Üzgünlüğün Mektubu

İrfan Sarı

Sen ne haldesin bilmiyorum, kim bilir yatırıp uzaklara bakışlarını ve kaderin Allahını bile üzen bir mecaldesin.

Eğer öyle bir haldeysen bil ki oğlun ilk kez uzun soluklu bir üzgünlüğün mecalinden sana mektup yazıyor.

Mektup bu; üzgünlüğün manifestosu ve aşkın felsefesi içinde yoğruludur.

Dedim ya bugün hiç olmayacak kadar üzgünüm.

Gökyüzünü kara bulutlar almaya başlayanda anlardık ki dağların doruklarını ıslak ıslak yağmur taneleri dolaşacak. Ve börtü böcek toprak kokusunu yerin derisinin altında hissedecek.

Çiçekler polen tozlarından arınacak ve aşk renginde yıldırımlar düşecek yerküreye.

Bitkiler yıkanmanın hafifliği ile salınacak rüzgârın koynunda.

Pek olmadı bu sefer baba; pek olmadı!

Kara bulutlardan akan yağmur taneleri dağların doruğundan alaşağı ne var ne yok alıp getirdi.

Yılların yoksulluğuna ve yokluğuna inat durmaya çalışan emek, tarumar oldu.

Güneyden ve kuzeyden vadileri koşan sel bin bir emek ve sebatla yığılan ürünleri çalıp çırpmıştı.

Doğa ana yine analığını yaptı. Vadi ağzına konmuş toprak damlı evi yutmuştu adeta.

Sütünden, etinden ve yününden yaşamını tatlandırdığı hayvanının yuvasını da sel vurmuştu…

Sadece yuvasını mı?

Canını da.

Haber ajanslarına “yüzlerce hayvan telef oldu” diye geçiyordu.

Kendi canına önlem alamayan mantalite elbette ki hayvanının canına ehemmiyet vermezdi.

İşte tam da buradan üzgünlüğün mektubunu yazmak istiyorum.

Üzgünüm çünkü insanlar yaşam derdinde değil ölümü sevdiklerinden. Ya da ölüme alıştıklarından, yaşamı unuttular.

Bu coğrafya bulutlarla sevişmeyi yağmur bereketiyle anlata dursun biz ise ölümün bereketine tuz biber ekmeyi yaratıyoruz.

Hep avcılarımız yazmış hikâyemizi.

Yol kıyısından, dağ doruğundan, sokağın başından yaşama koşarken tökezleyip sırtüstü düştüğümüz görülmüştür diye yazıyorum baba, oysa yüzükoyun düşmek yere, sadece sen yaşarken olurdu.

Dizlerim kanar da oyun şevkim kırılırımıydı ki hiç.

Babam vardı o zaman benim.

Yüreğim kanıyor baba, ölen her canlının canı için. Ben yaratmadım biliyorsun, ama ben yarattım kadar acıyorum. Bedenimden acıları def edemiyorum.

Hayın bir bıçak gibi sırtımdan kanıyor…

Sorumlu hissediyorum kendimi baba. Bana bu kadar sorumluluğu veren sen olmalısın çünkü başkasının verdiği yükü taşımam bilirsin.

Deliyim tıpkı bırakıp gittiğin gün kadar deli.

Sokağın başını kurşunlayacak kadar deli…

Ağlayacak kadar deli. Kalk ve bu deli oğlunun yüreğindeki yosunları çek baba…

“Çek silahını dedim baba
vur gözlerimi ağlayan yerlerinden.
Yüzüm ıslak bir kaldırım gibi baba
bas üzerimden geç, kaderim düello sessizliği
çek silahını dedim baba
affet.”

Âşıktım gittiğin zaman, hala da aşığım. Gözleri yeni doğmuş bir bebeğin elası, saçları siyah bulutların kızı, teni buğday, yüreği akarsu ve kaderi kışla tepesi sadakati.

İşte bu sadakatten bize düşen hüzün, bize düşen yoksulluk oluyor…

Bu yoksulluktan ve yoksunluktan hala aklımızın almadığı kasırgalar yaratıyoruz yok yere, sevgilimiz bile bile elden gidiyor, aşkımız bile bile soluyor.

Bu oyun çok tehlikeli baba çok…

Uyan bak, ben hala uyumadım saat sabahın körü.

Dışarıda in ve cin yok ne varsa tehlike… ne yoksa tehlike…

Affet baba!

Bu kez de kendimi yazdım… Bencil, bencil. Kokunu yazmadım korkuları yenen. Ve gözyaşlarını yazmadım aydınlık saçan…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.