Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Ham Meyvayı Kopardılar Dalından

Ham Meyvayı Kopardılar Dalından

Etraf alacakaranlık. Vakit, gece yarısını epey geçmiş… Gece, en koyu vakitlerinden sıyrılmaya yüz tutmuş. Tel tel çöküyor karanlık… Şehir sağır sultan… Şehir kör karanlık… Gözler uykunun en tatlı anlarını yaşıyor. İnsanlar derin bir uykunun sinesinde…

 

Bir tek o uyanık. Uyku haram ona. Bu gece, göz kapakları uykuya dargın, kapanık. Bu gece uyku, semtine uğramamış. Gözleri ve zihni fal taşı gibi… Morarmış gözlerinde uykunun emaresi görünmüyor.

 

Dudakları kıpır kıpır… Gözleri hafif ağlamaklı… Seccadenin üstüne diz çökmüş, avuçları açık, öylece duruyor… Fısıldar gibi bir şeyler söylüyor:

 

“Rabbim, ne olur gün ağarmasın, ışımasın, yarın hiç olmasın.

Ah, daha ne zaman kıyamet kopacak. Kıyamet, kopmak için neyi bekliyor, ne olur kopar şu kıyameti, kopar rabbim, ya da al canımı!

 

Ah ölüm, kara gözlü ölüm, seni hiç bu kadar arzulamamıştım. Hiç bu kadar hasret duymamıştım sana. Bari sen gel. Bari sen seyirci kalma bu zulme! Ne olur gel. Daha neyi bekliyorsun? Gel, gel de kurtar beni…”

 

Yavaş yavaş süzülmeye başlıyordu yanaklarından yaşlar ve kucağına düşüyordu bir bir, sıcacık, sessizce. Yalvarıyordu rabbine. Yakarıyordu. Öyle içten, öyle samimi. Sözler, yüreğinin ta derinliklerinden yükseliyordu. Hiç bu kadar içten yakarmamıştı rabbine. Hiç bu kadar muhtaç olmamıştı. Ve hiç bu kadar yakın olmamıştı O"na…

 

“Ah ne çare! Çare yok. Deva yok. Çıkış yok, yol yok, yordam yok…

Kimse yardım edemez bana. Biçareyim. Bizarım. Bimarım. Bidarım…

Kimse anlamıyor beni. Kimse bilmiyor.”

“Oğlum, bu ilk değil ki, son da olmayacak. Boş ver. Üzme tatlı canını. Kader de geç.” Diyorlar bana.

Kader, öyle mi? Kader! İnsanların kendi elleriyle çizdikleri kader! At kendini ateşe, ya da başkasını, sonra kader de geç. Ne kadar kolay, ne basit, ne anlamsız…

 

“Allah"ım! Ne olur yardım et bana.  Yol göster, ne olur! Aklımı koru. Beni asi kullarından eyleme. Dayanma gücü ver bana, sabır ver!”

 

Bu esnada gecenin sessizliğini yırtan yanık bir ses yükselmeye başlıyordu mahalle camisinden. Saba makamında, içli, garip bir sabah ezanı.

 

İrkildi. Sanki biri omzuna dokunmuş gibi. Bir an sıyrıldı yakarmalarından. Derinden yükselen bir ses dolduruyordu şehri. Yanık yanık, sabah ezanı okunuyordu.

 

“Hiç bu kadar içli gelmemişti sabah ezanı. Aman Allah"ım! Ne tuhaf, ne garip, ne hazin bir ses. Buram buram hüzün kokan, elem kokan, keder kokan bir ses. Halimi anlatır gibi. Bana has gibi. Rabbim, ne enteresan!”

 

Bu ses, yeni bir günün habercisiydi oysa. Kara bir günün habercisi. Yeni bir gün başlıyordu bu sesle. Hiç olmasını istemediği bir gün. Olmasın diye saatlerce rabbine yakardığı, gün ışımasın diye yalvardığı bir gün... Oysa çare yoktu. Her kış bir bahara, her gece bir nehâra gebeydi. Buna engel olunamazdı.

 

Gece boyu gözüne bir damla uyku girmedi. Bir sağına döndü, bir soluna. “Meğer geceler ne kadar uzunmuş” diye düşündü. Ama daha da uzasa, hiç bitmese, saatler hiç geçmese, gün doğmasa, dünya dursa ve bir daha dönmese… ahhh ne mümkün!

 

“Töreymiş, gelenekmiş, aile şerefiymiş, böyle olmak zorundaymış, büyüklerimizden böyle görmüşmüşüz, atalarımız böyle yapmış…” Daha neler! Bana ne! Benim okuduğum kitaplarda böyle bir şey yok ki. Bana böyle öğretilmedi. Ben böyle görmedim. Ben bunu okumadım.

 

Nafile! Gel de anlat. Kime anlatacaksın derdini? Kim anlayacak seni? Anlat anlatabilirsen. Dinleyen mi var seni? Anlayan mı? Sana hak veren mi var? Yardım eden mi, elinden tutan mı? Halden anlayan mı?

 

Off! Ne yapayım? Nereye gideyim? Kime kaçayım? Bir dost. Bir arkadaş. Bir yaren. Bir sırdaş. Bir dertdaş…

 

Yok. Hiçbiri yok! Hiçbir çare yok! Kaderimi çizdiler. Kelepçelediler ellerimi, bedenimi, yüreğimi… Prangaladılar gençliğimi, geleceğimi…

 

İşte! Karanlık tel tel ağarmaya başlıyor. Gece, siyah bir tül gibi yavaştan çekiliyor şu fukara şehrin üzerinden. Yarasalar ve gece kuşları kaçışıyor. Gecenin yarenleri terki diyar ediyor.  

 

Ve işte gece bitiyor.

Ahhh!

Çare yok!

Birazdan gelecekler.      

Birazdan götürecekler beni…

                                    

                                                                       (Devam edecek)

 

*Başlık, aynı isimli bir halk türküsünden alınmıştır.                   

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi