Fatih Akın’ın “Kesik”ine Türkî bakış

Fatih Akın’ın “Kesik”ine Türkî bakış

Eleştirmenlerin, meselenin sosyo-politik yönünü neredeyse ağız birliği etmişçesine görmezden gelip Akın’ın filmografisini hatırlatarak “Kesik”i sukut-u hayal olarak karşılamasının ezberlenmiş Türkî inkârcılıkla doğrudan ilgisi var.

Fatih Akın’ın, Ermeni Soykırımı’ndan bir kesit aktardığı “Kesik” filminden çıkarken bir delikanlının kız arkadaşına “Ermeniler de haklıyken haksız duruma düşmemeli” deyişine tanık oldum. O öfkeyle kendimi tutamayıp “soykırıma uğrayanlar, soykırımcıların yaptıklarını yapmadıkları sürece nasıl haksız konuma düşebilir” diye sordum ve yanıtını beklemeden uzaklaştım. Türkiye, yaşlı tarihe göre epey yeni sayılabilecek bir dönemde, henüz yüz yıl önce, milyonlarca insanın tanıklığında gerçekleşmiş bir soykırımı kanıtlamak zorunda kalan Ermenilerin büyük trajedisinin derin bir kine dönüşmemiş olmasının kıymetini idrak edemiyor bir türlü. En “makul” inkârcıya göre bile 1915’te henüz “soykırım” kavramı olmadığı için Ermenilerin maruz kaldıklarına “soykırım” değil, olsa olsa “büyük felaket” denebilir.

Mahcubiyet ve mecburiyet

Hâlihazırda, Ermeni Soykırımı’nın etrafında yapılan tahliller, “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” diyen Adorno’yu tekrar tekrar haklı kılıyor: Herhangi bir soykırımdan sonra lehte veya aleyhte yapılan hiçbir şey, yazılan hiçbir kitap, çekilen hiçbir film, edilen hiçbir söz “yeterli” olamaz! Fakat bu, telafisi hiçbir koşulda mümkün olmayacak bir acıya dair hatırlatmaları hükümsüz kılmaz. Aksine, insanın kendine atfettiği manada “insan” olabilmesi/kalabilmesi için, atalarının kirli geçmişiyle sık sık karşılaşması sadece mahcubiyet değil aynı zamanda mecburiyettir. Çünkü gelecek, bizi geçmişten uzaklaştırabilecek bir kudreti barındırmıyor.

İnsanlığın ortak paydalarından biri, başka türlerin yanı sıra kendi türünü de kıyıp-biçerek “ilerlemiş” olmasıdır. Fakat hafızası dolayısıyla insanın yaptığı kıyımlar akan zamanın ardında kalmaz, zamanın ırmağında insanlıkla beraber ilerler. Zaman ırmağını bir anlığına durdurup ileride önünüzde bent olacak acıların üstesinden gelmek yerine, zamanı hızlandırıp hafızayı sıfırlayarak yola devam etmeye koyulursanız, ırmağın yatağı bir batağa dönüşür ve bir süre sonra onun içinde debelenip durursunuz. Soykırımın 100. yılına girerken, Türkiye tam da bu bataklıkta debelenmiyor mu?

Ermeni Soykırımı ile Holocaust kıyaslaması

Fatih Akın’ın “Kesik”inin etkileyiciliği tam da insanlığın ortaklaştığı zalimliğe işaret etmesinde yatıyor. Dolayısıyla filmde iyiler ve kötülerin net olarak birbirinden ayrılması filmin kusuru değil, insanlığın durumu. Buna karşın Türkiye’de yüz yıl sonra bile hâlâ keskin bir reddiyeyle karşılaşan Ermeni Soykırımı gerçeğine dair Akın’ın yaptığı “hatırlatma” başta film eleştirmenleri olmak üzere pek çok kesimin “temkin” bendine takılıyor.

Eleştirmenlerin, meselenin sosyo-politik yönünü neredeyse ağız birliği etmişçesine görmezden gelip Akın’ın filmografisini hatırlatarak “Kesik”i sukut-u hayal olarak karşılamasının ezberlenmiş Türkî inkârcılıkla doğrudan ilgisi var. Daha da ileri gidip Akın’ın filminin “başarısızlığını” hakikatin inkârına vesile yapan ve üstelik memleketin önde gelen eleştirmenlerinden biri olarak zikredilen Atilla Dorsay gibi kalemler de var. Dorsay’ın “1915 Ermeni olayı yine filmini bulamadı!” başlıklı hezeyanlarla dolu yazısından bir parçayı hatırlayalım: “Ermeni sorunu’ üzerinde sanki bir lanet var!.. Tarihin derinliklerinden bu sorunu çekip çıkarmaya çalışan yönetmenler hep ellerini yaktılar. (…) Ortaya çıkan filmler, kimseyi doyurmadı. Oysa Yahudi soykırımı ne çok başyapıta yol açmıştı… Peki, kimilerinin ‘Holocaust’a yol gösterdi’ diye nitelediği ‘Ermeni soykırımı’ niçin önemli ve inandırıcı bir filme yol açmadı? İnsanın aklına kaçınılmaz olarak şu geliyor: acaba gerçekten bir soykırım olmadığı için mi?”

Dorsay unutmak istiyor; Almanya, Yahudi Soykırımı gerçeğini gizlemek için “asıl soykırımı Yahudiler yaptı” gibi ipe sapa gelmez resmi tarih tezleri tertiplemedi. Berlin’in orta yerine devasa bir soykırım anıtı dikildi ve bu utançla kısmen de olsa yüzleşme çabaları çeşitli alanlarda sarf edildi. Oysa Türkiye, bırakın Ermeni Soykırımı’yla ilgili filmlerin çekilip kitapların yazılmasına “müsaade” etmeyi, asıl “soykırımı” Ermenilerin yaptığına dair binlerce yalan-dolanı istikrarlı olarak besledi ve yaygınlaştırmaya çalıştı. Bu çaba, soykırımın 100. yılı arifesinde Gazi Üniversitesi’nin “Ermenilerin uyguladığı zulüm”le ilgili bir “yarışmanın” tertiplenmesi veya akademisyenlerin bu konuda yapmak istedikleri çabaların engellenmesiyle devam ediyor.

Yazısı boyunca soykırımı “Ermeni olayı” diye sıfatlandıran Dorsay, filmden “soykırım suçlamasına” karşı argümanlar devşirmeye çalışıyor ve şu enfes tespite ulaşıyor: “Böylece film, bir yanıyla sanki bizi soykırım suçlamasından aklıyor!”

Dorsay kendini aldatma çabasında bile başarısız. “Kesik” soykırım “suçlamasından” aklamıyor, soykırımcıları aklamaya çalışanları bir nebze de olsa mahcubiyete davet ediyor. Türkiye’nin henüz bu davete icabet edecek noktada olmadığını Akın’ın maruz kaldığı tehditlerden ziyade Kesik’in görülme biçiminden çıkarsıyoruz.

Kesik neyi anlatıyor?

Belki de yazının başında olması gereken bölüme şimdi geçebiliriz: “Kesik” bize neyi anlatıyor? Mardinli bir demirci olan Nazaret Manukyan 1915’te diğer Ermeniler gibi önce “amele taburuna” alınıyor. Mardin’e yakın bölgelerde uzun bir süre aç-susuz taş kırıcılığı yapıyorlar. Bu esnada tehcir edilen kafilelerin geçişine, katledilişlerine, tecavüz edilişlerine tanık oluyorlar. Daha sonra, şimdilerde IŞİD’in yaptığını dönemin Osmanlı askerleri yapıyor; Nazaret ve arkadaşlarına diz çöktürüp hepsini boğazlıyor. Nazaret’in cellatlığı mahpustan Ermenileri kesmesi için salıverilen eski hırsız Memet’e kalıyor. Memet, Nazaret’i öldürmek yerine kurtarıyor. Tabii “sükûta mahkûm ederek!” Ölümden kurtulan ama Memet’in bıçak darbesiyle sesini kaybeden Nazaret, ailesinin diğer Ermeniler gibi Resulayn’a sürüldüğünü öğreniyor ve onların izini sürüyor. Yolculuğu boyunca da soykırımın korkunç boyutlarına tanıklık ediyor. Uzun lafın kısası Resulayn’dan Halep’e giden Nazaret, burada karısının öldüğünü, ikiz kızları Arsine ve Lusine’nin ise hayatta olduğunu öğreniyor. Kızlarının izinden Lübnan’a oradan Küba’ya, daha sonra ABD’nin Florida eyaletinden Minneapolis’e ve Dakota’ya kadar uzanan uzun yolculuğu Ruso kasabasında kızlarından Lusine’yi bulmasıyla sonlanıyor. Kardeşlerden küçük Arsine’nin Mardin’de başlayan uzun bir yolculuktan sonra vardığı ABD’de bitap düşüp öldüğünü öğreniyor. Film, Nazaret ve topal kalmış kızı Lusine’nin, Ruso mezarlığında Arsine için gözyaşı döküp birbirine sarılarak Ruso’daki daimi “evlerine” dönüşleriyle son buluyor.

Ermeni diasporasının kökeni

“Kesik”le ilgili yapılacak politik değerlendirmelere, filmin belki de en “sıradan” olan final sahnesi baz alınarak girişilmeli. Çünkü biliyoruz ki, “Nazaret” ve kızı “Lusine”, bu sahneden sonra “Ermeni diasporası” olarak gerçek hayattaki konumlarını alacaklar. Akın, aslında Ermeni diasporasını hiç anlatmayarak anlatmayı başarmış durumda. Soykırımın 100. yılına girerken yine diaspora karşıtı kampanyaların Türkiye eliyle başlatılacağına kuşku yok. İşte bu muhtemel kampanyaya karşı Nazaret’in hikâyesini anlatmak, dahası “Kesik”i bir kurmaca film olarak değil, bir belgesel olarak izlemek gerekiyor. Keza, Nazaret ve Lusine’nin final sahnesinden sonra ıssız Ruso kasabasında, Mardin’e göre dünyanın öbür ucu olan ABD’de yaşamlarını sürdürürken, arkalarında bıraktıkları ağır hikâyeyle nasıl baş edebileceklerini kendi kendimize sormak durumundayız. Ne yani, kuyulara atılan, kafaları kesilen, tecavüz edilen, toplama kamplarında açlık ve susuzluktan kırdırılan yakınlarının hesabını sormasınlar mı? Yaşadıklarının bir soykırım olduğu gerçeğinin kabul edilmesini ve bunun icabının yerine getirilmesini talep etmesinler mi? “Kaderlerine” ram olarak Ruso’da öylece oturup çiftçilik yaparak hayatlarına devam mı etsinler? Aslında Akın’ın, memleketin mühim eleştirmenlerinden “düşük not” almasına sebep olan Nazaret’in bitmek bilmez yolculuğunun, her fırsatta Ermeni diasporasına saldıranlara verdiği mühim bir mesaj var: Siz olsanız ne yapardınız?

 İRFAN AKTAN

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.