İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

Yavuz Sultan Selim ve Din Devlet İşleri

Yavuz Sultan Selim ve Din Devlet İşleri

Adının İstanbul Boğazı üzerinde inşa edilen 3. asma köprüye verilmesi; Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan ve Aleviler tarafından tepkiyle karşılanan 9’uncu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selimi Yüksekova Haber Gazetesi’nin okuyucularına kısa da olsa tanıtmak istedim. Çünkü Kürdistan’da da kıyımlar gerçekleştiren Yavuz Sultan Selim’in Kürtler tarafından da yakından tanınması gerektiğine inanıyorum.

1. Selim olarak da bilinen Yavuz; Osmanlı Padişahlarından 2. Beyazıt’ın 8 oğlundan en küçüğüdür. 5 kardeşi babaları sağ iken ölmüştü. Zor kullanarak babasını iktidardan uzaklaştırdı. 1512 yılında Padişahlık koltuğuna oturdu. İlk işi hayatta olan ağabeylerinden Ahmet ile Korkut’u ortadan kaldırmak oldu. Taht için babasının gönlünün, oğlu şehzade Ahmet’ten yana olduğunu biliyordu. Ahmet’i; sonradan sadrazamlığa yükselttiği kapıcı başı Sinan Ağa’ya kementle boğdurtarak işini bitirdi. Sağ kalan tek kardeşi Korkut Manisa’da yaşıyordu. Onunda peşine cellatları düşürdü. Kuşatıldığını öğrenen Korkut, sakallarını beyaza boyatıp sarayın arka kapısından çıktı ve bir mağaraya sığındı. 3 hafta sonra ihbar üzerine yakalanarak Bursa’ya götürülürken; Kütahya’nın Emet ilçesi yakınlarında şehzade cellatlığıyla tanınan Sinan Ağa tarafından o da kementle boğularak yaşamına son verildi.

Yavuz Sultan Selim saltanatının 2. Yılında doğudaki hasmı Şah İsmail ile hesaplaşmak üzere yola çıkmadan; ajanları vasıtasıyla ölüm listesine aldığı ve yaşları yedi ile yetmiş arasında olan yaklaşık 40 bin Anadolu Alevisini kılıçtan geçirdi. Bu temizlik hareketinden sonra Çaldıran yolculuğuna başladı. Sünni Islama bağlılığı ve Osmanlı sarayına yakınlığıyla tanınan Mevlana İdris-i Bidlisi’nin diplomatik çalışmaları sonunda Şafii mezhebine mensup 16 Kürt beyinin savaşta Osmanlıların saflarında yer almaları sağlandı. “Kızılbaş gavuru İran’a“ karşı savaşmanın bir nevi CİHAD olduğuna Kürt beyleri de inandırılmıştı. Çaldıran Ova’sında gerçekleşen meydan savaşı Şah İsmail kuvvetlerinin yenilgisiyle sonuçlandı. Hakkari beyi Çaldıran Savaşı’nda tarafsızlığını koruyarak katılmadı. Kürt coğrafyası fiilen ikiye bölündüyse de savaşın tarihi topraklarında gerçekleştiği VAN ili dahi ancak savaştan 34 yıl sonra, yani 1548 yılında Osmanlıların egemenlik sınırları içine alındı. Derin devletin en derin kuyusunda yetişen emekli Albay Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Türk kökenli Kürt Beylikleri isimli kitabında; savaş sonrasında kendisine biat etmeye gelen Kürt İbrahim Ağa ile 150 adamını dar ağacına çektirerek, Kürtlere Osmanlının demir yumruğunu göstermişti. Kendisine bağlılığını sunmaya gelen Kürt İbrahim Ağa ile adamlarının vahşice öldürülmeleri, aynı zamanda kendi saflarında çarpışan Kürt beylerine de bir gözdağıydı. Çünkü bu da tarihleri boyunca uyguladıkları bir taktikti.
Yavuz Selim iktidarını kardeşlerinin hayatta kalan çocuklarını da ortadan kaldırarak sağlamlaştırdı. 8 yıllık saltanatı döneminde atadığı 6 sadrazamdan 3’ünü cellatlara teslim etti. İlk idam ettirdiği Vezir-i Azamı Koca Mustafa Paşa oldu. Koca Mustafa Paşa devşirme kökenliydi. Sultan Beyazıt döneminde İtalya’ya sığınan CEM SULTAN’ı zehirletmek için PAPA ile anlaşan ve infazı gerçekleştiren bu ve benzeri hizmetlerinden dolayı Yavuz Selim’in ilk sadrazamlığına terfi ettirilmiştir. Yavuz’a karşı taht kavgası veren kardeşi Ahmet’le mektuplaştığı gerekçesiyle; Bursa’da Padişahla yemek yerken, idamın habercisi olan kara kaftan giydirilerek kementle boğduruldu. 1514 yılında üçüncü Vezir-i azamı DUKAKİN OĞLU AHMET PAŞA’yı önce kendisi hançerledi. Sonrada ak hadım ağalarına teslim edilerek kafası kesildi. Yavuz’un gaddarlığını gösteren cinayet ise Vezir-i Azamı Yunus Paşa’ın öldürülmesidir. Mısır seferinde sadrazamlığa yükselttiği Yunus Paşa; dönüş yolculuğunda Padişaha; Mısır yönetiminin Çerkez Hayır Bey’e verildiğine alındığını dile getirirken, onun için de ölüm fermanı verildi. Sadrazamını öldürtmekle hıncını alamayan ve Mısır Memlüklerinden aldığı Sünni İslam halifeliğinin mührünü de cebinde taşıyan yeni Osmanlı halifesi Yavuz; “beş on dakika önce tatlı tatlı konuşmakta olduğu Vezir-i Azam-ı Yunus Paşa’nın kesilmiş kafasını eline aldı. Üç gün beraberinde taşıdı kafayı. Üç gün sonra Katya’da gömdürdü ancak… Tarih 1517 Eylül’ü gösteriyordu.” (Çetin Altan,Tarihin Saklanan yüzü,S.36)

Böylece ilk Osmanlı halifesi unvanını alan Sultan Selim; öldürttüğü sadrazamının kesik başını, üç gün kucağında taşıyarak halifeliğini kutladı ve kutsadı. Savaştan sonra binlerce deveye yüklediği ganimetlerle İstanbul’a döndü. Hiç kuşku yok ki, en büyük kazanımı; Hz.Ali inanırlarının İran sarayında bulunan ŞİİLİK mühürüne karşı Muaviye’nin, yani Sünni İslam’a ait mühürü Bab-ı Ali sarayına getirmesi oldu. Çünkü bu sihirli damgayı yönetim merkezine taşımakla 600 yıl İran İmparatorluğuna karşı ayakta kalabildi. Osmanlı hanedanı İstanbul ve Tahran yönetimleri birkaç asır ŞİİLİK ve SÜNNİLİK inançlarını kullanarak insanları savaş yakıtı olarak kullandılar. Bugün de Türkiye, İran halkları arasında yatan husumetin temelinde; Yavuz Selim ile Şah İsmail tarafından ekilen mezhepsel tohumlar canlı ve etkilidir.

İslamiyet öncesinde var olan inanç mayalı iktidar kavgasının temeli; Miladi 7. yüzyılın ortalarında Arabistan yarımadası’ında Hz. Ali ile Muaviye tarafından yeniden atılarak alevlendirildi. Yavuz Sultan Selim ve derin devletini temsil eden kurmayları; iktidar kavgasının bu mühürler olmadan sürdürülmeyeceğinin bilincindeydiler. Zaten iki imparatorluk arasında yüzyıllara yayılan savaşlar da bu sloganlarla sürdürüldü.
Osmanlı Padişahı, Memlüklerden zor kullanarak aldığı hilafet mührünü almakla; keskin olan Osmanlı kavmiyetçilik kılıcını; iktidarını kalıcılaştırmak ve kutsamak için; bir orta doğu gerçeği olan süslü bir inanç kını içinde muhafaza etmeyi başardı. Artık saltanat merkezi İstanbul; kavmiyet-din ortak iktidarının üç kıtaya hükmeden merkezi olacaktı. “Kavmi Necip” Araplara da boyun eğdirilerek, bölgenin kutsal kentleri olan Kudüs, Mekke, Medine, Necep, Kerbela ve benzerleri Osmanlı sömürgeci sisteminin içine alınarak iktidara kutsal bir ivme kazandırıldı. Emeviler döneminde Şam’a, Abbasiler iktidarında Bağdat’a, Memlükler zamanında Kahire’ye yönelen ganimet yüklü kervanların yönü artık İstanbul Boğazı’na nazır Bab-ı Ali sarayına çevrilmişti. Aslında Muaviye’den miras kalan Sünnilik mührünün kerameti ile İstanbul sarayının kasası tam altı asır savaş ganimetleri ile dolup taşacaktı. Hanedan ve onun günümüzdeki savunucuları; bunu, Suriye-Mısır çöllerinde Mercidabık ve Ridanya savaşlarını kazanan Sultan Selim’e borçlu olduklarının bilincindedirler. Yavuz Sultan Selim’in ölümünden 493 yıl sonra, adını boğaz köprüsüyle yaşatmak isteniyor, 5 asır ganimetlerle beslenmenin iyiliğini ödemeye ve günümüzde başta İran olmak üzere Şiilik mührünü saraylarında bulunduran Müslüman ülkelere karşı yeri geldikçe bunu silah olarak yeniden kullanmaya Ankara hükümeti temel politika olarak benimsememiş görünüyor.Yavuz Sultan Selim 8 yıllık kısa iktidarı döneminde sadece Müslüman halkların kanını dökerek ganimet topladı. Yenilemek gerekirse, Sünnilik mührünü İstanbul’a taşımakla hanedanı için büyük bir kazanım elde etmiştir.
Milliyetçi muhafazakar Ankara hükümeti için Müslüman halkları kılıçtan geçirmekten ziyade; hilafet mührünü gerçek sahipleri olan “kacm-i Necip” Araplardan alarak Türklere kazandırması önemlidir. Ne kadar dindar görünürlerse görünsünler; Türk, Arap ve Fars egemenleri için uygulamada milliyetçilik hep önde, muhafazakarlık da ikinci sırada yer almıştır. Yani birincisi keskin bir kılıç, ikincisi ise kılıcı koruyan süslü, dokunulmaz, kutsal bir kın işlevini görmüştür. Bu bölge gerçeğini geçmişte ve hatta günümüzde algılamayan tek Müslüman halk Kürtler olmuştur. Kürtleri tutsak alan din kardeşleri; kendi milliyetçiliklerini sürekli bileyip zirveye taşırken; Kürtlere de sadece inançlarla beslenmeleri tavsiye edilmiştir.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Sünni İslam halifesinin koltuğunu zor kullanarak ele geçirmesi; döktüğü Müslüman halkların kanını gözlerden uzak tuttu. Kardeşlerine, onların çocuklarına, sadrazamlarına, Alevilere yaptığı mezalimi, kalın bir inanç örtüsüyle kapatarak meşruiyet kazandırdı. İşte, din-devlet ortaklığının egemenlere tanıdığı dokunulmaz, tartışılmaz ayrıcalık da budur. Med İmparatorluğunun yıkılışından sonra merkezileşemeyen Kürtler, bu bölgesel gerçeği hiçbir zaman kavrayamadılar. Kısacası Haçlı ordularını durduran Kürt kökenli Selahaddin Eyyubi‘nin halkının özgürlüğü ve devletinin kalıcılığı için yapamadığını; Osmanlı Padişahı Sultan Selim Türkler için hayata geçirmiştir. Gerçi bölgenin yerli halkı olan Kürtlerle, coğrafyaya sonradan gelen Türklerin din devlet ilişkilerine bakışlarında farklılıklar vardır. Bağdat Abbasilerinin hizmetine giren Irak Selçukilerinin bu yakın ilişkiden dolayı din-devlet birlikteliğinin önemini; o süreçte özerk, bölünmüş beylikler biçiminde siyasal yaşamlarını sürdüren Kürtlere göre daha erken kavradıkları söylenebilir. Zaten Bağdat’taki Selçuklu hükümdarı yaşlı Ertuğrul, Abbasi halifesinin kızını alarak, halife ile paylaştığı iktidarına, Yavuz Selim’den çok önce kutsal bir ivme kazandırmayı başarmıştı. Oysa iktidarını güçlendirmek için Mısır’daki Fatimi Halifesi Azıd’ın güzel kız kardeşi Seyyidetül Melike’yi nikahlamak için Kürt Sultan Selahaddin’e de öneri götürülmüştü. Fakat derin devlet yoksun olan bizim Selahaddin Yusuf’un gözleri; Aslan Yürekli Richard’ı yenmekten başka bir şey göremiyordu. Onun için de Yavuz Sultan Selim devleti 600 yıl yaşarken; Tüm dünyanın kahramanlığını onayladığı bizim Kürt Sultan Selahaddin’in devleti ancak 130 yıl yaşayabildi.

Ankara’nın milliyetçi-muhafazakar hükümeti; Şiilerle Sünniler arasındaki iktidar kavgasının bitmeyeceğinin ve bunun daha uzun yıllar süreceğinin farkındadır. Şii dünyasına karşı Yavuz Sultan Selim ünvanını bir silah gibi kullanmayı; bölge politikasının bir parçası olarak görmekte ve buna sarılmayı adeta siyasi miras gibi korumayı tarihsel bir görev bilmektedir. Bitmeyen şii-sünni iktidar kavgasını; bu tür değerleri korumak ve yaşamakla kazanacağına inanıyor. Hem suni, hem de Şii iktidarları tarih boyunca bu tür tahrik, kışkırtma ve yöntemlerle ayakta kalmayı başarmışlardır. Yavuz Sultan Selim’in adının boğaz köprüsüne verilmesi; bölge halklarını, farklı inançları boyunduruk altına alan Anadolu egemenlerinin yeni bir siyasi hamlesidir. Paslı tutsaklık zincirinin bir yeni halkasıdır. Farklı inançlarının bütünleşmesini engelleyen, bölünmeyi yaşatan kötü bir simgedir. Buna karşı çıkan Alevilerin tepkilerini haklı buluyorum. 21. yüzyıl tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde ayrıştırmayı değil, birleştirmeyi özendiren simgelerin yüzyılı olmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
55 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi