinci bir önemli nokta da şu: Sayın Başbuğ, insanoğluna bahşedilmiş en güzel şeylerden biri olan dilin gelişimine olanak tanınmadığında yok olmaya doğru gideceğinden habersiz. Unesco’nun son raporuna göre ülkemizde 15 dilin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Oysa “Anadilinde düşünmek” adlı makalesinde Oichinski, dil ve anadilinin önemini anlattıktan sonra şöyle diyordu: “Bir tek insanin katli karşısında ürperen insan ruhu, acaba Tanrı’nın yarattıklarının yeryüzündeki en büyüğü olan bir halkın, yüzyılların eseri olan tarihsel kişiliğine yapılan saldırıya tanık olunca ne hissedecektir?”

Biz biliyoruz ki dil, her ne kadar ilk önce anneden ve sonra da etraftan duyulan seslerin çağrışımlarıyla oluşsa da bu yetmez. Çünkü bir dil, ev içi anlaşma aracı olmanın dışında, daha büyük kitlelerin anlaşma aracı olmak ister. Dil, üzerinde yapılacak araştırmalar ve verilecek eserlerle edebi-felsefi bir iletişim aracı olmak ister. Durum bu kadar ortadayken, bir halkın yılların süzgecinden geçire geçire 21. yüzyıla taşıdıkları dilleri olan Kürtçeye yaklaşımdaki bu riyakârlık neden?

Eğer bir dil, sadece anneden öğrenilmekle yaşayabiliyorsa o zaman neden Türkçe üzerine araştırmalar yapan ve eser veren sayısız enstitü, Türkoloji bölümleri ve devlet kurumları var?

Özellikle Stalin döneminde Rusya Federasyonunda Türkî cumhuriyetler üzerinde İlminsky gibi Türkologların eliyle bir asimilasyon yaratılmaya çalışılırken buna karşı İsmail Gaspıralı, Kayyum Nasırî, Kursavî gibi Türk aydınları neden Türkçeyi yaşatmak için Rus asimilasyonuna karşı mücadele ettiler?

Çünkü onlar da biliyorlardı ki “Yeryüzünün farklı coğrafyalarına yayılan insanoğlu, farklı medeniyetler kurarken bunu her şeyden önce dil ile yapmıştır. Toplumlar bütün yaşantılarını dil ile somutlarken, yarattıkları kültürleri de dil aracılığıyla geleceğe taşırlar. Öyle ki ‘Dil her şeyimizdir ve bize insanlığımızı hediye eden ana unsurdur’(Günay Karaağaç; Dil, Tarih ve İnsan, sf:27).”

SONUÇ OLARAK…

Sonuç olarak kendimiz için istediğimizi başkası için de isteyebilmeliyiz. Bu, bir empati yaratmak adına büyük önem arz etmektedir. Eğer bir halkı anlamak istiyorsak her şeyden önce kendimizi onun yerine samimiyetle koyabilmeliyiz. İşte bu bağlamda ülkemizde ahlakî bir eleştirel bakış gelişmeli.

Bu eleştirel bakış, içinde gerçeklikler taşırken birileri de çıkıp bunu ideolojileri ekseninde değerlendirmemeli. Çünkü temel sorun, insanlığın birçok güzelliği sadece kendi aynasından bakıp yok etmesidir. Oysa güzellikleri ideolojilerimize feda etmek yerine, onu kendi düşüncemizle süsleyebilmeli ve geliştirebilmeliyiz.

Bakınız bugün Türk dil Bayramı! Mustafa Kemal’in isteği üzerine 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı’nın açılış günü olan 26 Eylül her yıl birçok etkinlikle “Dil Bayramı” olarak kutlanıyor, ne güzel!

Bırakın, Kürtçe de bir gül gibi açılsın bu topraklarda; bırakın Kürtçe de bir genç kızın yürek coşkusuyla gülsün bize; bırakın, Kürtçe yaşasın Kürtler!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
İbrahim Genç Arşivi