İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

Kızıl alevlerle yanıyor dünya

Kızıl alevlerle yanıyor dünya

Moğol kökenli Hindistan Hükümdarı Ekber Şah; 14.10.1542 yılında dünyaya gelmişti. Asıl adı Celaleddin Muhammed olan Ekber; Moğol Hakanlarından Babür’ün torunuydu. Henüz 14 yaşındayken tahta oturmuştu. Sayıca fazla olan kendisine göre “direnişçi, isyancı” Hindistan’ın yerli güçlerini yenilgiye uğratarak ünlenmişti. Hükümdarlığı 1556-1605 yılları arasında sürdü. Yönetimi sırasında Hindistan halklarına karşı adaletli davranmayı temel prensip olarak benimsedi. İslam terbiyesini almasına rağmen dinler arasındaki toleransı yüce bir ilke olarak görmüştü. İktidarı döneminde ülkedeki Müslümanlar kadar Hindulara, Budistlere, Hıristiyanlara, Mecusilere de inançlarını serbestçe yayma hakkını tanıdı. Zaman zaman bu farklı inanç mensuplarının temsilcileriyle inançlar üzerine tartışmıştır. Bu vesileyle bölgede yaygın olan dinleri yakından tanıma fırsatını bulmuştu. Araştırmaları sonunda bazı yeni düzenlemelerle “DİNİ İLAHİ” adında “ekletik” bir din kurmaya çalışmıştır. Kurduğu düzenlemeye de imtiyaz tanımamıştır.

Her hafta Perşembe günleri sarayında Hıristiyan bilgin Papazları, Müslüman Ulemaları, Budha Keşişlerini, Hindu Brahmanları, Zerdüştü Rahipleri toplar; onlarla konuşma ve tartışmayı gelenek haline getirir.

Olağan hale gelmiş Perşembe toplantılarının birinde; üzerinde ham ipekten örülmüş bir elbise giyen ve mütevazi görünmeye çalışan Ekber, yüksek mevkiindeki yerini alır. Yanında sarayın hukuk danışmanı ve veziri Ebülfalz ile bilgin, mütercim, şair olan Fevzi vardır. Girenlerin ilgisini çekmek için ibadethanenin kapısı üstünde Kûfî yazısı ile yazılmış iki dizeden oluşan yazıda bilimin paha biçilmez önemi konuklara yansıtılıyordu.

“Dünyada tükenmeyen, çalınmayan, harcandıkça artan bir hazine biliyorum: BİLİM”

Altın değerindeki bu sözler; katılımcıların beğenisini kazandığı gibi, hoşgörünün de adeta çerçevesini belirler. Seyvan altından yapılmış yüksek koltuğa oturan hükümdar; elini kaldırarak dostlarını selamlar. 1635 yılında Hindistan’a giden Fransız kuyumcusu Tavernier’in 160.5 milyon altın livre değer biçtiği tavus tahtada oturmanın azametini yaşarken, toplantıyı şu sözlerle açar:

“Çağrıma gelmekle bana onur verdiniz dostlarım! Sizleri, hep tanıyıp kutsadığımız, fakat türlü adlara ve şekillere büründüğümüz o yüce yaratıcı varlık adına selamlarım. O yüce varlık ki, bütün sorular sonunda hep kendisine varıp dayanır: Allah var mı? Dünya tarihi veya insan kaderi bu soruya verilecek cevabın şöyle olmasına bağlıdır. Eğer Tanrı’nın varlığını kavrar, sonsuz bir hayata inanırsak ancak o zaman, yalnız o takdirde iyiliğin, doğruluğun zaferine inanabilir, yürümeye değer bir erdem yolu çizebiliriz.  Yoksa… Yoksa hiçbir sorun ve konunun değeri kalmaz. Güvensizlik, sebatsızlık gibi kötü huylar; isyan ve ayaklanma, türlü suç ve cinayetler hep insanı Tanrıya bağlayan, bağlanması gereken o kutsal ruh bağlantısının olmaması, ya da kopması yüzündendir.”

İlk sözü Müslümanların sözcülerinden Han Mirza Aziz alır.

- Majesteniz Ulu Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın dini üzerine eğitim görerek büyüyüp yetiştiniz. Kuran’dan başka bir yerde hakikat aramak size yakışmaz ve gerekmez. Aradığınız hakikat bizim dinimizin en kısa bir sözünde “Kelim-i şahadet” de apaydın durmuyor mu?

Aziz’den sonra söz alan Brahman Racput Todar Mal; Tanrı’nın kelimelere sığdırılamayacak kadar büyük olduğuna vurgu yapar:

“Han Mirza Aziz bin yıl önceki cahil Arapların ağzıyla konuştu. Tanrı öyle bir kelimelik bir sözün içine sığacak kadar ufak ve basit olamaz. Tanrı tabiattaki görünüşler kadar çeşitlidir. O canlı cansız bütün varlıklarda vardır, bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda…”

Üçüncü sırada konuşma hakkı Zerdüşti olan Parsi’ye verilir. O da Zend Avesta’da anlatıldığı gibi iki kutup biçimindeki iyilik ve kötülüğün karşıtlığını dile getirerek; semavi dinlerin peygamberleriyle karşıtların da bundan etkilendiğini anlatmaya çalışır:

“Ebedi hikmetin bin bir şekilde tecelli ettiği hakikati, tıpkı pırlanta fasetalarından vuran bir ışığın bir renkler kütlesi halinde görüldüğü gibi. Gerçekten her şeyin çevresinde döndüğü iki kutup vardır: iyilik, kötülük. Zendavesta’nın deyimiyle Hürmüz, Ehriman. Bu iki karşıt güce Peygamber Muhammed Allah ve Şeytan, Peygamber İsa Gott ve Teufel, Vedalar Vishnu ve Shiva diyor.”

Konuşmak için elini kaldıran Budhalı Rahip cesur ve açık bir ifadeyle yaptığı eleştirilerin ardında inançlarıyla ilgili düşüncelerini şu sözlerle Perşembe toplantısına katılanlara aktarır:

“Tanrıdan, tanrılardan söz ediyorsunuz. Güzel, iyi bir şey ancak Tanrı dediğiniz şey bir kuruntu, bir aldanıştan başka bir şey değildir. Feci doğum-ölüm zincirlemesinden öteye aydınlık ve tükenmez bir mutluluk isteminin doğurduğu tatlı bir aldanış, haşhaş ve afyon yutanlarınkine benzer bir hayal alemi, bir düş, bir görüntü, ele avuca gelmez bir bulut şekli. Bir yüreklenip de o boş umudu bırakırsanız, gerçekle karşılaşmaktan kurtulursunuz.”

Budist rahibin söylediklerini alaylı bir gülümsemeyle dinleyen sarayın hukuk danışmanı Vezir Ebülfazl; “basit” olarak tanımladığı halk yığınlarının, bu dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerin öbür dünyadaki karşılığının insanlarda güçlü bir beklenti olduğunu; bu düşünceden uzak olan dinin din olmadığını anlatmaya çalışır:

“Azizim, Gopal,önceki karşılaşmalarımızda da söylediğim gibi bu görüş ve öğretinizle siz Budistler belki keşişleri, dünyadan eletek çekmiş suğuntuları ve bilgi rahipleri memnun edebilirsiniz ama bu yaşayan insanların ancak umutla yaşayan kalplerine göre değildir;basit halk yığınları bir öbür dünyada yapılan iyilikleri mükafatlandırıp kötülükleri cezalandıracak bir din ister. Bu kökten uzak bir din din değildir.”

Ebülfazl’ın sözleri üzerine yeniden konuşma hakkını alan Budist Keşiş:

“Evet, sayın vezir Ebülfazl, siz bir devlet adamı olarak öyle pratik faydası olan bir dini yeğ bulabilirsiniz; halk yığınlarını öbür dünyada cennet vadeden böyle bir dinle daha kolay yönetilir kılabilirsiniz; ama bu pratik düşünce sizin dininizin yanlış, benimkinin ise doğru olmasına hiç engel değildir.”

Bakışlarını konuşmayan Hıristiyanların temsilcisi üzerinde yoğunlaştıran Ekber devreye girer.

“Kutsal kitaplarınızdan bazılarını çok beğenirim. İçlerinde güzel, yüce hakikatler vardır. O ne yüksek gönül alçaklığı ve fedakarlık öğretisi. Hele o ne arı duru insan sevgisi ve insanlık ülküsü!”

Hükümdarın konuşması ardında söz alan Hıristiyan sözcüsü Pater Aquavia:

“Dinimizin hakikati için en güçlü kanıtımız Tanrı Oğlu İsa’dır Majeste! Tanrı oğlu hem yeryüzünde iken bize öğrettikleriyle, hem de, ölümünden sonra dirilip gökyüzüne çekilmesiyle en yüce, en sağlam hakikatinin kanıtını vermiştir.”

Yeniden müdahalede bulunma gereğini duyan Ekber:

“Fakat Sayın Pater, bu kanıt belki inanmış bir Hıristiyana yeter ama İsa Peygamberle getirdiği din hakkında akıl ve muhakeme ölçülerini kullanan insanları kandırmaz. Kaldı ki dirilme mitleri öteki dinlerde de vardır.”

Bu açıklamadan sonra toplantıya katılan Cizvit rahiplerini de teselli etmek için konuşmaya devam eder:

“Hangi dine baksam sabırsızlıkla, başka dinlere ve inananlara karşı düşmanlık, zulüm ve işkence, kendi dogmalarına körü körüne bağlılık gökten inmiş tek doğru din olma iddiası görüyorum. Hiçbirinde tam bir hak ve eşitlik ruhuna, insanlık sevgi ve saygısına riayet görmüyorum. Tapınakların direk ve kuleleri göklere yükseliyor, fakat dinlerin temellerine bakarsan bunların hep kuruntu kumları üstüne oturtulmuş olduğunu görürsün.”

Yeniden söz alan Ebülfazl; yanı başlarında büyük bir insan gücüne sahip olan Çin’de “din yerine bir ahlak ve gelenek felsefesinin” egemen olduğuna dikkat çeker:

“Gözümüzü bir de kuzeydoğudaki büyük komşuya çevirelim. Çin’de çoktan beri aydın üst tabakanın bildiğimiz anlamda bir din yoktur. Onlara din yerine bir ahlak ve gelenek felsefesi, bir de ebedi cevhere, bir yüce yaratıcı güce bağlı olmak duygusu yetiyor. Halkı eğitmek için de çok etkili bir usul kullanılıyor. Genel bir halk öğretimi.”

Salondan ayrılma saati gelen Ekber; Brahman Şair Mahesd Das’dan toplantının bir şiirle sonlandırılmasını rica eder.

Genç Hindu şairin tam bir sessizlik içinde dinlenen şiiri şu dizelerden oluşuyordu:

 “Kızıl alevlerle yanıyor dünya,
 Yetiş kurtar onu ey ulu Mevla!
 Söndür yangınını çünkü istersen
 Ateşi ateşle de yenebilirsin sen.
 Kurtulalım gönder de buyruğunu
Yanan yüreklerle bekliyoruz bunu!”

Özellikle Ortadoğu, inançlarının yarattığı alevlerle yeniden yanmaya aday görünüyor. Çünkü inançların yarattığı en etkili ateş sunakları bu talihsiz coğrafyadadır. Yürekler yanmaya hep devam edecek. Bu yazımda iki nedenden dolayı böyle bir konuya yer verdim. Birincisi; hoşgörüye ve toplumların, inançların bir arada ve barış içinde yaşamalarını ilke edinmiş evrensel hoşgörüye dikkat çekmektir. Görüldüğü gibi yaklaşık 4,5 asır önce Hindistan’da hem de Moğol kökenli bir hükümdarın sarayında geçen inançlar arası hoşgörünün 21. yy da bölgemizde yok olmasıdır. Günümüzde böyle bir sohbeti Ankara, Tahran, Bağdat, Şam, Kahire, Kudüs, Riyad vb başkentlerin saraylarında yapmanın mümkün olmadığını vurgulamaktır. İkincisi ve en önemlisi din kardeşleri tarafından özgürlükleri ellerinden alınan Kürtlerin toplum-din ilişkilerinde; efendileri gibi bir yol haritasını belirlemeleri konusuna katkıda bulunmaktır. Ortadoğu cehenneminin en derin kuyusunun içine atılan Kürt halkına biçilen görev; özgürlük isteyen soydaşlarına karşı cehennemin zebaniliğini yapma görevidir. Kasıtlı ve bilinçli olarak Kürtlerden seçilen zebaniler; özgürleşmek için ateş çukurunun dışına çıkmak isteyen soydaşlarının ayağından tutup yeniden alevlerin içine çekme görevi. Aldatılan Kürtler, ihanetlerle dolu olan bu uşaklık anlayışının farkına vardıkları an; içinde kendi inanç özgürlüğünün de bulunduğu kurtuluş yolunun açılacağı günlere kavuşacaklardır.

Not: Alıntılar; Emin Türk Eliçin’in Tarih Boyunca İleri Geri Kavgası 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
7 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi