Bir onur, bir yaşam, bir miras ’Abdullah Canan’

Bir onur, bir yaşam, bir miras ’Abdullah Canan’

Sevgili Tayyüp ile konuşmamızın arasından epey bir zaman geçti.

Söyledikleri kafamın içinde acı ile döndü durdu. Acılarını hissetmek öyle zor, ama omuzdaşlık kolay istenirse. Netice de hepimiz insan evladıyız, ne yazık ki katillerde öyle. Ancak onlar insanlığı, büyüdükçe, geliştikçe bir safra gibi bünyelerinden çıkarıp atıyorlar. Geriye mekanize bir ölümcül organizma kalıyor. Oysa bazıları insanlığı, bir çiçek gibi bedeninde ve benliğinde büyütüyor. Tayyüp Canan’ın ve Vahap Canan’ın gözlerinde o çiçeği görmek mümkün. Babalarının ardından çıktıkları mücadele yolunda onlarla yollarımız kesişti. Kesişen yol, bu ülkenin resmi kara vicdanın üzerinde her cumartesi yağmur olup yağan bulutların yeri yani Cumartesi Anneleri meydanı. Bizler acılara omuzdaşlık, mücadelelere yoldaşlık derdinde olan insanlarız, yani görevimiz var onlara karşı.

Bu ülkenin neredeyse yüz yıllık geçmişine işlenmiş ırkçılık değirmeninde halklar un ufak edildi. Öğütülen halkların acıları sürdürülebilir halde tutuluyor. Yüz yıldır Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Keldanilerin, Süryanilerin, Ezidilerin,Alevilerin ve Kürtlerin acılarına hem ev sahipliği, hem sanıklık, hem de tanıklık ediyoruz. Bir kangren gibi tüm hücrelere yayılmış, insanlığı kemiren hastalık resmi literatürle ayakta tutuluyor. Devlet mekanizması bu hastalığı kabul etmek bir yana, sürdürülebilir halde olması için kaynaklarını kullanıyor. En yoksul, bu kapitalist sömürü sisteminin çarkları arasında ezilen halktan, burjuvaziye kadar, siyasi kurumlara kadar kirlenmemiş bir yer nerede ise yok. Katliamlara katılımlardan, bunu anlamak mümkün. Tanıklıklar, kayıtlar ve anlatılanlar ortaklığı doğruluyor. Bizler hafızayı taze tutmak zorundayız. Zorundayız, çünkü; dün yaşananlar bugün tekrar edilmesin. Bugün ve dün devlet ve de iskeletini oluşturan katliamcı, ırkçı zihniyet tüm organlarıyla madden güçlü. Ancak tarihve bilinç manen devletlerden daha güçlüdür. Hak aramanın, doğrunun, mazlum ile zalimin savaşının yanında onunla beraber büyüyen mücadele de güçlüdür. Zaman zaman yenilse de, zaman zaman dursa da, önünde sonunda haklı galip gelecektir.       

Abdullah Canan,Türkiye’nin gözünü kulağını kapadığı en karanlık olan dönemlerin birinde yani 1990’lı yıllarda yiğitçe hakkını arayan bir kahramandı. O kimsenin karşısında boyun eğmedi. Kahramandı çünkü; devletin militarist yapısının en alt rütbelisinden, en üst rütbelisine kadar, kendilerini bulundukları yerlerin tanrısı sayanların ve bu kontrol edilemezliklerinin karşısında yiğitçe durdu. O dönemleri yaşayan Diyarbakırlı bir arkadaşın anlattığı zamanlardı, "Biz kapıdan kafamızı korku ile uzatıp sağı solu kontrol ediyorduk. Kurşunların nereden geleceği belli değildi. Biraz olsun sakinlikten emin olunca koşa koşa gideceğimiz yere gidiyorduk". Zaman cinayet, korku, katliam, köyleri yakma, gözaltında kaybetme zamanlarıdır. Batının gözünün kör, kulağının sağır olduğu zamanlardı.

Abdullah Cananböyle bir zamanda, 27.10.1995 tarihinde köylerinin yakılması, evlerine ve mallarına zarar vermesi nedeniyle o dönemin Yüksekova Çetesi Lideri olarak anılan Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul’dan davacı olur. Bu devletin kurşun atan ve yiyenlerinin o dönemin Başbakanı Tansu Çiller tarafından şereflendirildiği memurlarını, devletin hukuk ve adaletinin insan haksızlıklarına göre inşaa edilmiş makamlarına şikayet ediyordu. Yüksekova Cumhuriyet savcılığına yapılan bu şikayet ile kendi otoritelerine halel geldiğini düşünenler, başta Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul olmak üzere tehdit ederler. Abdullah Canan ve yeğenleri Naci Canan ve Aydın Canan ile yapılan görüşmede, Jandarma Karakolunda görev yapan Mehmet Tayyip Balkız şikayeti geri almaları konusunda yaptığı baskıda başarılı olamaz. Bunun üzerine Mehmet Emin Yurdakul’un çağırdığını söyleyerek araçlaTabur Komutanlığına götürür. Görüşmede Mehmet Emin Yurdakul, "Sen bizi şikayet edemezsin, edersen senin için sonucu ağır olur". Abdullah Canan ise, " Yeriniz ne sıcak, keşke devlet herkese böyle bir inkan tanısa". Mehmet Emin Yurdakul’un sonucu belirleyen tehdidi ise,"Yerim sıcak, şu anda sizin yerinizde sıcak, eğer bu davadan vazgeçmezseniz, sizin yeriniz ve yatağınız soğuk olacaktır" der. Konuşmanın ardından Mehmet Emin Yurdakul, 15 kadar askeri içeriye alır ve "Beyler! sizleri şikayet edenlerin elebaşları bunlar, bunları çok iyi tanıyın" diyerek cinayete giden yolda teşhir eder.

Abdullah Canan’ın,19 Ocak 1996 Tarihinde, Hakkari’ye giderken Yüksekova’ya 20 Km mesafede bulunan Puling çeşmesi yakınında Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul, Yüzbaşı Nihat Yiğiter tarafından özel aracı durdurulur. Burada bir kez daha şikayetinden vazgeçmesi söylenir. Abdullah Canan, "Şikayetimden vazgeçersem, onurumdan vazgeçmiş olurum. Neyaparsanız yapın, şikayetimden vazgeçmem" der. Bunun üzerine çete tarafından gözaltına alınır. Arabası 21 Ocak 1996’da Başkale-Van Karayolu üzerinde Güzeldere geçidinde şarampole terk edilmiş halde bulunur. Bilirkişi raporunda, araçta hasar olmamasının, aracın bir trafik kazası sonucu oraya inmemiş olduğunun, bir vinç veya benzeri bir araçla indirilmiş olduğu vurgulanır. Aracın anahtarları askeri yetkililer tarafından da aileye verilir ayrıca. Aracın bulunmasından sonra Abdullah Canan’ın ailesi ve yakınları her gün Hükümet Konağı ve Tabur Komutanlığı önünde, Abdullah Canan’ın kendilerine verilmesi için eylem yaparlar. Bu eylemler esnasında şiddet ve tehditler son raddeye kadar devam eder. Aracın bulunmasından tam bir ay sonra 21 Şubat 1996’da Yüksekova-Esendere yolu üzerinde Kısıklı Jandarma Karakoluna yakın bir mevkide, bir menfezin altında cenazesi bulunur. Yapılan otopside, ağır işkencelerden geçmiş, yüzü kesici aletlerle parçalanmış ve vücudunda yedi kurşun vardır.Tayyüp Canan’ın sesi kulağımda "Yanağındaki benleri kesmişlerdi"

ic-1-097.jpg

Canan ailesinin bundan sonraki aşamada hem hukuk mücadelesi hem de meydanlarda mücadelesi başlar. 26 Şubat 1996 tarihinde, Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul hakkında suç duyurusunda bulunurlar. Aile, Abdullah Canan’ın Yüksekova Çetesi tarafından sorgulandığını ve katledildiğini belirterek şikayetçi olur. 7-9 Mart 1996 tarihleri arasında CHP Genel Merkezince görevlendirilen milletvekilleri, Van ve Hakkari İllerini ziyaret ederek dönemin Yüksekova Kaymakamı, Cumhuriyet Başsavcısı, Emniyet Müdürü, Hakkari Valisi, Tugay Komutanı, Belediye Başkanı,mağdur yakınları ve halk ile görüşerek bir rapor hazırlar. Raporda Yüksekova halkının, Komando Taburuna ve Tabur Komutanı Mehmet Emin Yurdakul’a şikayetlerinin olduğu, işlenen faili meçhul cinayetlerden ve kayıp kişilerdenTabur Komutanını sorumlu tuttukları belirtilmiştir. Daha sonra Diyarbakır DGM Savcılığı’nda, Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul, Nihat Yiğiter ve Kahraman Bilgiç hakkında soruşturma açılır. Kahraman Bilgiç itirafında ve verdiği ifade de,"Binbaşı Yurdakul’un talimatıyla Abdullah Canan’ı Esendere yoluna götürdüklerini ve Nihat Yiğiter’in 2-3 el ateş ederek öldürdüğünü"söylemiştir. Binbaşı Yurdakul ve Yiğiter bu suçlamayı kabul etmemiştir. 14 Nisan 1997’de Diyarbakır DGM görevsizlik kararı vererek dosyayı Hakkari Cumhuriyet Savcılığına gönderir. Cinayet mekanizmasının ardından hukuksuzluk mekanizması böylece devreye girmiş olur. Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığı, 13 Nisan 1997 yılında, Mehmet Emin Yurdakul, Nihat Yiğiter ve Kahraman Bilgiç hakkında, kasten adam öldürmek, bir suçun delillerini yok etmek gayesiyle birden fazla adam öldürmek ve suça azmettirmekten Hakkari Ağır Ceza Mahkemesinde dava açtı. Mahkeme, yapılan yargılama sonucunda 12 Kasım 1999 tarihinde iddiaları yeterli bulmayarak sanıkları beraat ettirdi. 2 Nisan 2001Tarihinde Yargıtay 1. Ceza Dairesi bu kararı onadı. 23 Mart 2001 Tarihinde Yüksekova Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma hakkında zaman aşımı nedeniyle takipsizlik kararı verdi. Karara yapılan tüm itirazlar, devletin hukuk kanalları tarafından reddedildi. Abdullah Canan’ın ailesi 1 Aralık 1997 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu. Mahkeme, Sözleşmenin yaşam hakkını düzenleyen 2.Maddesinin Abdullah Canan’ın öldürülmesi nedeniyle esastan, ve etkili ve yeterli soruşturma yapılmadığı için usulden; insanlık dışı, aşağılayıcı muamele ceza yasağını düzenleyen 3. Maddesinin ise esastan ihlal edildiğine dair karar vererek hükumeti maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkum etti.

Yaşam hakkının cebir ve baskı sonucu yok edilmesi, hak arama mücadelesinin de, ülke hukuku ile tıkanmasının yıldırmadığı oğullardan Tayyüp Canan’ın Cumartesi Anneleri Eyleminde ki sesine kulak verelim. “ Şunu çok iyi biliyorum ki, babamın katilleri olan zebaniler, Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul, Yüzbaşı Nihat Yiğiter’in son nefesinde bile yüzlerine tükürecek kadar onurlu ve yiğit bir insandı.Sevgili babam Abdullah Canan! Onurlu şehadetin yolumuzu aydınlattı. Ve bugün bu alanda sizin sevenlerinizle beraberiz. Yolumuzda yürümeye söz verdik, sizin ve dostlarınız bizi aydınlattıkça, cellatlarınız her gün korkularından yok oluyorlar”.

Evet, cellatlarının karşısında yiğitçe direnen ve başını eğmeden ölen Abdullah Canan’ın evlatları, babalarından aldıkları o ruhla mücadele ediyorlar. Babaların şahsında tüm kaybedilen, katledilen insanlar için yılmadan direniyorlar. 1990’lı yılların kör kuyularında kaybolan insanların haklarını aramak için hukuk yolları dün kapalı olduğu gibi bugünde yargılanma ve cezalandırma için inatla kapalı tutulmaya çalışılıyor. Bin bir güçlükle açılabilen davalar, katliamların yapıldığı yerlerdeki mahkemelerden alınarak batıda ki illere dosyalar gönderiliyor. Amaç, davaların bu mahkemelerin soğuk ve karanlık koridorlarında yitip gitmesi. Çoğu mağdur yakınlarının yoksullukları, davalara katılımın önünde engel. Bu davaların hakim ve savcılarının oturdukları koltuklarda ki görevi, devletin cürümünün ceza gerektirmediği yönünde kanaatle, davaları sonuçsuz hale getirmek. Cinayetten sorumlu devlet memurlarını yine devletin yargı kurumundaki memurları aklıyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi boş bir yalandan ibaret. Suçların hiç birisinin yargılanması yapılmış ve suçluların ceza alması sağlanmış değil. Cinayeti işleyenlerin hemen hepsinin rütbelerinde kariyerlerinde yükselmeler oldu.Devlet ödüllendirdi fiilleri. Cinayetler için yapılan tüm tanıklıklar, ifadeler, adli raporlar, kurumların verdiği bilirkişi raporlarına rağmen cürümler inkar edilmiş ve tüm gerçekliğin karşısında inkar kabul görmüştür. Dünyanın birçok yerinde bu cezasızlık ve ödüllendirme sistemi kuşkusuz yeni değildir. Fakat mücadelelere devlet en nihayetinde cevap vermiştir ve /veya cevap vermeye mecbur bırakılmıştır. Ne yazık ki bizim ülkemiz, hukuku ve uygulamalarıyla bundan azadedir. Ne tuhaftır ve ne acı ironidir ki, katillerin görev süreleri boyunca veya emeklilik dönemlerinde almış oldukları paraları sağlayan kaynakların içinde mazlumların yakınlarının vergileri, hak arayanların, mücadele edenlerin vergileri vardı. Mazlumlar devlet zoruyla katilleri beslemek durumunda kalmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti ezberletilenlerin ötesinde bir katliamlar ve cezasızlık ülkesidir. Bu hiç birimizi mutlu etmiyor. Ancak umutsuz da kılmasın. Katiller bugün cezasızlar, ama aynı zamanda onurlarını kaybetmiş bir mekanizmadırlar. Adaletin değirmeninde öğütülmeden önce belki de tabiatın değirmenin öğütülecekler, yok olacaklar. Er ya da geç bu dünyadan göçüp gitseler dahi, katil oldukları resmi olarak belgelenecektir. İyi ile kötü arasındaki mücadele hiç son bulmayacaktır. İyi, tarihteki onurlu yerini, kötü ise tarihteki çöplükte yerini alacaktır.

Bugün bu devletin, bireyin yaşam hakkını, şiddet yoluyla devletin ırkçı ve inkarcı siyasetine kurban etmesi yargılanacak ve mahkum edilecektir.

NURAY ÇEVİRMEN - ÖZGÜR MEDYA

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.