İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

Osmanlı ve Kürtler

Osmanlı ve Kürtler

Osmanlı Devleti’ni kuranlar Orta Doğu’daki kutsal inanç mayalı devlet yapılanmasını çok iyi biliyorlardı. Çünkü onlardan önce Orta Anadolu’da devletleşen ve aynı kökenden gelen Selçukluların Bağdat Abbasileri ve İranlı Farslarla yakın ilişkileri olmuştu. Onlardan esinlenerek Orta Doğu’ya özgü inanç mayalı devlet yapılanmasının kendileri için de temel varlık nedeni olabileceğinin bilincindeydiler. Bölgenin Sümer’den gelen siyasi dokusu farklı bir yapılanmaya izin vermiyordu. Bizans’tan her türlü saray entrikasını da öğrenmişlerdi. Bir Moğol geleneği olan iktidar uğruna kardeş öldürme alanında da uzmanlaşmışlardı. Devletin 200. yılında bilinçli olarak yönetime devşirmeleri atadılar. Onları yeri geldiğinde mezbahaya yollamak daha kolaydı. Saltanatın ilk 368 yılında ucuz bahanelerle 44 sadrazam ile vezirin yaşamına son verildi. Öldürülen şehzade sayısı 137 olmuştu. Sıra padişahlara gelmişti. Günümüzde “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle gündeme gelen Kanuni lakaplı “Muhteşem Süleyman” da 2 oğlu 5 torununu cellatlara teslim etti.

Anadolu’nun batısında devletleşen Osmanlılara 16. yy. başlarında İran’da Kürt kökenli Şah İsmail’in önderliğinde güçlü bir rakip tarih sahnesine çıkmıştı. Farslar, Arapların kılıcından kurtulmak için henüz Emevi mezalimi döneminde Ali ve çocuklarının mazlumiyetlerine sarılarak; Şiilik inancı ile kendi ulusal kimliklerini koruma altına almışlardı. Böylece siyasal İslam’ın iki mühründen biri İran sarayındaydı ve yönetimin gücüne güç, yaptıkları her türlü mezalime dinen meşruiyet kazandırıyordu. Şiilik mührünün karşıtı olan Sünnilik mührü de Mısır’da egemen olan ve sarsılma sürecine giren Memlük Hanedanın elinde bulunuyordu. Osmanlının, doğudaki hasmı İran İmparatorluğu karşısında ayakta kalabilmek için Sünnilik mührünün İstanbul’a getirilmesi gerekiyordu.

Kürtlerin de büyük bir bölümüne İslam’ın Sünni inancı benimsetilmişti. Osmanlı Sarayının akıl hocalarından Kürt asıllı İdris-i Bitlis-i; bu mezhep yakınlığını işleyerek; 1514 yılında gerçekleşen Çaldıran Savaşında İslam’ın Sünni inancına mensup 16 Kürt beyinin Osmanlıların saflarında yer almasını başardı. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1514 yılında 16 Kürt Mir’inin desteği ile Van’ın Çaldıran Ovasında gerçekleşen savaşta Şah İsmail’in ordusunu mağlup etmiş ancak tehlikeyi tamamen bertaraf edememişti. Çaldıran Savaşından 3 yıl sonra Osmanlı Padişahı ordularının yönünü Suriye ve Mısır çöllerine çevirdi. Çok kanlı geçen Mercidabık ve Ridanya Savaşlarından sonra Memluklar yenilgiye uğratıldı. Sultan Selim binlerce Deveye yüklediği ganimetlerle İstanbul’a döndü. Tabiî ki ganimetlerin paha biçilmez armağanı hilafet mührü idi. Onun İstanbul’a getirilmesiyle hanedanın Tanrı’nın yeryüzündeki temsilciği de tescil edilmişti. Bu kutsallıkla artık Arapları, Farsları, Kürtleri ve bölgedeki diğer Müslüman halkları kılıçtan geçirmek ve mallarını ganimet olarak Bab-ı Ali’ye akıtmak meşru ve Tanrısal bir buyruktu. Gerçek de böyle olmuştu. İlk halife unvanını alan Yavuz Sultan Selim saltanatı boyunca yalnız Müslüman doğu halklarını kılıçtan geçirmiş ve topraklarını sömürge alanı yapmıştı.

62970

Yavuz Sultan Selim

Yavuz Sultan Selim’in İslamiyet’in halifeliğine el koymasıyla yeniden yapılandırılan saltanat kurumu dört asır boyunca Kürtlere yönelik katliamlara varan baskılarını biraz da elit bir aileden gelen Kürt Ekrem Cemil Paşa’nın “Kısa Kürdistan Tarihi” isimli kitabından okuyalım.

“Yeniçeri Ocakları’nı, Akıncı güruhlarını kuranlar, İslam yayılmacılığının temelini oluşturan “cihad” ve “talan” kurallarını benimsediler. Osmanlı Padişahları, saltanatlarına, halifeliği de ekleyince, kuvvet ve kudretlerini daha da arttırdılar. Bu kardeş katili Padişahlar yeryüzünde “Allah’ın gölgesi” “Allah’ın vekili” oldular. Kırıp yıkmaktan, asıp kesmekten başka bir şey bilmeyen kardeş katilleri, böyle zorba kuvvet ve kudretlerini bir de “kutsallık” eklediler. Bunda sonra ki dönemlerde Kürtlerin haklarını, özgürlüklerini, şereflerini korumak için 400 yıl devalı olarak yaptıkları savaşlarda, mücadelelerde karşılarına yalnızca kan dökücü akde vefasız Osmanlı Padişahları ve bunların canavar Yeniçerileri, Akıncıları çıkmadı;
aynı zamanda Peygamber’in Cüppesine bürünmüş, Peygamber’in postuna oturmuş “kutsallık” unvanına sahip halifeleri de karşılarında buldular.” Emir-ül Mümin” olan bu padişahlar, mazlum Kürt’ün hakkını gasp etmek için, dünkü müttefikleri olan bu yiğit ulusu dünya yüzünden kaldırmak için hiçbir hileden ve oyundan çekinmediler. Toplarına, tüfeklerine ek olarak ayetlerle, hadislerle fetvalarla da talihsiz Kürt ulusunu yok ettiler. Kürdistan’ı viraneye çevirdiler. Kürt ulusunu cahillik karanlığı içinde bıraktılar ve özellikle bu noktada kararlı bir tutum izlediler.”[1]

Sorun iktidar kavgası olunca; Mutafa Kemal Atatürk’ün de Osmanlılar için ağır eleştirileri vardı. Ne acıdır ki günümüz Kemalistlerin çoğunluğu Atatürk’ün Osmanlılara yönelik söylediklerini görmemezlikten gelerek Türklük ve devlet adına susmayı tercih ediyorlar.

“Gazi Mustafa Kemal…

01 Mart 1922 de Büyük Millet Meclisinin 3. toplantı yılının açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu:”

“Yedi asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eğlediğimiz ve buna mukabil daima horlama ve hakaret ile mukabele ettiğimiz ve  bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük küstahlık, zorbalıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda ( o zamandaki Türk Köylülerini kastediyordu) bu gün utanç ve  saygı ile hakiki durumumuzu alalım.”[2]

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk Osmanlı hanedanını “nankör, küstah ve zorba olarak tanımlıyor”

Bu arada yine Çetin Altan’ın “Tarihin Saklanan Yüzü” isimli eserinde yer alan Tevfik Fikret’in Osmanlılarla ilgili  bir alıntısını sevgili okuyucularla paylaşmak istiyorum.

Kahramanlık… esası kan, vahşet;
Kes, kopar, kır, sürekli ez, yak, yık;
Ne “aman” bil, ne ah işit, ne “yazık;
Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun;
Ne ekinden eser ne ot ne yosun;
Sönsün evler sürünsün aileler;
Kalmasın hırpalanmadık bir yer;
Her ocak benzesin mezar taşına;       
Damlar insin yetimin başına…
Bu ne vicdangüdaz şenia (vicdan eriten kötülük), ne ar…”

Sanırım Osmanlının en uygun tanımı Tevfik Fikret’in bu dizelerinde saklıdır. Üstat Çetin Altan’a göre de “Osmanlı ne tam Hıristiyan düşmanı ne de tam Müslüman dostuydu.”[3]

Kürt Coğrafyasındaki ilk bölünme de Osmanlılar tarafından gerçekleştirildi. Kürdistan, Osmanlı ve Hasım İran İmparatorluğu arasında çekişme, savaş ve sömürme alanı olmuştu. Kozlarını paylaştıklarını meydan savaşlarını da Kürt topraklarına da bilinçli olarak kaydırdılar. Kürt Halkı ve coğrafyası ilk yarayı 1514 yılında Çaldıran Savaşı; ikinci büyük yarayı da bu tarihten 125 yıl sonra 1639 da yine iki imparatorluk arasında gerçekleştirilen Kasr-ı Şirin antlaşması ile aldı. İslam inancı kullanılarak ve Kürt Mir’lerini birbirlerine kırdırarak başlangıçta tanıdıkları özerk statüyü de ortadan kaldırdılar Kürtler bu imparatorluklara yardım edince dini inançları da kutsaldı. Ancak muhalefete geçip hak istediklerinde ibadetleri geçersiz ve inançları da “batıl” oluyordu. Bu siyaset günümüzde de biçim değiştirerek devam ediyor. Ne acıdır ki Kürtler, Sümer’den gelen din-devlet ilişkilerini yeterince kavrayamamış görünüyorlar. Halen Ankara, Tahran, Şam ve Bağdat yönetimleri tarafından aldatılan Kürtlerin sayısı hayli kabarıktır.

Devleti kutsal sayan Türk, Fas, Arap egemenlik sistemi; coğrafyanın kadim halkı olan Kürtleri tarihten silmek için adeta yeminli bir ittifaka girmişlerdir. Sadabad, Bağdat Paktları ve sonrasında kendi aralarında imzaladıkları birkaç düzineyi aşan açık ve gizli anlaşmalar; Kürt inkar ve imhasına yönelik girişimleri kanıtlayan belgelerdir. Günümüz Türkiye’sinde  hayata geçirilmek istenen “komşu ülkelerle sıfır sorun yaşama” planı da bu politikanın en sinsi, acımasız tasarımının bir devamıdır. Bunca acılara rağmen Kürtlerde tarih bilinci gelişmiyor. Halen kardeşlik palavrasıyla aldatılan Kürtlerin sayısı oldukça fazla. Oysa Ortadoğu egemenlik sisteminin ne özünde ne de yöneticilerinin dilinde “halkların kardeşliği” kavramı tarihin hiçbir döneminde hayata geçirilmemiştir. Tam tersine coğrafyanın kadim yerlileri olan halklar sistematik bir şekilde ve sürece yayarak ortadan kaldırıldı. Henüz sosyal, siyasal ve dinsel alanlarda reform geçirmeyen bu despot egemenlik sistemlerinden eşitlik temelinde kardeşlik beklemek yanılgıdan öteye tam bir gaflettir. Tarih boyunca kavmiyetçilik kılıçlarını süslü bir inanç kını içinde muhafaza etmeyi profesyonelce bilen, bu alanlarda uzmanlaşan, günümüzde de defalarca denenmiş bu kirli politikalarını daha ustaca uygulayan ve çağın teknolojisi ile besleyen, koruma altına alan yerel sömürgecilerden demokratik yöntemlerle hak talep etmek, tarih bilincinden yoksun kalan çağdaş kölelerin bir feryadıdır. Ve Ortadoğu’ya özgü siyasal gerçeklerle örtüşmez. Zaten Lozan ve sonraki paylaşımda Kürtlerin özgür iradelerine başvurulmadığı gibi; Kürtlerin Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırlarının içine bölünerek alınmaları da çok derin bir siyasi plan sonunda gerçekleşmiştir.

KAYNAKÇA

  1. Ekrem Cemil Paşa,Kısa Kürdistan Tarihi,s:142
  2. Çetin Atlan,Tarihin Saklanan Yüzü,s:210-211
  3. Çetin Atlan,Tarihin Saklanan Yüzü,s:174

NOT: Sabahleyin bilgisayarı açtığımda ilk baktığım yer Yüksekova Haber Gazetesi’nin sayfalarıdır. Çünkü o benim doğup büyüdüğüm acılı coğrafyanın çoban yıldızıdır. Bize 12 yıldır bu aydınlığı yansıtan sevgili Necip Çapraz, İrfan Sarı, Erkan Çapraz ve diğer çalışanlarını kutluyorum. Hep mazlumların yanında yer almaları umuduyla kendilerini selamlıyorum. Coğrafyamızda ezilenlerin sesi olmanın acıları gibi sevinci ve gururu da büyüktür. Yüksekova Haber Gazetesi’nin kutsallığı da bu gerçeğinde yatmaktadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
23 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi