Şubat’ta Çel yolu

İrfan Sarı

Seher açılır açılmaz yola revan olduk bir Pazar günü ve aylardan şubattı. Kızgın bir soğuk seherin kapılarına buz olup musallat olmuştu.

Hepsinden önemlisi şehir sis altındaydı…

Bajırge mezarlığının yanından geçerken gerilla mezarlığı görünmüyordu, fakat babamın mezar taşı göründü, elini mezardan çıkardı ve el salladı. Bir an babası olmayan bütün çocuklar için üzüldüm… O el salladı diye sevinçten bir kez daha doğduğumu saymıyorum tabi.

Gagevran köyü kuzeyinden başlayan sis kalın bir barikat oluşturmuş ve görüş mesafesini aza indirmişti. Yarıp geçerken o sis barikatını önümüzde duran başka barikatları biliyorduk.

Bize direnmeyi öğreten yaşam, barikatları da esirgememişti.

Barikatlar ki, ömrümüzün o en önemli çocukluk ve gençlik çağını söke söke almıştı.

Tanıdık acı gibi, zihnimizin kıyısına yapışmıştı o yaşanmamış çocukluk ve gençlik çağının kayıp zamanlarından kalan izler.

Yolun iki yakası kar altındaydı.

Asfalt ve asfalta çekilmiş çizgilerin kurallarına uyarak kilometreleri aşıyorduk bir bir.

Bu coğrafyada yaşamak zordu, bu medar iklim serüveni süre gelmişti asırlardan bu yana…

İkinci barikatı askerler oluşturmuştu yeni köprü mıntıkasında.

Kader gibi.

Aynı terane, kimlikler veriliyor ve asker eline alıp çeviriyor. Soruyor “yolculuk nereye” geri veriyor kimlikleri. Aracın ruhsatını kayıt için götürüyor. Çok sürmeden dönüp evraklarımızı veriyor.

Bunun adı; “vatandaş güvenliği”

İnsanlara eziyet etmek, zülüm çektirmek, caka satmak, güç taslamanın adı “güvenlik

Mahşere havale edilmiş eziyetin omzumuza bıraktığı ağırlık altında gün be gün eziliyoruz ama…

Sonra Hakkari kavşağından dönüp Çel yoluna giriyoruz.

Bu parçasında yolun kar fazla yok, Zap suyu Şubat yorgunluğu ile akıyor yatağında ancak yüksekten akan suların yamaçlarda buz sarkıtına dönüşüne şahit oluyoruz.

Çel’e yaklaştıkça güneşi görüyoruz, hava ısınmaya başlıyor, berrak bir gökyüzü, çıplak ağaçlar görünüyor.

Tabi dağların kuzey yamacına yeni bir yol vurulmuş ve HES şantiyeleri ulu orta duruyor. Anlayacağınız tabiatın ana dokusu delik deşik edilmiş.

Geliyoruz “Köprülü karakoluna” bıkmadan usanmadan sordukları kimliği çıkarıyoruz, nitekim “Görevimiz” deyip istiyorlar. Ekliyor “dua edin de arabanızı aramıyoruz” lütufmuş gibi böbürleniyor askerin biri.

Laflaşıyoruz…

Ne onlar egemenlik inatlarından vaz geçiyorlar ne biz özgürlük sevdamızdan.

Çel’e kuşluk vakti giriyoruz. O eşsiz toprak parçası, o yerküredeki yer bin yılların baskı ve sömürüsüne direnmiş ama tüm yükseltilere karakol kurulmasını engelleyememiş, gidenler gitmiş ama kalanlar toprağın sadık sahipleri olmuş.

Ne güzel bir şehir anlatamam.

Ne mazlum ve ne direngen…

Bir an bile endişe etmeden bu taş üstüne taş yükselen kente aşık oluyorum.

Kıştır ya!

Ağaçlar soyunuk, sular alçak sesli, toprak gebe, insanlar bin umut, sürüyor kavga, az kalmış bahara…

O kış güneşinin altında yudumladığımız kaçak çayın deminde dinlenip dönüş yoluna geçiyoruz…

Bir asırlık çınar ağacının gövdesine sığınıp fotoğraflıyoruz o anları, her karede bir gurur, bir şaşkınlık… Zap geçiyor dallarının altında çınarın, çocuklar olta ile balık avlıyor az ötesinde.

Köylerinden sökülüp göçertilen insanların, mecbur olarak sığındıkları yol boylarında ki evlerinden çıkan çocuklar akşam karanlığı öcesi asfalt yolda ölüme meydan okurcasına futbol oynuyorlardı…

Heyecanlı, iddialı, hırslı ve ölümüne…

Kaçak kullandığımız elektiriğin ışıltısı eşliğinde varıyoruz sonra Tekrar Gever’e…

Ne mutlu bu günde yaşıyoruz baba

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.