HDP’nin 2015 Seçim Beyannamesi'nde Din ve İnanç Özgürlüğü

HDP’nin 2015 Seçim Beyannamesi'nde Din ve İnanç Özgürlüğü

Hz. Peygamber’den Hz. Ali’nin vefatına kadar uygulanan sosyal adaletçi, özgürlükçü ve eşitlikçi devrimci İslam Emevilerle birlikte yerini statukocu ve kapital sözde İslam’a bırakmıştır.

Hz. Peygamber’in “cihadın en iyisi zalim sultanlara karşı hakkı haykırmaktır” hadisi dururken IŞİD ve benzeri örgütler bugün Rojava’da sözde İslam adına sözde cihadı Ortadoğu’nun en mazlum Müslüman halkı olan Kürtlere ve Alevilere karşı yürütmektedir. IŞİD’in Rojava’da yayımladığı Arapça bir bildirisinde okuduğum şu cümleler Sünniler de dâhil her vicdan sahibinin vicdanını sızlatması gerekir diye düşünüyorum: “Biz Rojava’da Yezîd Alayı adıyla bir askeri alay kurduk. Yezîd bizim komutanımızdır; Hüseyin düşmanımızdır. Bizimle savaşan bu insanları Hüseyin’lerinin yanına göndereceğiz”. Haricilerden Klasik Selefilere, Klasik Selefilerden Neo Selefilere ve Vehabilere, onlardan da IŞİD’e devredilen bu sözde İslam’da bırakın Müslüman olmayan kesimler, Müslüman muhalifler bile tekfir edilmekte, onların kadın ve çocukları ganimet olarak mubah görülmektedir.

Hz. Peygamber kendisiyle savaşan Müşrikler üzerine ordu gönderirken “kadınları öldürmeyin! Çocukları öldürmeyin! Ağaçları kesmeyin! talimatı ortada iken kendine muhafazakar Müslüman diyen ve aslında IŞİD’den farklı düşünmeyen Ankara sultanı söz konusu Kürt çocukları ve kadınları olunca “çocuk da olsa kadın da olsa icabına bakın!” diyecek kadar İslam’ın dışına çıkabilmektedir.

Kur’anda “Dilleriniz çoktur ve her biri Allah’ın birer ayetidir” denildiği halde aynı sultan ve onun zihniyetini taşıyan muhafazakarlar korosu “tek dil” diyerek Allah’ın bir ayeti sayılan Kürt dilini inkar ve asimile etmekten çekinmezler ve bu dile anadille eğitim hakkını vermeyi çok görürler.

Hz. Peygamber kendi zamanında mahkemelik olan ve anadili İbranice olan Yahudi bir vatandaşa kendini kendi anadiliyle savunma hakkı tanıyarak bu Yahudi vatandaşın İbranice söylediklerini anadili Arapça olan mahkeme kadısı için Arapçaya çevirmek, mahkeme kadısının Arapça söylediklerini de Yahudi vatandaş için İbraniceye çevirmek için sahabilerinden Zeyd b. Sabit’i tercüman olarak görevlendirmiştir. İslam’da bin dört yüz yıl önce verilen bu anadille savunma hakkı bin dört yüz yıl sonra kendini Müslüman ve muhafazakar olarak tanıtan iktidar tarafından Kürt tutsaklardan esirgendi ve bu da onların dört yıl daha cezaevlerinde kalmalarına neden oldu. Tüm bunlar olurken Diyanet kalkıp da “İslam’da anadille savunma hakkı vardır” deme cesaretini gösteremedi. Oysa bu talepte bulunanlar başka bir ülkede yaşayan kendi soydaşları olsaydı Diyanet kıyameti koparacaktı ve bu konuda yüzlerce makale yayımlayacaktı.

Yine Kur’an’da “Biz sizi değişik milletlere ayırdık, birbirinizi tanıyın!” denilmesine rağmen aynı koro büyük şeflerinin seslendirdiği “tek millet”i nakarat halinde tekrarlayıp duruyorlar.

İslam’ın ilk yıllarında savaş esirleriyle ilgili şu üç seçenekten hangisi daha uygun ise onun tercih edilmesi önerilmiştir: Karşılıksız serbest bırakma, fidye karşılığı serbest bırakma, karşı tarafın Müslümanların esirlerini köleleştirmelerine karşılık onların da esirlerini köleleştirme. Fakat Hz. Ömer “annelerinden özgür doğan insanları köleleştiremezsiniz!” talimatından sonra köleleştirme uygulaması İslam’ın bu erken sürecinde tamamen ortadan kaldırılmıştır. Oysa bugün IŞİD kendilerine muhalif olanların erkeklerini köleleştirmekte, kadınlarını cariye olarak çarşı pazarlarda satmaktadır.

Çağdaş Muaviye’nin sarayının adı ‘AK Saray’dır

Hz. Peygamber mescitten açılan bir kapıyla girilen çamurdan basit bir evde kalıyordu. Ona saray, taç ve taht teklif edilmesine rağmen o bu evde kalmayı tercih etti. Hz. Ali halife seçildiğinde ona Kufe’de “Kasr-ı Ebyad” (Beyaz Saray) adıyla bir saray yapıldı ve bu sarayda oturması teklif edildi. Fakat o da Hz. Peygamber’in yolundan giderek bu sarayda oturmayı kabul etmedi ve Kufelilerin oturdukları barakalardan birinde oturmayı tercih etti. Oysa Muaviye halkın parasıyla Şam’da yaptırdığı çok katlı ve çok odalı “Kasr-ı Ahdar” (Yeşil Sray)’da oturmaktan çekinmedi. Onun bu saray anlayışının İslam’ın sosyal adaletine aykırı olduğunu söyleyip karşı çıkan Ebû Zer adlı sahabi Muaviye tarafından kendisine karşı halkı devrim yapmaya çağırmakla suçlanıp Rebeze çölüne sürgüne gönderildi ve Ebû Zer bu çölde sürgünde vefat etti. Muaviye’nin sarayını onun Meysun adlı bedevî eşi bile normal karşılamamış ve “haşin bedevî bir abayı bu saraya ve ince geceliklere tercih ederim” şeklinde bir şiir söyleyerek sarayı terk edip badiyeye gitmiştir. Bu saray İslam’ı anlayışında bugün de değişen bir şey yoktur. Değişen tek şey sarayın rengidir. Klasik dönemdeki Muaviye’nin sarayının adı “Yeşil Saray idi”; çağdaş Muaviye’nin sarayının adı “Ak Saray” dır. Bu sarayla mücadele edecek çağdaş Ebû Zer’ler aranmaktadır.

İktidar bugün haksızlığa karşı halkı uyaracak ve uyandıracak bir İslam yerine halkı uyutan ve uyuşturan bir sözde İslam’ı temsil etmektedir. Dini kendi sultasının devamı için alet eden bu tekçi iktidar kendi sözde İslam anlayışını sorgulamak yerine barajı geçmesini istemediği HDP’nin her türlü din ve inanca özgürlük hakkı tanıyan anlayışını çarpıtmaktadır. Bu bağlamda HDP’yi gözden düşürmek için onu dinden uzak ve dini ortadan kaldırmak isteyen bir partiymiş gibi lanse etmekte ve halkımızın iyi niyetli dindar kesimi üzerinde son oyunlarını oynamaktadır. Oysa HDP’nin seçim beyannamesinde yazdıkları hem İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile hem de İslam’la da örtüşmektedir. Beyanname tarafını şimdilik başka zamana bırakarak işin İslam çerçevesinde nerede durduğu meselesi üzerinde biraz durmak istiyoruz.  

HDP’nin Halklara Eşitlik, İnançlara Özgürlük şiarı

 HDP’nin “Halklara Eşitlik, İnançlara Özgürlük” başlığı altında yer verdiği cümleler şunlardır:

1) “HDP inanan ve inanmayan herkesin inanç ve vicdan özgürlüğünü benimser”.

2) “HDP farklı din ve inanca sahip olan ya da herhangi bir dini inancı olmayan yurttaşların inanç ve vicdan özgürlüğünü eşit yurttaşlık temelinde anayasal güvenceye kavuşturacak”.

3) “Zorunlu din dersi uygulamasına son verilerek, her bir öğrencinin kendi inancı doğrultusunda seçmeli olarak ders ve eğitim alma hakkı gözetilecek. Sivil din eğitimi tümüyle serbest olacak”.

Bu cümleler ile Kur’an-ı Kerîm’de din ve inanç özgürlüğüyle ilgili aşağıdaki ayetler ve Medine Sözleşmesi örtüşmektedir:

Kehf Sûresi 29. ayet:” Fe men şae felyü’min ve men şae felyekfür” (İsteyen iman etsin, isteyen kafir olsun.)

Bakara Sûresi 256. ayet: “La ikrahe fiddîn” (Dinde zorlama yoktur.)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde insanlara İman edip Müslüman olma veya başka bir din ve inancı tercih etme noktasında seçim kendilerine bırakılmıştır. Yani dinin kendisi seçmeliktir; herhangi bir din veya inancı dayatmak yasaklanmıştır. Dinin kendisi seçmeli olduğuna göre onun dersi de seçmeli olmalı, dayatma olmamalı, hiçbir fert veya toplum buna zorlanmamalıdır. Bir öğrenciyi din dersinde zorla sınıfta tutmak onun dinden soğumasına ve nefret etmesine neden olacaktır. O öğrenci fiziki olarak sınıfta olsa bile kulağı ve kafası derste olmayacak ve bir an önce teneffüsü bekleyecektir. Hele eğer zorunlu din dersine tabi tutulan öğrenci İslam’ın dışında bir inanca sahipse olayın vahameti bir kat daha artmaktadır. Bir Müslüman öğrenci zorunlu olarak Hıristiyanlık veya Yahudilik gibi bir dine tabi tutulursa durum ne kadar vahim olacaksa Müslüman olmayan bir öğrencinin Müslümanlıkla ilgili din dersine zorunlu olarak tabi tutulması da o kadar vahimdir.

Dolayısıyla tüm öğrencileri zorunlu din dersine tabi tutmak yerine mensup oldukları din ve inançlara göre dersler konulmalı; öğrenciler bunlardan kendilerine uygun olanları seçmeli ve bu ders o inanç mensubu olan uzmanlar tarafından verilmelidir.

HDP’nin seçim beyannamesinde “Sivil din eğitiminin önü açılmalıdır” denilmektedir. Bu madde Medine Sözleşmesi ile örtüşmektedir. Zira sözleşmesinin muhatabı olan kesimlerin tümü (Müslümanlar, Yahudiler, Müşrikler) kendi etnik ve inanç kimlikleriyle tescil edilmiş ve her kesim kendi din işlerinde serbest bırakılmıştır. Örneğin sözleşmenin 25. maddesinde şöyle denilmektedir:

“Lil Yehudi Dînühüm ve Lil Müslimîne Dinühüm” (Yahudiler kendi dinlerinde, Müslümanlar da kemdi dinlerinde serbesttir.) Bu serbestlik bağlamında Müslümanlar kendi eğitimlerini mescitlerde, Yahudiler de “Beyt Midras” adı verilen kendi eğitim evlerinde almışlardır.

4) “Dini inançların gereği olarak tercih edilen kılık ve kıyafete hiçbir alanda müdahale edilmeyecek”.

Bu madde Müslüman kadınlara başta okullar olmak üzere her alanda başörtülerini takma özgürlüğü getirdiği gibi, Tüm din ve inançların mensuplarına da her alanda tam bir özgürlük sağlamaktadır. Bu madde İslam’ın ikinci halifesi Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethettiği zaman din ve inanç özgürlüğü bağlamında oradaki Müslüman olmayan kesimle yaptığı antlaşmanın kılık kıyafetle ilgili maddesiyle örtüşmektedir. Bu antlaşmanın önemli maddeleri şunlardır:

a)Bu kesimler kendi giyim-kuşamlarına devam edecek, Müslümanlara benzeyecekleri bir şey giymeyecekler,

b)Bunlar kendi anadillerini serbestçe konuşacak, Müslümanların konuştukları dile zorlanmayacaklar,

c)Müslümanların kullandıkları künye ve lakapları kullanmayacaklar,

d)Yüzüklerine Arapça kelime ve cümleler yazmayacaklar,

e)Zünnarlarını bellerine bağlayacaklardır.

5)”Devlet tarafından el konulmuş vakıf malları ve taşınmazlar iade edilecek ve devletin tasarrufundan doğan maddi zararlar tazmin edilecek”.

Bazı farklı din ve inanç mensuplarını alakadar eden bu madde Ömer b. Abdülaziz’in halife olurken yayımladığı genelgenin özellikle maddi haksızlıkla ilgili maddesiyle örtüşmektedir. Bilindiği gibi Ömer b. Abdülaziz Emevi yöneticileri içerisinde İslam’ın sosyal adaletine göre hükmetmeyi ilke edinen tek kişidir. Halife olarak seçilir seçilmez aşağıdaki maddeleri içeren bir genelge yayımlayarak uygulamaya koymuştur:

a) Din ve inançları farklı olan kesimlere dikkat ediniz ve onlara yumuşak davranınız.  

b) Eğer onlardan biri yaşlanır da geçimini temin edemez hale gelirse onun geçimini sağlamak sizin görevinizdir.  

c) Eğer herhangi biri onlara kötülük yaparsa ona kısas uygulayınız.   

d) Kayıtları yeniden gözden geçirin: Eğer onlardan biri mali haksızlığa uğramışsa ona hakkını geri veriniz, şayet ölmüşse hakkını mirasçılarına teslim ediniz.

6) “Kapatılmış dergah ve benzeri mekânların önündeki engeller kaldırılacak, bu konuda yerel yönetimlere inisiyatif tanınacak”.

Bu maddede geçen “ve benzeri mekânlar”ın başında medreseler gelmektedir. Devletin kontrol ve baskısı altında olmayan klasik dönem dergahlarında yetişen tasavvuf erbabı devletin ceberut anlayışına karşı  dinamik bir güç olarak mücadele etmiş, tavırlarını mazlumlardan yana koymuşlardır. Özellikle Mevlana Halid’den sonra Kürdistan dergahlarında yetişen şahsiyetler Kürt hakları için yapılan kıyamlara öncülük etmişlerdir. Şeyh Ubeydullah Nehrî ve Şeyh Said’in kıyamları bunlara örnektir. Devletin baskısı altında olmayan medreselerde yetişen âlimler de ilgili devletlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı mücadele etme gereği duymuş ve bu bağlamda halkı bilinçlendirmişlerdir. Sünnilerin bu tür dergah ve medreselerinde yetişenler bu misyon ve vizyona sahip oldukları gibi, başta Seyyid Rıza olmak üzere Alevi büyükleri de aynı misyon ve vizyona sahip olmuşlardır. Fakat devletin maaş vererek kendine bağladığı dergah ve medrese mensupları devletin sistemine entegre olmuş ve maaşlarının kesileceği korkusuyla devletin zulmüne karşı ses çıkaramaz olmuşlardır. Bu bakımdan iktidarlar bazen Alevi dedelerine maaş vermekten bahsettiği zaman buna sevinenler olduğu görülüyorsa da buna ihtiyatlı yaklaşmak gerekir diye düşünüyorum. Zira devletin maaş vererek kendine bağladığı Sünni imamların (istisnalar hariç) düştüğü duruma Alevi dedelerin de düşme ve dolayısıyla sisteme entegre olma riski vardır. Bu bakımdan adı geçen kurumları sistemin sultasına teslim etmek yerine yerel yönetimleri inisiyatif sahibi kılmak isabetli bir karardır. Bu konuda ortaya çıkarılacak en uygun yapılar “külliyelerdir”. Özellikle Kürdistan pilot seçilmek üzere medrese, mabet ve yurttan oluşacak olan bu kompleksler önemli ihtiyaçlara cevap verecektir. Külliyenin medresesinde Kürt dili ve klasik Kürt edebiyatı üzerinde araştırma ve inceleme yaparak talebe yetiştirecek uzmanlar istihdam edilecek; külliyenin bulunduğu yerin inanç yapısı dikkate alınarak inşa edilecek olan mabetlerde ibadetler yapılacak; yine külliyenin bir parçası olan yurtta öğrenciler barındırılarak ve böylece cemaatlerin yurtlarına mahkum olmaları önlenecektir. Bugün resmi olmasa da ve kanunen kaldırılmış olsa da dergah ve medreseler varlığını korumaktadır. Ancak iktidarlar bunları kendi arka bahçeleri ve oy depoları olarak kullanmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Dolayısıyla bunları mutlaka bu vaziyetten kurtarmak gerekmektedir.

7) “Başta cemevleri olmak üzere Alevilerin bütün ibadet mekânları ibadethane olarak tanınacak”.

İslamî açıdan bunda hiçbir problem olmamasına rağmen muhafazakar iktidarlar ve onların değirmenine su taşıyan Diyanet Teşkilatı makul izahı mümkün olmayan inat içerisine girmiş bulunuyorlar. Oysa İslam’ın farklı bir yorumu olarak da kabul edilse, İslam’ın dışında bir inanç olarak da kabul edilse din ve inanç özgürlüğü bakımından bu statünün tanınması gerekir.  

8) “Diyanet İşleri Başkanlığı Kaldırılacak, devletin din ve inanç alanından elini çekmesi sağlanacak, din ve inanç işleri topluma, inanç sahiplerine bırakılacak. İnanç gruplarının örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılacak, Diyanet işleri çalışanlarının özlük hakları korunacak"

Mevcut Diyanet İşleri Başkanlığının İslam’la bağdaşmayan tekçi anlayışa dayalı şöyle bir yapıya sahip olduğunu insaflı Diyanetçiler bile kabul etmektedir:

a)Türk-İslam sentezini esas almaktadır,

b) Sadece Sünni İslam’ı temsil etmektedir,

c)Sünni ekole de yanlı bakıp sadece Hanefi mezhebini merkeze koymaktadır. Merkez veya taşraya alınacak olan müftü, vaiz, imam-hatip ve müezzin gibi kadrolar için yapılan yazlı ve sözlü sınavlarda Hanefi mezhebine göre sorular sorulmakta, Kürtlerin yüzde doksanının mensup oldukları Şafii mezhebi görmezlikten gelinmektedir.

d)İktidarın keyfine göre davranmakta; anadille hutbe okuma ve yine anadille vaaz verme gibi son derece doğal haklarda bile iradesini ortaya koyamamakta ve iktidarın tavrına göre tavır almaktadır.

HDP’nin uygulamaya koymayı düşündüğü olgu ise kısaca şöyle ifade edilebilir:

a)Diyanet İşleri Başkanlığı yerine “Din ve İnançlar Başkanlığı” kurulacak,

b)Tek din yerine tüm inançlara ve bu inançların temsilcilerine bu başkanlık altında yer verilecek,

c)Mevcut Diyanet personelinin özlük hakları korunarak bunlar İslam inancının personeli olarak görevlerine devam edecekler,

d)Mevcut personele ilaveten başta Alevilik, Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere öbür din ve inançları temsil edecek uzman personel de istihdam edilecek,

e)Başkanlık devletin ve iktidarın bir aygıtı olmaktan çıkarılıp özerkleştirilecek.

 Dolayısıyla HDP’nin Diyanet’i kaldırarak yerine hiçbir alternatif getirmeyeceği yönündeki itham tamamen asılsızdır; halkın kafasını karıştırıp HDP’den soğutmaya matuf bir kara propagandadır. Zaten HDP’nin adayları içerisindeki 10-15 başörtülü kadın adaylar, müftüler ve ilahiyatçılar bunun böyle olmadığının kanıtıdır. Bugün HDP çatısı altında bir Sünni müftü ile bir Alevi dedesi, bir ilahiyatçı ile bir Ermeni temsilcisi, bir başörtülü ile bir açık aday karşılıklı saygı içerisinde bir araya gelmiş bulunuyor. Halkların kimlik özgürlükleri gibi inanç özgürlükleri de eşitlik ve kardeşlik temelinde sağlanmıştır. Halkımız hiç kuşku duymasın ki halklarımız ve onların inançları HDP çatısı altında her alanda çok daha özgür bir şekilde yaşama hakkına kavuşacaktır. Bu inançları sistemin tekçi sultasından hep birlikte kurtaracağız.  

Prof. Dr. Kadri YILDIRIM

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum