Uzunçarşılı: Yatay mimariye yer kalmadı!

Uzunçarşılı: Yatay mimariye yer kalmadı!

Dikey-yatay mimari tartışmaları gündemdeyken Kuzey Ormanları ve İstanbul Kent Savunması Üyesi Cihan Uzunçarşılı Baysal, konuyu değerlendirdi.

Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı 11 maddelik seçim manifestosunda yer alan başlıkları değerlendiren Kuzey Ormanları ve İstanbul Kent Savunması Üyesi ve Siyaset Bilimci Cihan Uzunçarşılı Baysal, ‘yeniden mahalle kültürüne dönmek istemesini’ karikatürize bulduğunu söyledi.

Evrensel’den Serpil İlgün‘e konuşan Uzunçarşılı, mahallenin kolektif hafızasının ve dayanışma ağlarının yeniden örülebilmesi için zamana ihtiyaç olduğunu söyledi. ‘Dikey kentleşmeden yatay kentleşmeye geçilecek’ açıklamasına değinen Uzunçarşılı, “Tasarladıkları yatay kentleşmede, toplum mühendisliği yoluyla nasıl mahalleler inşa edeceklerini tahmin edebiliyoruz. Bu yatay kentleşme ve mahalle söyleminin ardına baktığımızda gidişatı tehlikeli okuyorum”  dedi.

Baysal’ın söyleşisinden bazı bölümler şöyle;

‘AKP, yeni iktidar oluyormuş’ duygusu, manifesto olarak takdim edilen 11 maddelik beyannamenin tümüne sızıyor, ancak en çok hissedilenlerden biri sizin de vurguladığınız yatay mimariye geçileceğini beyan eden madde. Ne oldu da başta İstanbul gökdelenler şehri haline getirildikten sonra yatay mimari denilmeye başlandı?

2016 sonu verilerine göre İstanbul’daki 121 gökdelenin 117’si Erdoğan-AKP dönemine ait. Gökdelenler çoğalırken 2001 Acil Eylem Planı ile saptanan 480 deprem toplanma alanı 2016’da 77’ye inmiş. Bugün bu sayı daha da azalmıştır. Yine 2010 öncesinde İstanbul’da 10 AVM varken, 2016 sonunda bu sayı 120’ye ulaşmış. Sorunuza dönersek, böyle dikey-dikey, deprem toplanma alanlarını dahi yok eden bir gidişatta birden bire neden yatay kentleşme? Ve neden mahalleyi öne çıkartan bir söylem?

Erdoğan, TRT’deki mülakatında yatay mimarinin ve mahalle kültürünün yaşam üzerindeki olumlu etkilerinden bahsetti. Yetiştiği mahalleyi ve oradaki insan ilişkilerinin önemini anlattı ve dedi ki, “Gökdelenli hayat artık olmayacak. Yatay kentleşmeyle mahalle kültürünü getireceğiz.” O zaman Cumhurbaşkanı’na şunu sormak lazım, madem öyleydi de, neden mahalleleri yıkmaya duruyorsunuz? Ayrıca, mahalle toplumsal bir mekandır ve toplumsallık zaman içinde inşa edilir. Mahallenin kolektif hafızası, dayanışma ağları, toplumsal ilişkileri vardır ve bunlar hop diye olmaz, belirli bir süreç içinde örülürler. Yani Ayşe Teyze, çocukluğunda senin üstündeki çamuru yıkıyorsa, senelerdir aileni ve seni tanıdığındandır. “Ben oraya okul yaptım, cami yaptım, böylece mahalle oldu, gelsin Ayşe Teyze benim çocuğumu yıkasın”, olamaz. Böyle tepeden inme yöntemle mahalle yaratılmaz. Bu olsa olsa mahallenin karikatürü olur.

Bir de şu soru soruluyor; İstanbul’da ve çoğu kentte, yatay mimari yapılacak alan kaldı mı?

Kalmadı tabii! Kanımca yatay kentleşme Kuzey Ormanlarının 3. Havalimanı çevresinde ve Kanal İstanbul gibi yeni açılan rant alanlarında ya da askeri bölgelerde yapılacak. Zaten kendileri de böyle açıklıyor. Nitekim, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı Başkanı olduğu dönemde kanal boyunca Emlak GYO’nun 33 projesi olduğunu iftiharla açıklamıştı. Ayrıca, 3.Havalimanı, Kanal İstanbul ve 3. Köprü’nün kesiştiği noktada 2.7 milyon m2 arazide imar planı değişikliği yapılarak daha önce “tarım alanı” ve “su koruma havzası” olarak belirlenen arazi, konut, AVM, rezidans ve otel gibi yapılaşmalara açıldı. Dikeyden kaçtık buyurun size mis gibi yatay kentleşme talanı! Bu dev arazide bazı siyasiler, dinci vakıflar ve yandaşların arazilerinin olduğunun ortaya çıkmasına da şaşırdık mı? AKP, kendi hegemonyasını ve dinci siyasetini bu şekilde kent rantı üzerinden konsolide ediyor, yandaş sermayeyi abad ediyor. İslami soslu neoliberalizm ile klientelizm elele.

Bu projeler lüks projeler olacak elbette ama aynı zamanda, neo-Osmanlı olarak adlandırılan Osmanlı-İslam kültürünü yansıtan kentler ve mahalleler kurulacak. Yani bir yandan rant uğruna mahalleleri yıkıyorsunuz, kalkıyorsunuz Derbent, Armutlu gibi sağlam temelli yerleşimleri riskli alan ilanlarıyla acele kamulaştırmalarla yıkmaya duruyorsunuz. Keza Okmeydanı topun ağızında duruyor. Sonra kalkıp “mahalle”, “yatay kentleşme” diyorsunuz. Tasarladıkları yatay kentleşmede, toplum mühendisliği yoluyla nasıl mahalleler inşa edeceklerini tahmin edebiliyoruz. Tarikatlara, dini vakıflara yeni alanlar açarak yeni toplumsallaşma mekanları, eğitimden sosyal yaşama dinci ideolojinin önünü açan düzenlemeler… Dolayısıyla bu yatay kentleşme ve mahalle söyleminin ardına baktığımızda gidişatı tehlikeli okuyorum.

Yatay kentleşme vaadi, yandaşlar başta olmak üzere kentleri inşaat şehirler haline getirerek zenginleşen sermayenin çıkarlarına ters değil mi peki?

Evet öyle. Dört grupta toplayabileceğimiz 11 maddenin yatay şehirleşme, şeffaf planlama ve kentsel dönüşüm maddeleri akla bu soruyu getiriyor. Bu söylem, denetimsiz, istismara açık, parsel bazlı, rant odaklı, yoğunluk arttırıcı planlamaların kaldırılacağı gibi okunabilir ancak iktidarın kendi yandaşını beslediği alan tam da burası; özellikle Safir, Zorlu, Trump vb örneklerde gördüğümüz yandaşa sağlanan ayrıcalıklı imar artışları. Peki, ne yapacak? Kanımca bina bazlı dönüşümü kaldırıp Fikirtepe örneğindeki gibi geniş alanlarda dönüşümü getirecek ve böylelikle yine kendi yandaşına, büyük müteahhitlere rant alanları açılacak. Dolayısıyla, çıkarlar korunmaya devam edilecek.

Şu da var; Türkiye ekonomisinin çarkları nereden dönüyor? Gayri safi milli hasılanın yüzde 15 civarı inşaat, emlak sektörlerinden. Buna yan sektörler eklendiğinde GSMH’ya katkı yüzde 30’u buluyor. Şimdi şunu sormak gerek, ekonomik sistemi mi değiştireceksiniz? Yeni üretim alanları mı açıyorsunuz? Çünkü bu anlattıkları kendi sistemleri içinde yapılası şeyler değil.

‘Dokusu ve tarihi korunan benzersiz şehirler’, ‘Tabiata duyarlı, çevreye saygılı şehirler’, ‘Halkla birlikte yönetim’… Beyannamenin bu maddeleri akla Gezi direnişini getiriyor. Halkla birlikte yönetim idiyse, meydan neden halka kapatıldı, cami neden yapıldı ve neden AKM yıkıldı?

Gezi, dayanışmanın, insani ilişkilerin, sokak hayvanından börtü böceğine saygılı, siyaseten çok karşıt olanların dahi bir arada durabildiği çok önemli bir deneyimdi. Gezi, kentin kolektif hafızasından silinemez. Tayip Erdoğan yenilgilerden hiç haz etmeyen bir siyasetçi ve Gezi’ye hınç da buradan. Ama aynı zamanda Gezi, 31 Mart’ın kışlasının, yani kendi ideolojisinin sembolik mekanını temellük etmekte. Hınçta bunun da payı var.

Erdoğan, ‘94 yılında Taksim camiye referansla, “Buraya gelen bir yabancı, bir İslam kentinde olduğunu anlayacak” demişti. Taksim Meydanı’nda cami inşa ederek bu tasavvurunu gerçekleştiriyor. Korunması gereken AKM binasını önce çürümeye terk etti, ardından yıktı. Şimdi “opera binası” diyor ama tasarımındaki kırmızı kubbe, camiyi içinde yansıtıyor. Bu mimariden, bina içindeki etkinliklerin ne çeşit olacağını anlıyoruz. Osmangaziler mi olacak, İslami oratoryolarla mı karşılayacağız, bunu göreceğiz. Bu, Gezi’den rövanş almanın dışında aynı zamanda kültürel iktidarı yaratmanın da araçlarından biri. Orada ne kaldı; Topçu Kışlası. Derdi oraya da el atmak.

Dolayısıyla, son günlerin tartışma konularından biri olan kültürel hegemonya aslında kentlerin dönüştürülmesi üzerinden tesis edildi denebilir?

Tesis edilmek isteniyor/amaçlanıyor desek daha doğru. Taksim sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin en önemli kamusal alanı. İstanbul’un agorası. Politik itirazların seslendirildiği ve duyurulduğu bir yer. Oraya kocaman bir camiyi diktiğimiz zaman -her ne kadar kapısı arka tarafta da olsa- o yükselen cami orayı tamamen egemenliği altına alır. Meydanı bir cami avlusuna çeviren bir alanda politik bir itiraz ne kadar yükselebilir ya da herhangi bir eylem? Ayrıca, cami ile hem oradaki kentsel hafızayı silmeye çalışıyor, hem de kendi ideolojik mekanını inşa ediyor. Cumartesi Annelerinin Galatasaray’da yarattıkları kamusal alan da çitlenerek, çevik kuvvet, toma vb ile askerileştirilerek ele geçirildi. Dolayısıyla kamusal alanların yok edildiğini ya da askerileştirilerek veya camileştirilerek ele geçirildiklerini görüyoruz. Buna karşın, AKP, kültürel hegemonyasını kurmak için kendi ideolojik mekanlarını inşa ediyor; millet bahçeleri ve kıraathaneler mesela bunun çok önemli birer ayağıdır.

24 Haziran’dan sonra, yerel seçimin de önemli seçim vaatlerinden biri olacağı anlaşılan millet bahçeleri ve kıraathanelerin misyonu ne olacak? Ve muhalefet bu misyonu kavrayarak, uygun siyaset geliştirebiliyor mu?

Maalesef kavrayabildiğimizi söyleyemeyiz. “Biz orada bedava kek mi yiyeceğiz!” Değil! Bunlar yeni bir ulus inşa etme sürecinin sosyal mühendislik mekanizmaları. Nitekim ilk kıraathanelerden birinin Diyarbakır’da açılması çok şey söylüyor. Daha önceleri mahalle meclislerinde, derneklerde, sivil toplum kuruluşlarında sosyalleşen gençler, tüm bunların kapatılması / yasaklanmasıyla bunların yerlerini dolduran kıraathaneye yöneliyor. Peki, iktidarınızı eleştiren yayınlar, farklı ideolojiler, görüşler girebiliyor mu kıraathanelere? Elbette hayır. Buralarda sadece iktidarın izin verdiklerini okuyabilirsiniz. Bunlar da İslami içerikli ya da milliyetçi muhafazakar ideolojiyi yansıtan yayınlar olacaktır.

Ya millet bahçeleri?

Her birinin içinde bir kıraathane, merkezlerinde de cami var. Esenler Millet Bahçesi’nin adı 15 Temmuz ve içerisinde yer alan heykellerden birinin adı da “Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Devlet”. Sadece bunlar bile çok şey söylüyor. Ayrıca, millet bahçeleri kamusal bir alan mı, düşünmek lazım. Oraya herkes girebilecek mi? Örneğin gençler sarmaş dolaş dolaşabilecek mi?

Oradaki yaşam denetimli, gözetimli olacak ve oranın kuralları, düzeni altında, iktidarın istediği kadar özgür olabileceğiz. Oysa kamusal alan özgürlüğün alanıdır, orada kimse size başkasının özgürlük alanını ihlal etmediğiniz sürece şöyle dolaş, şöyle giy deme hakkı yoktur. Kenti, bir makine gibi, denetimli, düzenli, insanları da belli bir formasyona sokup homojenleştirdiğiniz zaman artık orada kentten konuşamayız. Kenti kent yapan kamusal alanlarıdır. Bunların ele geçirildiğini görüyoruz. O zaman demokrasiyi nerelerden inşa edeceğiz? Çünkü kent hakkını biz önce oralardan kuracağız.

Çılgın-mega projeler bu değişim ve dönüşümde nasıl bir rol oynadı?

Şöyle bir şey, cumhuriyetten bu yana gelişmeyi “yol yaptık, köprü yaptık” olarak alan bir toplum olduğumuz için kolaylıkla “Türkiye büyüyor, gelişiyor, bakın dünyanın en büyük havaalanını yaptık, herkes bizi kıskanıyor” miti yaratıldı. Böyle olunca nasıl cumhuriyet projesinin kurucusu Mustafa Kemal ise bu projeler yoluyla Yeni Türkiye 2023’ün kurucu babası da Tayyip Erdoğan oluyor. Mega projelerin Yeni Türkiye-Erdoğan mitini güçlendirdiğini düşünüyorum. 15 Temmuz da kurtuluş savaşı/mücadelesinin karşılığı olarak inşa edilmekte.

Dolayısıyla 15 Temmuz, siyasal, sosyal alanın dönüşümünde olduğu gibi, kentlerin İslamileştirilmesinde de Allah’ın lütfu oldu?

Evet, bu yöndeki eğilimleri güçlendirdi. İdeolojik kodlamalarını mekanların, caddelerin isimlerinde de görüyoruz. İşte Boğaziçi Köprüsü 15 Temmuz Köprüsü oldu, aynı şekilde mekan tasarımlarında da bunları görmeye başlıyoruz. Bu bağlamda sansür yasası olarak nitelenen sinema yasası sayesinde son dönemde artış gösteren ve tarihi 1071’den başlatan o kurucu mite uygun yeni sanat kültür örnekleri, yeni Ertuğrul Gazi’ler, Abdülhamit’ler vb gelecek diye düşünüyorum. Saray’daki toplantıya katılan sanatçıların failliği sansür yasasına onay vermenin dışında, kültürel hegemonyanın inşasına yardımcı olan bir yasaya imza olarak da karşımıza çıkıyor. (Kaynak: Evrensel)

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.