İbrahim Genç

İbrahim Genç

Müslümanlığın Eleştirisi -4

Müslümanlığın Eleştirisi -4

Türkiye’de dinin araçsallaştırılması ve kontrol edilebilir toplumun inşasında kullanılması, üzerinde durulması gereken ciddi bir konudur. Burada gözden kaçırılmaması gereken şey; tartışılan ya da eleştirilen din değildir, dinin nasıl istismar edildiği ve kitlelerin kontrol edilmesi amacıyla nasıl araçsallaştırıldığıdır. İster kabul edelim ister etmeyelim, hangi din olursa olsun, dinin kendi doğasından kaynaklanan “istismar edilebilme” tehlikesi daima var olmuş ve olacaktır da. Bu sebepledir ki devletin-egemenlerin din üzerindeki etkisinin kırılması, pasifize edilmesi gerekir. Tabi bunun tam karşıtı olarak kendini demokratik-laik olarak tanımlayan bir ülkenin başbakanı, dindar gençlik yetiştirme ülküsünden bahsetmektedir. Bu; bireylerin her türlü devlet etkisinden uzak, kendi akılları ve donanımlarıyla ideoloji ya da inanç edinmelerine müdahale demektir. Öyle ki Cumhuriyet’in erken dönem kadrolarının kurduğu ‘torna’larda “aynı tip insan” yetiştirme ideali, bugün ele geçirilen aynı ‘torna’lara sadece yeni kalıplar takarak devam ettirilmek istenmektedir.

Cumhuriyet öncesi kadro; Ziya Gökalp’ın “Biz Türkler, çağdaş medeniyetin akıl ve ilmiyle donanmış olduğumuz halde bir Türk-İslam harsı yaratmaya çalışmalıyız (1)” sözünden anlaşıldığı üzere dinin Türklüğe yedeklenmesi amacını taşıyordu. Bu dönem teorisyenlerinden Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve diğerleri de yazılarında, İslam’ın Türklüğe nasıl yedekleneceği üzerinde uzun uzun durmuşlardır. Bununla birlikte “Her ne kadar 1920’de İslam, meşrulaştırıcı bir referans olmaktan çıksa da bu dönem milliyetçileri, İslamî dayanışmayı sürdürmek kanısındadırlar (2)” Çünkü toplumun güçlü olan kimliğinden istifade etmenin yolu, “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek”ten geçiyordu. Ki bundan sonraki süreçte de aşama aşama Tevhid-i Tedrisat Kanunları ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar ile ta Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren “Sünni İslam-Türk” kitlesi tornadan çıkarılmaya çalışılmıştır.

Bu anlamda 1980 darbesi, İslam’ın devlet dini haline getirilmesi konusunda çok etkili olmuştur. Çünkü bu dönem uygulamaları, darbeyi yapanların niteliklerine bakıldığında bir çelişki arz etse de “Türk-İslam sentezi” idealinin gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Bugün kendilerine muhafazakar-demokrat ya da milliyetçi-muhafazakar diyenlerin pratikleri de bu doğrultudadır. Bu her ne kadar “Çelişkili gibi görünse de ulusal değerlerin savunucusu gibi görünen milliyetçiler, Batı’nın en kolayca anlaştığı kesimler olmuştur. Geçmişte laik / batıcı milliyetçilik olarak görülen bu kesimin yerini Türk / İslam milliyetçiliği almıştır (3).” Ki dikkat çekicidir ki Türkiye-ABD ilişkilerinin gelişmeye başladığı zamanlarda milliyetçi kesimin ABD karşıtlığı sıfıra inmekte, toplumda artan milliyetçi-İslamcı dalga başka bir amaca kanalize edilmektedir. Bugün Türkiye’nin ABD-İsrail ve AB ile birlikte Ortadoğu’nun Müslüman coğrafyasını şekillendirme projesine (BOP) sağır kesilen milliyetçi-İslamcı kesim, bütün enerjisini Türkiyeli Kürtlerin en temel insanî-vicdanî taleplerine karşı durmakla harcamaktadır.

Özellikle son yıllarda AKP’nin temsil ettiği anlayış, dini araçsallaştırma noktasında büyük bir “usta”lık kazandı. “Usta”lar; bir tarafta ülke içinde Allah’ın doğuştan insanlara bahşettiği şeyleri talep edenleri hapishanelere doldururken, Allah’ın kudretinin delilleri olarak gördüğü dilleri aşağılarken; diğer tarafta İslam coğrafyasını ABD-AB işbirliğiyle darmadağın edilmesine aracılık ederken her platformda dinden bahsedilmesinin çelişkisi içinedirler. Aynen buna benzer şekilde “12 Eylül generalleri din üzerine konuşmayı seviyorlardı. Evren, anayasayı tanıtmak için yaptığı yurt gezilerinde sıkça dini konulara giriyordu. Erzurum’da, din dersinin ilkokuldan itibaren zorunlu hale getirileceğini müjdelemişti (4).” Bunun sonucunda 12 Eylül darbecilerinin eliyle Alevi köylerine zorla cami yapılmış, Kur’an kursları ve İmam Hatip okulları her yerde hızla açılmış, Diyanet’in bütçesi arttırılmış, din dersi zorunlu hale getirilmiştir. Özünde bu durum, 12 Eylül darbecilerinin ideolojileriyle çelişki göstermesine rağmen pragmatist düşünülmüş ve dinin araçsallaştırılmasına çalışılmıştır. Çünkü “çoğunlukla yapılagelen, İslam’ı sadece (genel) politikaya değil, günübirlik politikalara da mahkum eden, İslam’ın parti ve grup menfaati uğruna insafsızca tüketilmesidir ki, bu suretle İslam da tam anlamıyla bir demagogluk haline gelmiştir. Maalesef birçok ülkedeki İslamî partiler, dinin bu şekilde politika tarafından kullanılmasının başta gelen suçlularıdır (5).”

DİYANET (ORGANİZE) İŞLERİ…

Burada Diyanet İşleri Başkanlığının üzerinde durmak faydalı olacaktır. Çünkü bugün Diyanet’in neye hizmet ettiği ve kurumsal yapısı sürekli tartışma konusudur. Bu tartışmanın odağında Osmanlıdaki Şeyhülislamlığın, Osmanlı politikalarına dinen meşruluk katma görevi görmesi gibi Diyanet’in de İktidarların-devletin politikalarını meşrulaştırdığı; Diyanet’in temel görevinin dini, devlet dini haline getirip kontrol edilebilir bir yapıya soktuğu; Diyanet’in Türk-İslam ülküsünün devlet ayağını oluşturup ‘Sünni Hanefi Müslüman Türklük’ün yaratılması amacına hizmet ettiği; toplumun yurttaş olmasının engellenmesi ve kul-tebaa anlayışında dizginlenmesi gibi argümanlar bulunmaktadır. Bu sebeple de çeşitli kesimler tarafından Diyanet’in lağvedilmesi düşüncesi ortaya atılırken bazı kesimler de Diyanet’in Sünni-Hanefi anlayışından arındırılıp tüm inanç gruplarını temsil etmesini arzulanmaktadır.

Tartışmaları bir tarafa bırakıp biz Diyanet’i iki farklı olguya iki farklı yaklaşım sergileyen tavrıyla ele alalım. Bu anlamda Diyanet’in Irak işgali karşısındaki tavrını incelemekte fayda var. Biliyorsunuz ki ABD’nin Irak işgaline destek olmak, bizzat işgalde yer almak için AKP 1 Mart tezkeresini Meclis’ten geçirmek istemiş ama toplumun tepkisi sayesinde tezkere Meclis’ten geçmemişti. Devlet kademesinde yaşanan bu gelişmelerden bağımsız olarak çeşitli kesimlerden insanlar ABD’nin Irak’a saldırısını önlemek için canlı kalkan eylemi gerçekleştirmişlerdi. Bunun üzerine devlet (iktidar) harekete geçmiş ve canlı kalkanların Irak’a gitmesine engel olmanın yollarını aramıştı. Öyle ki Diyanet’in eliyle çeşitli tefsir cambazlıklarına girişilmiş ve bu eylem “bile bile ölüme gitmek” olarak değerlendirilip bu eylemin caiz olmadığına dair bir fetva yayımlamıştı. Kitabında bunu uzun uzun ele alan Erdoğan Aydın “Bugüne kadar savaşa dair tavır açıklamamış olan Diyanet’in yaptığı tek açıklamanın, ateist ve Hıristiyan barışçıların, Irak’a karşı saldırıyı engellemek amacıyla gerçekleştirdiği bu erdemli eylemi olumsuzlamak bağlamında biçimlenmesi oldukça manidardır. Diyanet’in, yüz binlerce çocuk ve kadın dahil masum Irak halkının katledilmesinin öngününde, dinsel tekelini böylesi olumsuz bir temelde kullanması, Müslüman halklara karşı duyarlılıktan bütünüyle yoksun olduğunu, statükoyu korumaya yönelik bir toplumsal kontrolden başka işlevi olmadığını bir kez daha göstermiştir (6).” sözleriyle eleştirmektedir.

Geçmişte Bakara Suresi’nin “Sakın kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın.” diye emreden 195. ayetine atıfta bulunup Irak işgaline karşı çıkanları engellemeye çalışan Diyanet, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı kırmak isteyen Mavi Marmara ve eylemine ses çıkarmaması büyük bir çelişkidir. Burada Müslüman her bireyin savunacağı şey, Diyanet’in ezilen Müslüman veya değil, bu konulara duyarlı olmasının gerekliliğidir. Fakat Diyanet, İktidar’ın dış güçlerle olan dirsek temasına göre fetva verirse bunu tartışmak ve sorgulamak gerekiyor. Çünkü İslam dünyası olarak yeryüzünde hakkettiğimiz yeri ancak Kur’an ve sünnet doğrultusunda edineceğimiz duruşla alabiliriz. Bu konuda inancın fazlasıyla siyasete alet edilmesi, tutarlı bir İslam ülküsünü engellemektedir.

Buna benzer şekilde güya Müslümanları dünya ölçeğinde temsil etme amacında olan İslam Konferansı Teşkilatı da iyi bir sınav vermemektedir. Çünkü bu Teşkilat da her ne kadar üye ülkeler arasında dayanışmayı arttırıp sorunları çözmek, tüm dünyadaki Müslümanların haklarını savunup seslerini duyurmak, her türlü ırksal, dinsel, mezhepsel ayrımcılığa karşı mücadele etmek ve emperyalizme karşı durmak amacıyla kurulmuşsa da bu yönde etkili olduğunu söyleyemeyiz. Mesela üye bir ülkedeki Müslüman bir halkın dili ve kültürü üzerinde uygulanan imha-inkar politikalarına İslam Konferansı Teşkilatı neden hiç ses çıkarmamıştır? Üye ülkenin temsil edilmesi ve varlığı, Allah’ın varlığına delil teşkil eden bir halkın sahipsiz bırakılmasından ve zulme sessiz kalınmasından daha mı önemli?

(1) Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s. 34, Akçağ yay.
(2) François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi, s. 15, YKY yay.
(3) Feyzi Çelik, Özgür Gündem, 12.02.2012
(4) Murat Sevinç, Radikal İKİ, 12.02.2012
(5) Aktaran İlhami Güler, Radikal İKİ, 12.02.2012, Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 140-141
(6) Demokrasinin Dayanılmaz Ağırlığı, s. 193, Nokta Kitap

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
İbrahim Genç Arşivi