Üzüm, buğday ve mutluluk!

İrfan Sarı

Çocuk bağrışları dağların doruklarında yankılanıyordu. Günün artık yavaş yavaş güneş ışınlarıyla vedalaştığı saatte hep böyle olurdu. Köyün çocukları tezahürat yağdırırken ağabeyleri, babaları ve amcaları da Brané denilen oyunu oynuyorlardı. Branaé: iki grup erkek oyuncu arsında oynanan pratik bir zeka ve fiziki güç oyunuydu. Bu oyunda mağlup olanlar ortaklaşa bağ bahçelerinin en güzel meyve sebzelerini galip gelenlere sunar ve karanlıklara kadar Kürtçe söyler ve halay çekerlerdi. Kuralları çok katı olan bu oyuna oynama yaşı gelenler yani on beş yaşını geçenler her sene katılırdı. Fakat bu son iki senedir yaşına göre gelişmeyen tek çocuğu Darevan mutlaka oynatılırdı…

Darevan Türkçe de ormancı anlamına gelirdi. On üç yaşında olmasına rağmen bir yetişkinden fazla çalışırdı. Buna rağmen babasıyla yıldızları bir türlü barışmazdı. O yaz boyunca dağları dolanır kışlık olabilecek kurumuş odunları toplardı evlerinin önüne. Ovada buğdaylar hasada gelir gelmez bu kez buğday taşırdı köye. Bu alış verişte para hiç kullanılmazdı çünkü o köyde yetişen üzüm, nar, tütün, bal, domates, salatalığı götürür ova köylülerine buğday karşılığı verirdi. Buğdayın önemini çok iyi biliyordu. Hele bu dağlarda kar düştü mü yollar 7-8 ay sürecek mahkumiyeti yaşardı. O zaman her şey buğday demekti.

Darevan okul okumamıştı çünkü okulları bölgede sürecek çatışmalı ortam dolayısıyla sürekli kapalı kalacaktı… Ama o yinede azimliydi. Mektup yazacak kadar yazmayı muhtar amcadan öğrenmiş ve Türkçe konuşmayı da sökmüştü.

Küçücük yaşına kolu komşunun acısını yüklemişti. Kimin bir acı günü olsa oturur saatlerce derinlere giderdi… Ne zaman bir kuzu, oğlak, yavru serçe ölüsü görse defin işlemini kendi yapardı. Küçücük ellerini göğe kaldırır onlara dualar yağdırırdı… Bu dağlarda çiçek var olduğu sürece onun avucunda ve yakasında kır çiçekleri bitmezdi.

Bir gece evin damına çıktı. Komşu köyün elektrikleri cıvıl cıvıl etmişti geceyi… Düşündü… Aklı ermedi… O gün Branéde çok yorulmuştu. Yatağına girdi derin bir uykuya daldı. Rüyasında bayram olduğunu ve babasının elini öpmek istemesine rağmen babasının ona izin vermediğini gördü… Sabahı bulana kadar canı çıktı. Kaç gün düşündü. Sonra annesine sordu bayrama kaç gün olduğunu. Velhasıl muhtarın evindeki takvimden şeker bayramına 3 ay olduğunu öğrendi… Ocağın sonunda olacaktı bayram.

O gün Zerene isimli katırına sepetler dolusu meyve ve sebze yükledi… Köyden aşağı inerken karakolun önünden geçmesi lazımdı, hem kestirmeydi de…

Konyalı asker seslendi; “Darevan kalem bulursan getir!”diye.

Elini salladı ve geçti.

Ovaya geldiğinde neredeyse güneş doğacaktı bugün oldukça farklı olacaktı onun için. Hep kestirmeyi düşündü, bu mevsimde sazlığın suyu çekilir diye sazlıktan geçip şehre yakın köylere gidecekti. Ancak düşündüğü başına bela sardı…

Katırı zerene çamura saplandı.

Çek çek çıkmadı. Bir ara katırın gözleri yaşardı, çakısını çıkardı ve boynuna daladığı ipi kesti sırtındaki sepetleri kıyaya taşıdı ve koşmaya başladı. At hızıyla sapsarı ovayı rüzgar gibi geçti… Onun en sadık müşterisi Lezgin amacaya nefes nefese durumunu anlattı. Lezgin amca traktörü de verdi yanlarına ve katırını o azaptan ölmeden kurtardılar.

Köye geldiklerinde bütün eşyalarını Lezgin amcaya teslim etti ve hayatında ilk defa bu kadar heyecanlı bir şekilde şehre doğru yol aldı, öğle vakti şehirdeydi. Direk Hecı Vado’nun dükkanına gitti. Mevsimin ilk balını, kara kovan olanını, polenleri derman olan bu baldan anlardı Hacı Vado. Ne istersin buna dedi. Sıraladı Darevan: babama gömlek.anama fistan kiras, bana cızlaved pantolon kazak. Bütün kardeşlerime kazak ve kara lastik(boğabaşı) Konyalıya kalem defter mektup kağıdı ve zarf.

Hacı, "Vermem!"dedi!

Hiç aldırmadan ballarını koltuğuna aldı tam dükkandan çıkacakken; “dur” dedi.

Onun aksanını anlamadığı için arkasına bakmadan dışarı çıktı… Hacı arkasından koşar adım çıktı tutu kolunu ve içeri götürdü dükkanına… Eşyalarını bir bir beğenip torbaya koyuyordu sayarak. En son alış veriş bitecekken masadaki tabakayı da aldı bunu da alacam dedi… Hacı bir baktı yüzüne çocuk değil bu aslan parçasına ne denilebilinirdi ki diye geçirdi içinden. Eğildi tezgahın altından Epa marka kauçuk bir kundura çıkardı. Çünkü ayağına uygun numara cızlaved yoktu. Ona da kara lastik verme zorunda kalmıştı. Teneke yağının üzerindeki siyahi bezi sürdü ayakkabıya parlıyordu simsiyahtı… Hayatında ilk defa bu kadar sevindiğini hatırlamıyordu artık…

Mis gibi ikram kavurmayı bile alelacele atıştırdı ve yola koyuldu.

Akşam çökmedeyken buğday yüklü katırıyla köye doğru tırmandı. Katır önden o arkadan sazlığı geçerken güneş batmak için naz ediyordu. Katır nasıl olsa yolunu ezberlemiş  ben son kez ayakkabıma bakayım dedi içinden ve dinledi içinden gelen sesi… Sırtındaki torbayı açtı ayakkabısını çıkardı ayağına giydi ve güneşin sudan sekişlerine karşı tuttu. Bütün dünya görünüyordu içinde. O katırına ve torbasına yüklediği mutluluğu taşıyacaktı ailesine…

Bu yollar karanlıklarda pek tekin değildi. Geçti. Ama başka şansı yoktu köye varacaktı. Karakola yaklaşınca zor ışık veren aydınlatma ışığında görünmüyordu katırı… Anlaşılan epey mesafe düşmüştü araya… İçine anlamsız bir korku girdi birden… Çalılığı geçmek üzereyken “dur” diye bir ses geldi. Korktu hemen gizlendi oracığa sanki kurşun gelse şansı varmış gibi… Kısa bir sessizlikten sonra silahların kurma kolu çekildi.

Metal soğukluğu şırakladı...

Ses, vadi boyunca yankılandı. Artık namlunun ucundayken başka bir ses “komutanım yapma o darevan” ve gelip komutanının elindeki silahı zorla çekti.

Bu sesi duyan Darevan canlandı biraz. Kalktı ışığa doğru yürüdü. Hiddetlenen komutan yaklaşır yaklaşmaz bağırarak bir dipçik darbesiyle Darevanı yere düşürdü. Zor bela kalktı düştüğü yerden hiç bişey olmamış gibi. Konyalının emanetlerini teslim ettikten sonra yıldızların altında geri kalan yolunu tamamladı.

Herkes uyuyordu annesi hariç….

Buğdayı ambara boşalttıktan sonra hediyeleri annesine gösterdi… Annesi nasıl sevinmişti bir bilseniz… Ana oğul sabaha kadar konuşup derleştiler… Bir ara uyur gibi olunca oğlunun kafasını duvara dayadı. İçerden bir yorganla üstünü örttü. Hemen kazan dolusu su ısıttı, sırayla çocuklarını yıkadı. En son Darevan’a seslenince artık saat dokuza gelmişti.

-  “Hadi oğlum yıkan sana su ısıttım…”

- “Tamam ana! Ama tandıra bırak leğeni ben orda yıkanacam…”

Buna bir anlam vermese de dediğini yaptı. Darevan içeri girince kapı kırığından oğlunu seyretti….

O da ne..

sırtı mosmordu…
oturdu kapı eşiğine sesizce ağladı…
oğlu banyo ettikten sonra köy yumurtası bal peynir yoğurt sofrayı döşedi…

O ara babası da geldi.

- “Oh oh oh keyfine diyecek yok beyefendinin biz it gibi çalışalım beyimizde yesin. Çabuk kalk ve oduna git!”deyince Darevan cevap vermeden sofradan kalktı.

Katırını ahırdan çıkarmak üzereyken. Babası geldi sinirli bir şekilde sırtını açtı mosmordu sırtı çocuğunun… Oğluna sarıldı burnundan dakikalarca nefesine çekti başından kokularını…

Mor yarasını defalarca öptü…

Annesi bütün olanları anlatmıştı. O yıl onlar için bayram üç ay erken başlamıştı… Kardeşler bir bütün sevmişlerdi bu yokluk denen acımasız yaşamı… Ama sözleri de vardı onu yeneceklerdi…. Çünkü üzüm onlara buğdayı ve mutluluğu Darevan’ın düşlerinde getirmişti.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.