M. Latif Yıldız

M. Latif Yıldız

Neden böyle olduk?

Neden böyle olduk?

30 yıldır kardeş savaşının yarattığı büyük tahribat ne yazık ki inanç ve insanlığı da törpüleyerek hak etmediğimiz günler yaşıyoruz.

Yıllarca “ yüzde 99 aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı Kur-an’a inanıyoruz; aynı inancı paylaşıyoruz. Türk – Kürt ne farkımız var. Müminler kardeştir” söylemlerinden başlayayım. Hani arkasına gizlediğimiz, kendimize bile söylemekten korktuğumuz gerçeklerimizle yüzleşelim. Kendi kendimizi aldatmaktan artık vazgeçerek “neden böyle olduk?” konu başlığımı izninizle açık yüreklilikle bir anımla açmak istiyorum.

1970 yılların sonlarıydı gündüz gazeteci, akşam öğretmenlik yapıyorum. 12 Eylül öncesi AP- MSP 2. Milliyetçi Cephe dönemi ve AP’den istifa edenler ile CHP iktidar günleri. Yaşları 20 - 50 arasında değişen öğrencilerimin talebi; okul müdürü ve öğretmen arkadaşların onayı ile kantinin yanındaki merdiven altına 2 halı atarak mescit yaptık.

Burada arzu eden öğrenci, öğretmen, idareci ders boşluklarında farz namazlarını kılarak ibadetlerimizi ifa ediyorduk. Ancak o yıllarda benim için hemen her iki ayda bir ters giden bir şeyler oluyordu. Valiliğe, Milli Eğitime olmadı M.E.Bakanlığına ( o zamanlar orta öğretimde görev yapan öğretmenleri ancak bakanlık müfettişleri soruşturma açabiliyor ve sorgulayabiliyordu) şikayet ediliyorum, soruşturma üstüne soruşturmalar geçiriyordum.

Hepsinde anlımın akıyla temize çıkıyordum çıkmasına ama biri bitmeden bir başkası başlıyordu. Neyse her şeyin üstesinden geldim. Ama kim bunları yapıyor diye etrafımda olup bitenleri gazeteci duyarlılığı ile sorguluyor, araştırıyor, irdeliyordum.

Doğrudan şu öğrenci, bu öğretmen ya da idareci yapıyor diyemedim. Çünkü hayat boyu gazetecilik ilkem belge, bulgu ve kanıt üzerinden kurgulandığı için, “beni şu kişi şikayet ediyor” diyecek delilim yoktu. Şüphelendiklerim vardı elbet. Okulda silahlı dolaşan, Kürdlere karşı ülkücüler ya da dine ve Kürdlere mesafeli olup mescide onay veren gazeteci-öğretmen kimliğim nedeniyle diş bileyen Kemalist öğrenci veya öğretmenler olabilir diyordum.

Mescitte benimle omuz omuza namaz kılan; bazen ben veya onlardan birinin imamlık yaptığım cemaat arkadaşlarımdan birinden şüphelenmek asla aklımın ucundan bile geçmedi.

Araya yıllar girdi. Önce MSP, 2002 yılından sonra AKP’de siyaset yapan o günlerde birlikte öğretmenlik yaptığımız bir meslektaşım ile bir davette aynı sofrada yan yana oturduk. Mescitte omuz omuza namaz kıldığımız o günleri anan bir nostalji yaptık.

Bu sohbet esnasında dindarlığı, yarım hocalığı ile saygı duyduğum meslektaşım hayat boyu unutmayacağım bir itirafta bulundu.

-“Latif hoca hani akşam okulunda sürekli soruşturma geçiriyordun ya!” dedi.

- Ben de “evet” dedim.

- “ O yıllarda seni ben ve MSP örgütünden arkadaşlar ‘Kürt’ olduğun için şikayet ediyorduk. Ama ne yaptıysak hakkından gelemedik. Bugün yanlışlık yaptığımı anlıyorum. Sana karşı işlediğim kul hakkı ile öbür dünyaya gitmek istemem, beni af eder misin?” dedi.

Başımdan kaynar sular dökülüyor sandım. Donup kalmıştım. Kurşun sıksan tek damla kanım akmazdı. Sapsarı kesildim. Aslında tepkisini çok bariz gösteren bir karaktere sahibim. Ama o zavallıya sadece şunları söyledim:

-“Hoca! O günlerde benimle omuz omuza, hatta bazen imamlığımda cemaatim olarak arkamda namaz kılan sen mi beni şikayet etmiştin? İnandığını söylediğin Allah ne demiş biliyor musun? Kul hakkı hariç bütün suçları af ederim. Allah’ın af etmediğini benden bekleme. Birde Hz. Muhammed sen ve senin gibiler için ne demiş biliyor musun? “Münafık” Peygamberin lanetlediği münafığı kimse benden af etmemi hiç ama hiç beklemesin” dedim.

Neden bu anımı yazdığımı yazımın başında ifade ettim. Hani “din kardeşiyiz” diyorlar ya! Bırakın omuz omuza namaz kıldığı kardeşini şikayet etmek, Cumhuriyetin 88. yılında zulüm ediyorlar, insani haklarını görmemezlikten geliyorlar; hatta “kökü kurusun” diyorlar.

 İlk örneği Fethulla Gülen hocadan vereceğim.

Yıllardır Amerika’da olan hoca efendi Çukurca olayından sonra Van depremi ve de Bayram arifesinde beyanat verdi. “ Kürtlerin ızdırabını hissetmek” başlıklı beyanatında Kürtler ve dilleriyle ilgili güzel tespitlerde bulundu.  Ama mülakatın bir yerinde dile getirdiği bedduayı okuyunca donup kaldım. Dillerseniz o bölümü Yeni Şafak gazetesi yazarı Kürşat Bumin’in kaleminden ve yorumundan izleyelim:

“…Zaman gazetesi Fethullah Gülen'in bir sohbetini ‘Kürt meselesi hakkında önemli tespitlerde bulundu’ başlığı altında haberleştirdi.

Söz konusu tespitler içinden özellikle dikkat çekici. Birincisi Gülen'in Çukurca'ya yönelik saldırıdan sonra Cumhurbaşkanı'nın telaffuz ettiği "intikam" sözcüğüne ilişkin.

…Gülen, sohbetinin iki yerinde "intikam-intikâmat"la ilgili olarak: "Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi 'intikamımı alın' dememiş;"

"Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele 'mukabeli-i bilmisil' kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, 'Şehitler ölmez, vatan bölünmez' sloganlarıyla problem çözülmez. (...) Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, feraset ve şefkatle gidilmelidir."

Görüyorsunuz; ülkemizin barındırdığı çeşitlilik sıralanırken "inanç" ve "görüş" gibi elamanlarla işlerin sühuletle çözülmesini hatırlatması açısından değerli ve etkilidir.

Ancak "ılımlılık"ı esas alan bu sözlerin şu şekilde devam etmesi –doğrusu- şaşırtıcı olmuştur: " 'Hakkı kötek olanlar' istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re'fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir."

Ne dersiniz, nüfusun yüzde beşinin "Hakkı kötek olanlar"dan sayılması biraz önceki değerli "mülayim" faslın değerini ve etkisini azaltıcı nitelikte değil midir? Burada önemli bir diğer husus da, buraya kadar topluma seslenmekte olan Fethullah Gülen'in yüzünü hızla "devlet"e çevirmesidir. "Hakkı kötek olanlar"a haklarını verecek olan "devlet" değil midir?

"Hakkı kötek olanlar" meselesi sohbetin bir başka yerinde yine karşımıza çıkıyor. Hem de bu sefer, yanlış olduğu vurgulanan "intikamât"ı çağrıştırır biçimde. Şu satırlar yani:

"Herkes bu meselenin halli için duanın gücüne de sığınmalı; her fırsatta gönüllerini Yüce Dergâh'a açıp 'Allah'ım, birliğimizi sağla, aramızı te'lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir' diye niyaz etmelidir.

Görüyorsunuz, bu satırlarda "ılımlılık" hepten terk edilmiş görünüyor. "...onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir." Bu bed-duada sizin de dikkatinizi en çok "köklerini kurut" faslı çekmiştir herhalde... Söz konusu duanın bed-dua faslının hiç mi hiç hoşuma gitmediğini söylemeliyim. Sevenleri-sayanları tarafından çok değerli bir mutasavvıf olarak bilinen birisinin ağzından "köklerini kurut" bed-duasını duymak hoş değil doğrusu….” Diye Kürşat Bumin Yeni Şafak’ta yazmış.

Niye mi bu alıntıyı yaptım? Batman’da 14 Ekim’de konuşma yaptığım panelin ara boşluğunda Fethulla Cemaatine neden eleştiri getirdiğimi soran Batmanlı yazarın kulakları çınlasın istedim. Seyda-ye meşhur (ünlü alim) Said-i Kürdi Bediüzzaman Hazretlerinin öğretisi, kitapları ve dersleriyle yetişmiş, en hassas bilinen, ilim, irfan sahibi, iyi bir hatip; sonra kendi cemaatini kuran isim bunları söylerse “neden böyle olduk?” demekten başka ne diyebilirim ki? Allah hepimizi ıslah etsin.

Gülen örneğinden sonra neden böyle olduk faslına devam edeyim:

KÜRDE BAKIŞ

Kürtlere bakış üzerine ciltler yazılır. Ben ciltleri değil yaşanmış bir örneği sizler ile paylaşacağım. Bilindiği gibi 23 Ekim Pazar öğle saatlerinde Van ve çevresinde deprem oldu. Çoğumuzu ölüm, yaralama, yıkımdan çok faşist yaklaşımlar üzdü. Tekrarlayacak değilim. Ama gözden kaçan Kürde bakış açısını ifade eden bir örnek vermeden geçemeyeceğim.

Depremde Azra bebekten önce medyaya simge olan ve gazete manşetlerine taşınan Yunus enkaz altından çıkarılırken kanallar “ Yunus, şoktaydı bir şeyler söyledi anlaşılamadı” dediler. Oysa Yunus anlaşılır konuşmuştu. “Anlaşılmayan” dedikleri “ana diliydi.” Yunus’un Kürtçe konuştuğunu akıllarına bile getirmemişlerdi. Nede olsa “bilinmeyen” bir dildi.

Oysa Yunus, Kürdçe “ez di mirim” yan “ben ölüyorum” demişti. O anlaşılmayan dili anlamayanlar Yunus’u iç kanamalı olarak uzun bir yolculuğa çıkardılar. Ve Yunus gerçekten de yolda öldü. Kim bilir belki o hasta ruhlar bir Kürd daha azaldı diye “ oh olsun” demişler.

Hani depremde en az bin kişi ölecek diye kehanette bulunanlara internet ortamında “-beter olsun, -İnşallah taş üstünde taş kalmaz”  demişlerdi ya!

Çünkü Yunus Kürtçe konuşmuştu. O yüzden faşist ruhlar yardım paketine simgeleri olan taş, bayrak ve kirli çamaşır koyarak Vana gönderdiler. Ne diyelim Allah onları ıslah etsin. Tabii sel gibi her gün yüzlerce TIR yardımı ve nefret yerine sıcak battaniye gönderen herkesten de Allah razı olsun. Faşistlere rağmen Allah dayanışmamızı bozmasın.

EŞİK

Yeni bir eşikteyiz. Bundan sonra gelecek sarsıntılar ya birleşmeyi ya da kırılmayı tam anlamıyla tetikleyecek. O yüzden Türkler de, Kürdler de atacakları adımda dikkat etmeli.

Eşitsizlik doğallaşınca insanlar “neye” ve “neden” itiraz edeceğini; yerine “neyi” ve “nasıl” koyacağını bilmeyince, devletin ve egemenlerin elinde olan vijdan eşitsizliği deprem dalgası gibi ülkeyi kasıp kavuruyor.

Depremde Kürtlere ekranlarında “onlar” demenin altında yatan kronik vijdansızlığın açığa çıkan enerjisidir. Çünkü ülkemizde yaşayan herkesi eşit vatandaş sayan ne bir siyaset üretildi, ne de böyle bir eğitim sistemi dert edinildi.

Çağdaş dünyada sanayi sonrası teknoloji devrinde eşit yurttaş ırka dayalı ulus devleti aşarak demokrasiyle bütünleşti. Örgütlenme, siyaset biçimi değişirken, dinamikler çeşitlendi, sivil toplum örgütleri etkili bir konuma geldi. Ne yazık ki bu eşiği atlayamadık.

Biz ve bizim gibi toplumlar ulusalcı, ceberut, statükocu zihniyetin getirdiği durum ortadadır. Çağdaş ülkelerde insan hayatı ve insanı değerleri korumak en büyük kamu, devlet göreviyken Türkiye’de 7.2 şiddetindeki bir depremde insanlar beton yığınları altında inlerken hükümet dış yardımları kabul etmemeye gerekçe olarak “gücümüzü sınadık” diyebiliyordu. Deprem parasını çifte yola ve silaha harcayanlardan ne beklenirdi ki?

Hukuku yorumlamamızda aynı kapıya çıkıyor. Hukukumuzun uluslar arası ceza ve Avrupa İnsan mahkemeleri karşısında girdiği çıkmaz, aldığı para cezaları vijdanları sızlatmıyor. Uluslar arası hukuku çok iyi bilen savcı ve hakimlerimiz ne hikmetse statüko duvarlarını aşamıyorlar. Bu durum hukuksuzluğu büyük bir sorun haline getirmektedir.

Hukuksuzluk bir keyfiyet ve tercih haline geldiğinden insanların hiçbir değeri yok, var olan tek değer kutsanmışlardır. Oysa gelişmiş dünyada kutsal olan insandır. Her şey insan için vardır. O ülkelerde farklı kültürler zenginlik, bizde ise ne yazık ki bölücülüktür.

IRKÇILIK

Hiç kuşkusuz neden böyle olduk sebeplerinden biride “ırkçılık”tır. Hiçbir ırkçı “IRKÇI” olduğunu asla kabul etmez. Taraf yazarı Serdar Kaya 30 Ekim 2011 tarihli köşesinde konuyu o kadar güzel izah etmiş ki; Scott adındaki bir yazarın Fransa’da doktora öğrencisi iken K. Afrika kökenli insanlara Fransız memurlarının ırkçı yaklaşımını aktardıktan sonra Türkiye’de ırkçılığın geldiği boyutu bakınız nasıl ifade ediyor:

“ Van depreminin hemen ardında adeta refleks hızında verilen ırkçı tepkiler, Türkiye’deki ırkçılığın sadece yaygın olmakla kalmadığını, aynı zamanda ileri derece kaba bir niteliğe de sahip olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Deprem gibi genç- yaşlı, kadın – erkek demeden herkesi etkileyen trajik bir olayın hemen ardından sosyal medyayı Kürtlere nefret kusan girdilerle dolduran insanlar, depreme üzülmediklerini ( hatta, ‘gebersinler’, ‘beter olsunlar!’ gibi ifadelere bakılırsa sevindiklerini) ifade ettiler ve diğer doğu illerinde de depremler yaşamasını istediler.

..Bu insanlara tek tek soracak olsak, hiçbiri ırkçı olduğunu kabul etmeyecektir. Ancak ‘Türkler… inşallah bir şey olmamıştır. Ama diğerlerin canı cehenneme…’ gibi ifadeleri başka türlü izah etmek zor.

Etyem Mahçupyan, 23 Ekim 2011 tarihli yazısında, sadece bireylerin değil, bir toplumun da topyekun delirebileceğini ifade ediyor. ( Ulusalcılar, Kemalistler, Türk Solu, Komünistler, Muhafazakarlar, dinciler, İslamcılar, cemaatçiler hemen her görüşte olanlar Kürtler söz konusu odlumu aynı ortak paydada buluştuklarına göre bence topyekun yerinde bir ifade olmuştur. M.L.Y.) Delirmek başlıklı yazı, deliliğin algılara sinmesine kurumsallaşması durumunda toplumun içinde bulunduğu halin farkında olmayacağı bir durumun geleceğini vurguluyor.

Türkiye’deki yaygın ırkçılığı normalize eden de yine kitlesel bir delirmişlik hali. Bu delirmişlik, ‘soydaş’lardan ‘asil kan’a, bu kanı sembolize eden ‘al kanlı bayrak’tan ‘Türkiye Türklerindir’ gazetelerine dek uzanan pek çok ırk eksenli söylem ve sembolde ifade buluyor.

On yıllardır kuşatılmış bulunduğumuz bu tımarhane atmosferi nedeniyle, ırkçılığın, değil yaygın olmasının, varlığının dahi pek farkında değiliz. Bular normal şeylerdir zannediyoruz… “

Biliyorum çok uzun bir yazı oldu ama bunları yazmam gerekiyordu. Maalesef bu örnek ve alıntılardan sonra hepimizin iyi bir tedaviye, meditasyona ihtiyacı var. TV seyredip, gazete okuyanlara medya aracılığı ile şırınga edilen; okuldaki eğitim yoluyla, camide vaizle evde aile fertleri, askerde komutan, Meclis ve meydanlarda siyasetçi, devlet dairesinde amir toplumu o kadar kirletiyorlar, o kadar ırkçılık yüklüyorlar ki; suya, besine, havaya, uykuya ihtiyacımız olduğu kadar toplumsal bir tedaviye ihtiyacımız var. Yaşanan bunca doğrular karşısında günümüzde gerçekleri gizleyenler yalnız iki yüzlü değil, yirmi yüzlü yalancılıkla dolu. Hala “ neden böyle olduğumuzu” anlamamışsak yazacak başka ne olabilir ki?

Cejna we pîroz be (Bayramınız Kutlu Olsun)

Tabii bütün olup bitenlerden sonra “Bayram” diyecek bir durum kalmışsa.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
M. Latif Yıldız Arşivi