İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

2101 yılının ocak ayında Hakkari'de bir gün

2101 yılının ocak ayında Hakkari'de bir gün

2001 yılının ocak ayıydı. Hakkari Eski Hükümet Konağında bulunan Milli Eğitim Yayınevinde bana tahsis edilen eski Osmanlı memurlarından kalma kırık bir masada emeklilik günlerimi doldurmaya çalışıyordum.

Kentin daracık sokaklarında kol gezen siyasi zulüm, karın da bastırmasıyla kenti bir açık hapishaneye dönüştürmüştü. Özgür aşiretlerin kadim coğrafyası, karlı dağları, yüksek platoları, dar ve derin vadileri hiç de hak etmediği bir sessizliğe bürünmüştü.

Dünyadaki çağdaşlarımız, doğa severler; Hakkari coğrafyasına çok benzeyen DAVOS ve benzeri kentlerde kış eğlencelerinin tadını çıkarırlarken; aynı cazibeye sahip doğamız yüzyılın en büyük tahribatını yaşamaya devam ediyordu.

Bunun verdiği burukluk beni derinden etkilemiş, hayal dünyamın baskısıyla aşağıdaki makaleyi kaleme almıştım. Makale önce Yüksekova Haber’de yayımlandı. Kimi okuyuculara göre “damakta tat bıraktığı” için “Hakkari Suretleri (Sümbül Dağı’nda Ayın Doğuşunu İzlerken)” isimli kitabımın sonuna eklendi.

Yüksekova Haber’in sahibi sevgili Necip Çapraz’ın ısrarlı isteği üzerine bugün de aynı burukluğu taşıyarak; 10 yıl sonra yine Ocak ayının karlı bir gününde o günkü hayallerimi sizlerle yeniden paylaşmak istiyorum. Aradan 10 yıl geçmesine rağmen toplumsal barışı müjdeleyen en ufak bir gelişme yok. Anlaşılan Mart ayından itibaren KİLİLAN üzerinde mekik dokuyan savaş helikopterlerinin seslerini daha gür duyacağız.

Ortadoğu egemenlik sistemine hükmeden savaş tanrıları halen ölüme doymuş görünmüyorlar. Mazlum Kürt halkının güçlü bir ittifak kurmanın dışında başka seçenekleri de kalmamış. Birlik umuduyla tüm Yüksekova Haber okuyucularının 2011 yılını kutluyorum.

2101 YILININ OCAK AYINDA HAKKARİ’DE BİR GÜN

Ocak ayının güneşli bir Pazar sabahıydı. Birkaç gün önce yoğun yağan karlar sümbül dağının sağ yanındaki Kililan Yaylası’nın tüm çukurlarını doldurarak yöre halkının değimiyle yamaçlar “ak bir yumurta gibi sıvanmış”tı. “Alp disiplini iniş” anlayışı içinde uçarcasına inen kayakçıların uzaktan beyaz bir kar örtüsü üzerinde dizilişleri siyah karınca kervanına benziyordu. Dağın tepesinden süzülerek dağılan güneş ışınları kayak pistinin bitiş noktasındaki köyde tepeye oturtulan muhteşem dönerli kulenin camlarını ikinci bir ışık kaynağına dönüştürmüştü. Kulenin yanı başındaki tümseği il merkezinin altındaki keskin virajın kayalıklarına bağlayan çift yönlü teleferik halatlarına asılı renkli kabinler durmadan inip çıkıyorlardı.

Aslında o gün birkaç arkadaşla 18. yy öncesindeki görünümüne dönüştürülen tarihi Hakkari Kalesi’nin Emirhan Burcu’nda açılan Eyvan Gazinosu’nun yine Sümbül’e bakan bir penceresinin önüne bırakılan bir masada kardeşlik türkülerini seslendiren gruplar eşliğinde Şêxanî (Seyhani) Govendi’ni oynayan halk oyunları ekibini izlerken Pagan Şarabı’yla kafa bulmayı düşünmüştüm. Ancak kayak köyündeki hareketlilik Norveç’in başkenti Oslo yakınlarındaki Holmenkollen’den daha dik atlayışların sergilendiği ve teleferik kabinlerindeki hızlı iniş-çıkışlarını görünce kaleye çıkmaktan vazgeçtim.

Telefonla Zozan’ı arayarak pazarı kayak tesislerinde uluslar arası kayak federasyonunun seçkin sporcular için düzenlediği yarışmayı birlikte izlemeye karar verdim. Yarım saat sonra Zozan’la teleferik tesislerine indiğimizde hemen hemen her yaşta kalın yün giysileri içinde sarışın, esmer yolculardan oluşan uzun insan kuyruğunun asfaltın kenarına taşarak hayli ilerlediğini gördüm. Kimileri el ele tutuşmuş, kimileri ise yanındakinin boynuna sarılmıştı. Sevgi dolu öpücükler oklara dönmüş ve karşılıklı kalpleri delercesine keskinleşen bakışlar ayıp olmaktan çıkmıştı. Farklı diller hoşgörü içinde ve özgürce konuşuluyordu. Ayaklar ağır ağır ilerlerken gözler Sümbül’ün heybetli görünümüne, zikzaklı kayak pistine ve teleferik kabinlerinin durmak bilmeyen iniş-çıkışlarına takılmıştı.

Kısa sürede koluma giren Zozan’la kendimizi bir atmosferin içinde bulduk. Virajın sağındaki kayalıklara oyulan merdivenler eski Asur mimarisinin özelliklerini yansıtıyordu. Tesisin dış duvarlarına döşenmiş taşlar Urartu ustalarının hünerli ellerinden çıkmış gibiydi. Kabin salonuna çıktığımızda yedi renkli kabinlerden sarısı inerken yeşili çıkıyordu. Zozan’la yanımıza başka dilden konuşarak şakalaşan iki kişi daha binmişti. Halatları harekete geçiren Bucorgat makinesinin sürekli çalışmasıyla kayalıkları terk eden kabin ile kendimizi aniden baraj halkaları arasında dizginlenmiş ve yeşil bir ejderha gibi yatağında uslu uslu uzanan Zap’ın üzerinde bulduk.

Nehrin hemen kenarındaki ipek yolunda yoğun bir trafik vardı. Biz yükseldikçe arabalar da kaplumbağalar gibi küçülmeye başladılar. Zap Vadisi Asur belgelerinde geçen 3000 yıl önceki yeşil gömleğini yeniden giymiş gibiydi. Kral II. Sargon 714 İsa öncesinde “Muşaşir”e, ilerlemek için yukarı Zap çığırını aşarken “bronz baltaları kullanarak ancak iki askerin yan yana geçebilecek yolu” yeniden açmaya kalkışırsa hayli zorlanacağı görünüyordu. Kent merkezi ile karşı karşıya gelmek, Çölemerik Kalesi’nin kuşbakışı görünümünü görme heyecanını yeniden yaşarken, bindiğimiz kabin kulenin yanındaki binaya girmişti. Hafif bir sarsıntıyla indikten sonra asırlık meşe, bıtım, ceviz, yumuşan, şimşir ağaçlarının arasında yine taş merdivenli patikalardan ilerleyerek kulenin 3. katındaki oturma salonuna çıktık. Karşıda Biçer (Bınkasır) Mahallesindeki Şeyh Hadi Camisi’nin beyaz taşlardan örülmüş minaresine karşı giriştiğimiz yükselme yarışını biz kazanmıştık. Kalenin güneye bakan burçları ve bulutlar arasında üst ve alt terasları birbirine bağlayan yüzlerce basamaklı merdiven tüm ihtişamıyla uzaktan bize bakıyordu.

Kenti kuzey ve doğudan Cete ve devamı (Vatan Dağları) Berçelan çıkışlarına ve kuzeybatıdaki Gups (Otluca yolundaki kaya)’a dek tüm sırtlardaki orman ağaçları Sümbül’e karşı adeta selama durmuşlardı. Yamaçlarda açılan derin teraslara belirli aralılarla yerleştirilen dağ evleri kuleden kibrit kutuları gibi düzenli görünüyorlardı. Yeşil örtünün hemen kuzeyindeki Berçelan çıkışlarında serpilmiş mandıra ve hayvan üretme çiftlikleri beyaz kar denizi ortasında birer küçük adayı andırıyordu. 2020 yılında tamamlanan Zap Barajı doğanın çehresini değiştirdiği gibi ürettiği enerji ile o güzelim teleferiği de Hakkarililere armağan etmişti. Daha kuzeyde ise Berçelan Yaylası’na adını veren ve platonun sembolü olan Çellerin zirveleri Sümbül’ün yükseklikleriyle yarışır gibiydi. Çamlık örtü Otluca sırtlarını da kaplamıştı.

Pehlivan Mahallesi’nde kavak ağaçları ile çevrili üniversite kampusu kabına sığmaz görünüyordu. Merzan’daki yazlık evler büyük bir sessizlik içinde kış uykusuna çekilmiş gibiydiler. Meydan, Zeynel Bey, Melik Esad, İzzettin Şir Medrese ve külliyeleri ile asri mezarlık tepelerini süsleyen bölgeye özgü ardıçlar kalın kar tabakasını delerek göğe baş kaldırmışlardı. Bay Kalesi’ndeki Dımbılli Hanedanının şatosu da zirveler arasındaki yükseklik yarışına katılır gibiydi. Yatağı kademeli olarak ıslah edilen, göletler oluşturulan Katramas Çayı’nın yer yer şelaleli akışı, yatağın her iki yakasına çekilen sanat yapıları, inşa edilmiş kemer köprüler uzaktan dikkat çekiyordu. Aynı güzellikte olmamakla birlikte doğudaki Serink Çayı’na da benzer görünüm verilmişti. Batıdan doğuya kent merkezini teraslayarak bölen bakımlı bulvarların, kuzeyden güneye inen zikzaklı caddelerle kesişmesi düzenli, bakımlı parseller yaratmıştı.

Kentin güzelliklerini izledikten sonra bir şeyler yemek için kulede oturduğumuz salon büfesine bir göz attık. Barda İtalyanların 800 yıllık şarabı Frescobaldi; Ren, Caronne, Loire ve Rheingau’da üretilen dünyaca ünlü şarapları; Rus, Polonya votkaları, Champagne ve Petite konyakları, Yeni Rakı ve daha birçok ülkeye ait içkiler yan yana dizilmişti. İçki krallığını büfenin en üst gözlerine yerleştirilen İskoçya’nın Highlands, Lowlands viskileri ellerinde tutuyorlardı. Ancak salondaki masalar konyağın işgali altındaydılar.

Zap Barajı balıklarının canlılığı iştah kabartıyordu.

Av etlerinden yapılan yemekler çoğunluktaydı. Hakkari’nin tereyağlı yoğurdu (masterûn), kurutulmuş kaymağı, Şemdinli balı beğenilen mezelerdi. Ben kavurma (ısıtılmamış kışlık kavurma) ile viski, Zozan ise balık ile beyaz şarabı seçti. Yemek faslından sonra yarışları izlemek için pist alanına gitmek üzere kuleden ayrıldık. Yörenin geçmiş mimari özelliklerini taşıyan kesme taşlardan yapılmış tek katlı, küçük pencereli ve kalın düz damlı dağ evlerini yabancı konuklar beğeni ile izliyorlardı. Dış duvarlarına bölgede bin yıllardır yaşayan yabani tekelerin (erkeç) düğümlü boynuzları monte edilmişti. Meraklılar en fazla patikaları birleştiren küçük kavşakta sivri bir kayanın dört yanına işlenmiş 13 Hubişkiya Krallarına ait stellerin önünde duruyorlardı.

Tüm patika çevreleri Mezopotamya Uygarlıklarının sembolü olan Leopar, Dağ Keçisi, Şahin, Kartal, Tavus, Boğa, At, Yılan, Keklik ve barışın simgesi olan Güvercin heykelleri ile süslenmişti. Yarış pistinin üzerinde alçaktan uçarak kayakçıları izleyen helikopterler bir güvenlik yarışı içine girmişlerdi. Birçok meraklı aile özel helikopterleri ile gelmişti Kililan’a. Kayak çıkış pistindeki düzlük (Mêrga Kililan) bir helikopter meydanına dönüşmüştü. Zirvedeki helikopterler uzaktan uçmaya hazır birer kartala benziyorlardı. Yüzyıl önce, yani 21. yüzyılın başlarında bu dağlara silah ve mermi taşıyan helikopterler yüzyıl sonra barışın emrine girmişlerdi.

Akşamüzeri beş yüz metre aralıklarla kayalıklara yerleştirilen teleferik pilonlarını geride bırakıp indiğimizde, güneş Silehyan Tepesi’ni aşmak üzereydi. Güzel ve unutulmaz anılarla dolu bir gün geçirmiştik. Cumhuriyet Meydanı’nda Zozan ile vedalaştığımda, gelecek pazarı Berçelan’daki uzun kayak pistlerinde geçirmeye karar verdik.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
61 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi