Bir ibret vesikası: Persona Non Grata belgeseli

Bir ibret vesikası: Persona Non Grata belgeseli

AKP baskılarının mağduru gazetecileri anlattığı iddia edilen “Persona Non Grata”, “gariban” gazetecilerin mağduriyetine heves ederek kendilerine bir kahramanlık öyküsü örmeye çalışanlara işlevsel bir saha sunuyor.

İRFAN AKTAN / ZETE

2000’li yıllara girerken iletişim fakültesinde gazetecilik ahlakı üzerine hummalı tartışmalara girişip okul çıkışında da muhabirlik yapıyorduk. 2001 krizi belirmiş, staj yaptığımız gazetelerde işe alınmayacağımız netleşmiş gibiydi. Şimdilerde yaygın medyada, çok sık görünmese de yerini sağlamlaştırmış olan bir sınıf arkadaşım, anaakım bir televizyon kanalında staj yapıyordu ve yaygın medya çalışanları gibi, eylemlerde hep polisin olduğu tarafta duruyordu. Bir gün fakülte kantininde köşeye çekip “yahu sen niye hep polisin tarafında duruyorsun, bu gazeteciliğe sığar mı?” demiştim. “Ne yani, sen de hep eylemcilerin tarafında duruyorsun, bu gazeteciliğe sığar mı?” diye yanıtlamıştı. Tartışmanın ayrıntılarını hatırlamıyorum ama unutmadığım bir cümlesi ta o gün içimde derin bir hüzün yaratmıştı: “Hocam ben o tarafta durunca kendimi gazeteci, eylemcilerin tarafında durunca da stajyer gibi hissediyorum.” Gerçekte zaten stajyerdi ya, ayrı konu.

Gariban işi gazetecilik

Sınıf arkadaşımın bu “hissi”, gazetecilik mesleği konusunda yapılan o “aynı ailedeniz, birbirimize arka çıkmalıyız” hamasetine genç yaşta kendimce yanıt vermemi sağladı. Ne aynı ailedendik, ne aynı tarafta. Biraz daha deşsek, aynı meslekten bile olmadığımız sonucuna ulaşabilirdim. Nitekim ilerleyen yıllarda, anaakımda kendine yer bulan arkadaşlarımın çoğunu tanıyamaz oldum. Hatta içlerinden biri, bir basın toplantısında bir bakana “Ahmet Bey” diye hitap ettiğim için çıkışta nasihatlerde bulunmuş ve “Bakana ismiyle hitap etmen muhaliflik değil, nezaketsizlik” bile demişti.

Can Kozanoğlu, gazetecilik anılarını yazdığı bir oturuşta okunabilen “Yalan Yıllar” kitabının girişinde, bizim gibi gazetecilerin meslekî faaliyetini şöyle tercüme ediyor: “Gazetecilik ve televizyonculuk anılarım biraz gariban işi maalesef. 28 Şubat konusunda haftalar öncesinde Demirel’i ve Çiller’i uyaran ben değildim. Washington-Ankara-Bağdat hattında en kritik sekiz saat yaşanırken Özal beni aramadı. Asil Nadir duvarları yumruklarken orada yoktum. Hürriyet’in kaderi değişirken, geceye benim vurucu cümlemle nokta konmadı. Sabah ve ATV’deki depremlerin en büyüğünde, o en gergin akşamda, ‘Bakın Dinç Bey…’ diye söze başlayabilecek bir konumda değildim. Cumhuriyet’te bir dönemi bitiren toplantıya katılamadığım için sesler yükselince araya giremedim. DSP ve MHP’yle koalisyon kurarken Mesut Yılmaz benim fikrimi almadı; ‘Hayırlı olsun Sayın Ecevit,’ diyemedim. AKP döneminde zaten hiç iplenmedim…”

Tüm mağdurlar kardeş mi?

Muktedirin yanında durmadığında kendini gazeteci gibi hissetmeyenlerin rol modelini oluşturan anaakım medya yöneticilerinin bir kısmı da AKP döneminde “iplenmemeye” başlayalı birkaç yıl oldu. Üstelik “iplenmemelerinin” sebebi iktidarın arzularını karşılamaktan imtina etmeleri değil, olsa olsa kendileri açısından yanlış zamanda yanlış yerde olmalarıydı.

Dolayısıyla bir zamanlar anaakım medyanın eşik bekçiliğini yapmış gazetecilerin şimdilerde gözden düşmeye başlamaları, basına yönelik baskının değil, değişen çıkar ilişkilerinin doğurduğu yeni ihtiyaçların sonucu. Ayrıca onları muktedirlerin uçaklarında, holding binalarının üst katlarında zevk-u sefa içindeyken üç-beş kuruşa çalıştırdıkları gazetecilerle meslektaş da saymak doğru değil. Elbette gazetecilerin sömürüldüğü, baskılandığı, onlara birer ses kayıt cihazı muamelesinin yapıldığı, Ankara’dan gelen sözlüklerin dışında kelime kullanmalarına müsaade edilmediği holding binalarına patronlarının helikopteri yahut son model otomobillerle gelip-giden bir zamanların basın yöneticilerinin şimdilerde sudan çıkmış balık şaşkınlığıyla basına yönelik baskıların birer mağduru olarak ağlaşmaları anlaşılabilir bir vaziyet. Zira “Bir zamanların kullanışlı aptallarıydık, artık değiliz” diyecek halleri olmadığına göre (kullanışlı oldukları da aptal olmadıkları da su götürmez) hâlâ itibarı olduğunu bildikleri “basın özgürlüğü” söylemi etrafında kümelenmeye çalışmaları şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, onları çok arzuladıkları bu alana büyük bir iştahla davet eden gazetecilerin tutumu. İktidarın gözünden düşen eski devrin günahkârlarını “muhalif” olarak kabul etmeye heveskâr bir cemaat var gerçi. Son örneğine gazeteci Tuluğhan Tekelioğlu ve P24 isimli bir oluşum “Persona Non Grata” (İstenmeyen Adam) isimli belgeselle imza attı.

Bütün mağdurlar kardeş mi? “Persona Non Grata” belgeseline göre AKP döneminde mağdur olmuş tüm gazeteciler kardeş veya en azından kaderdaş. Trilyonluk mukavelelerle çalışan patron yamağı gazetecilerle asgari ücret karşılığı köle gibi çalıştırılan muhabirleri, defalarca nefret suçu işlemiş olan köşe yazarlarıyla henüz yayınlanmamış kitabından dolayı hapse atılmış bir gazeteciyi ve bir medya patronunu hükümet baskısında paydaş kılmak, üstelik bunu yaparken tam da bir anaakım medya alışkanlığı olarak soruşturmacılıktan ırak durmak, dileriz ki sadece masum bir vahametten kaynaklanıyor olsun.

Baskı mağduru değil, kişisel hezeyan

Söz konusu belgeselde AKP döneminde işsiz kalan bazı emekçi gazetecilere, 700 bin dolar gibi küçük paralarla alınmış evlerine sıkışıp kalmış, sadece iktidar tarafından değil, zamanında iktidarın direktifiyle tek kalemde meslektaşlarını kapı dışarı ettikleri için basın camiasında da sevilmeyen eski anaakımın eşik bekçileri ve onların eski patronu Aydın Doğan’a mikrofon uzatılıyor. (Belgesel web ortamında olduğu için içeriğini nakletmiyorum. Dileyenler şuradan izleyebilir: http://platform24.org/guncel/874/p24-ten-yeni-belgesel–persona-non-grata)

Kimi gazeteciler her döneme kolaylıkla intibak ederek şaşaalı zamanlarını uzatmaya mahirken kimileri belli bir süre bunu sürdürebiliyor. Bu sürenin uzunluğu sadece gazetecinin intibak maharetiyle değil, iktidarın beklentilerindeki değişimle de ilgili. Örneğin dün iktidar “çözüm” dediği için “çözümün sözcüsü” olan gazeteciler, iktidar söylem değiştirdiği anda yalpalar ve “ama” derse, kendini kapının dışında bulması işten bile değil. Ancak bu, basına yönelik baskının değil, kapı dışarı edilmiş olanın şahsi başarısızlık hikâyesidir.

Oysa AKP baskılarının mağduru gazetecileri anlattığı iddia edilen “Persona Non Grata”, göreceğiniz üzere “gariban” gazetecilerin mağduriyetine heves ederek kendilerine bir kahramanlık öyküsü örmeye çalışanlara işlevsel bir saha sunuyor. Ahmet Şık’la bir zamanlar ona gazeteciliği dar etmiş Aydın Doğan’ı ve yine Doğan’ın işten attığı muhabir Fatih Yağmur’u; büyük olasılıkla Fatih Altaylı’nınkinden çok daha ucuz (sadece 700 bin dolarlık) evinde “ıssız adam” pozları veren Derya Sazak’ı koyan bir belgesel elbette iletişim fakültelerinde ibret vesikası olarak öğrencilere gösterilebilir. “Persona Non Grata”nın tek iyi yanı, Bekir Coşkun, Fatih Altaylı gibi defalarca Kürt ve sosyalist karşıtı, ırkçı yazılara imza atmış kalemlere “mağdur” sıfatıyla yer verirken aynı esnada herhangi bir Kürt veya sosyalist basın çalışanına yer vermemiş olmasıdır.

Herkes kendi hikâyesini yazar

Muhakkak; AKP’nin medya politikası taşları yerinden oynattı. Bizim gibi gazetecilerin telaffuz ederken bile mahcubiyet duyduğu paralar ve villalar karşılığı “çalışıp” saadet zinciri kırılınca saltanattan artakalanlarla yetinmek zorunda kalanların da kendilerince bir mağduriyet hikâyesi var elbette. Tıpkı şu an onların yerini doldurmuş olan yeni yamakların bir zaman sonra benzer bir mağduriyet hikâyesine sahip olacağı gibi. Sahaflara bir uğrayın; Türkiye basın tarihinde AKP’nin çok öncesinde de patron yamaklarının yazdığı sayısız mağduriyet ve kahramanlık karışımı otobiyografilere rastlarsınız. Ancak anaakımdan düşmüş bu gazetecilerin hiçbiri ne kendilerini “basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar” bağlamına oturtur ne de basın özgürlüğü mücadelesi verenler böyle bir bağlam kurar. Hepsinin yaşadığı, kişisel hezeyanlardır. “Person Non Grata” ise maaesef bu ahlakî sınırı zorlamakla kalmamış, bir hayli cüretkâr davranarak yerle yeksan etmiş.

Yayınlandığı ilk günlerde Twitter’da bir kullanıcı ısrarla belgeselin İngilizce altyazılı versiyonu olup olmadığını soruyordu. Zira böylece bütün dünyaya Türkiye’de basının geldiği nokta nakledilebilecekti! Avrupalı bir izleyicinin Türkiye basınının vaziyetini, 700 bin dolarcık evden konuşan bir gazeteciden öğrendiğini düşünmek bile istemiyor insan!

Eğer basına baskının hikâyesini nakletmek istiyorsanız, üç insanın ortalama yaşının toplamından daha fazla hapis cezası alan Kürt gazetecileri, hapisle sürgün arası bir cendereyi göze alan sosyalist basın emekçilerini, anaakım medyada ağır bir sömürü çarkı altında çalışıp sendikanın “s”sinden bahsedemeyenleri veya anaakımın o büyük dişlileri arasında ekmekleri pahasına hakikatleri aktarmaya çalışıp eşik bekçilerinin her türlü mobbingine ve şantajına rağmen gazetecilikte ısrar edenleri, görüşü ne olursa olsun sadece gazetecilik yaptığı için iktidar-patron-yargı-polis-MİT-TSK kıskacına alınanları anlatmakla işe başlamayabilirsiniz. 14 Ekim 2014’te Adana’da sokak ortasında katledilen 46 yaşındaki Kürt gazeteci Kadri Bağdu’yu, “gariban gazeteciliği” yaparken yargı-polis kıskacına alındığı için gencecik yaşında ülkesini terk etmek zorunda kalan Berxwedan Yaruk’u, yine AKP döneminde sürgüne gitmek zorunda kalan Atılım Gazetesi yazarı Necati Abay’ı, ölen anasının cenazesine sırf devlet tarafından “istenmeyen gazeteci” olduğu için katılamayan Amed Dicle’yi, uydurma tutanaklarla en verimli zamanında hapse atılan Özgür Amed’i, not defterleri bile aleyhinde delil olarak kullanılarak yıllarca hapse tıkıldığı için kızının ilk yıllarına tanıklık edemeyen Kenar Kırkaya’yı, sırf devletin katlettikleri insanları gömdüğü Kasaplar Deresi’ni haberleştirdiği için on yıllarca sürgünde yaşadıktan sonra daha yeni yeni ülkesine dönebilen Günay Aslan’ı ve daha nicelerini konu almayan herhangi bir belgeselin “basın özgürlüğü” konulu olması, olsa olsa anaakım medya ve devlet zihniyetinin tezahürüdür. “Persona Non Grata” ne yazık ki böyle bir etkiyi bu perspektifi dolayısıyla ıskalamış ama egemenin gözüyle basın özgürlüğüne bakışın yarattığı vahameti de sergileyerek iletişim fakültesi öğrencileri için vesika değeri yaratmış durumda. Bu vesileyle bir kez daha görüyoruz ki, gerçek mağdurların kamerayı ellerine alıp kendi hikâyelerini anlatmaları mücadelenin kendisidir! Çünkü herkes kendi yarasından konuşur.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.