Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Bir Yol Hikâyesi (3)

Bir Yol Hikâyesi (3)

İlk hafta…

 

Arkadaşımla bir apartman dairesinde kalıyoruz. 

Bir akşam kapı çalıyor. Kim olabilir ki?

Kim tanıyor ki bizi, kim biliyor?

Açsam mı, açmasam mı?

Tedirginim. Korkuyorum.

Kim o? Cevap yok. Tekrar. Kim o?

Bir kadın sesi. Ama ne dediğini anlamıyorum.

 

Gelen, kapı komşumuz Zinê ana. Elinde bir tabak sarmayla. Öylece bekliyor. Gülümsüyor yüzüme, tatlı tatlı. Anladım. Aldım elinden tabağı.

Derin bir soluk aldım. Korkulacak bir şey yokmuş. Rahatladım.

Elindeki peçeteyle sildi gözlerinden süzülen yaşları.

Hafifçe gülümsedi.

Ama farklı, anlamlı bir gülümseme…
“Hayırdır hoca hanım, niye gülümsediniz,” dedim.

Hiç. Aklıma ilginç bir şey geldi de.

Bunu anlatmadan geçmek olur mu? 

 

Biliyor musunuz?

Üniversitede tanıştığım Hakkârili bir gençle ilginç bir diyalogumuz olmuştu.

Meraktır, sorar insan.

 

Belki tuhaf bir soruydu ama nedendir bilmem, sordum işte:
“Siz Hakkâri" de nasıl çıkıyorsunuz sokağa,” dedim.
Muzip muzip gülerek, kaleşnikofla demişti. Demiş ve kahkahayı basmıştı.

 

Bense öylece kalakalmış, neye uğradığımı şaşırmıştım.

 

Biliyorum, garibinize gidecek, ama ben inanmıştım.

 

Şimdi bunları hatırladığımda tuhaf hisler peyda oluyor bende. Nasıl desem, utanıyorum. Meğer ben Hakkâri" yi nasıl tanımışım! Ne kadar yanlış!

 

Ama haksız mıyım hocam?

Medya, basın yayın, televizyonlar her daim kötü bahsediyordu Hakkâri" den.

Hakkâri gözümüzde sabıkalıydı, damgalıydı, suçluydu…

 

Hakkâri denildiği zaman;

Savaş,

Çatışma,

Ölüm,

Şehit,

Terör…

Gelirdi aklımıza… ve Hakkârili: terörist, potansiyel suçlu.

 

Her gün ayrı bir hadiseyle karşılaştım.

Memleketimde hiç rastlamadığım…

Memleketimde hiç yaşamadığım…

 

Bambaşka bir yer Hakkâri.

 

(Aşağıdaki sözler hoca hanımın ağzından aynen aktarılmıştır.)

 

Bir zamanlar kaç yıldır buradasınız sorusuyla karşılaşırken artık “Hakkârilisiniz değil mi” sorusuna muhatap oluyorum… Bu şehri yaşamak ve bu şehri bu denli özümsemek hem güzel hem de büyük bir şans diye düşünüyorum.

   

Çok şey öğrendim burada… Son günlerde beynimde yankılanan şu cümleninse hala etkisindeyim:

 

“Sevdiğin kadar SEVİLİRSİN”. Seviyorum Hakkâri" yi, güzel insanını, dağlarını, kilimlerle bezenmiş bir bal dükkânının güneşli havada huzur veren havasını, balcının ballardan etkilenmişçesine dilinden dökülen tatlı kelimelerini…

 

Her yolun sonu ölüme çıkıyor olsa da; bu belde bana göre huzur dolu…

 

Depremler, elektrik kesintileri, susuzluk, farklı bir dil, farklı bir kültür… Ancak coşku dolu bir heyecan, müziklerin gizeminde saklı, sessiz bir çılgınlık, bu kelimelerin döküleceğini bilmeden bu kalemi hediye eden özel insan, şu an karşımda bana şiir yazan dost (bana yazılan ilk Kürtçe şiir bu), boynumda taşıdığım kolyenin sahibi Sewayârê (Sewayârê en sevdiğim Kürtçe parça, Sewayaremse o parçayı söyleyen gitariste benim hitabım) hepsi ve dahası…

 

Depin"e yürüyerek gitmek midir çılgınlık, yoksa baskülüyle sokağı şenlendiren ve derin bakışlarıyla yüreklerde iz bırakan Orhan"ı öpmek mi yanağından!!! Yoksa bir seminere gidip her gün hatırlanmak mı kuruyemişçisinden kilimcisine kadar… ”Sen gittin gülmeyi unuttuk diyenleri deli gibi özleyip ışınlanmayı dilemek mi?”

 

İnsanları anlayabilmek lazım. Bu, kabullenmekten başka bir şey. Onaylamak değil ama, anlamak… Bakışlarındaki acıya bakarak yaşadıklarını yaşamak, sözcükleri kullanmadan!

 

Buradaki çocukların yüzlerine yetişkin ifadesi hâkim… Sokaktaki Orhan, kışın en soğuk gecesinde bile üzerinde tek parça bir kıyafetle hayat dersi veriyor; öte yanda üniversite bitirip baba parasıyla eğlence merkezlerinden çıkmayan sorumluluk yoksunu olan yığınla insana!!! Onun suçu burada dünyaya gelmekse şayet, mükâfatı da hayatı erken yaşta öğrenip ayakları üzerinde durmayı başarmaktır; öteki en basit olayda depresyona giren gence mukabil!

 

En çok anlamadığımsa eğitimci sıfatıyla bu masum yavruların karşısına olumsuz duygularla çıkanlar. Benim meslektaşım Hakkâri"ye atandığını öğrendiği zaman hayattan soğuyor… Burada depresyona girmeyi isteyen o kadar haklı çıkar ki; çünkü oraya giden yol çok. Ancak eğer kişi yüreğinin saatini mutsuzluğa kurmamışsa insaflı bir nazarla bakmayı biliyorsa çılgınlar gibi mutlu da olabiliyor… Bu da bana bu memleketin öğrettikleri arasında, zoru başarmak misali…

 

İşte tam da bu perspektifte zaman zaman nefret dolu, bilmediğinin düşmanı olan bakışları sineye çekmek de bir anlayış… Bilmediğini bile bilmeyip o bakışlara nefretle karşılık verene, tebessüm etmek de anlayış… Sonra ikisini eşit seviyede, mantığında bir yerlere yerleştirip kendin olabilmek de… Öğrenilesi en kutsal gerçek o ki insan; sınırlardan öte, kavramlardan öte, şekillerden-renklerden öte, koşullardan, nefretlerden öte, önce İNSANDIR!

 

Asmalı konaktayım şimdi… Aşığı olduğum Sümbül Dağının paralelinde mükemmel bir dolunay var. Bu güzel yaz akşamında bir başıma bu yazıyı yazarken Haluk Levent “Alışamadım ben bu kente” diyor… Ve arkasından “Alışmak neden”… Ben de diyorum ki peki ya alışamamak neden? Eğer ki insan kendi içinde bütünlüğü yakalayıp mükemmel bir huzura ulaşıyorsa o zaman nerede olduğunun çok da önemi kalmıyor adeta… Değerli bir dostum” sen kutuplarda da olsan mutlu olursun” derken kastettiği böyle bir şey miydi acaba?

 

Hayatımda bir örneğini daha görmediğim bir misafirperverlik anlayışı var burada. On çocuklu bir ailede, on gün misafir kaldıktan sonra evin pederi:

“Yavrum, sen benim kızlarımdan daha ötesin, söyle kızım hangi odayı istersin? Senin için hazırlatayım hep bizimle kal” derken öylesine samimiydi ki… Ev tutup oradan ayrıldığımda bana küsüp “senin paran çok herhalde” diye üste bir de kızmıştı. Hiç unutmam iki gün sonra gidip de aylardır uğramamışım gibi muamele gördüğümü…

Ya sınırsız güven ortamı? Eczaneye gidersin, ilaç verirler, sonra yazdırırsın diyerek; bozuk paran yoktur, sonra getir diye paranı almazlar… En ilginç tarafıysa bunlar beni ilk defa gören insanlar. Ha unutmadan, şehir dışına çıkacaksan, vedalaştıysan şaş kaza, paran var mı ne lazım diye yalvarırcasına sorarlar… Nerde görülmüş ya, ilk gördüğü insana “başım gözüm üstüne, senin için ne yapabilirim” demek, diyebilmek…

 

(Devam edecek)

 

Bir Yol Hikâyesi (2)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi