Semyan’ın Babası

İrfan Sarı

İçi içine sığmıyordu Semyan"ın, kuş uykusu hesabı bir gitti bir geldi gecenin koynunda. Balıkçı ağları gibi ağır ağır derinlere inerken balık sürüsüyle birden silkelenir hesabı dimdik ayaklanıyordu uzandığı yataktan. Sabah az sonra dedikçe kısacık gece uzadıkça uzuyordu.

 

Sabah olsa ya da sabahın körü olsa Kesran"a gideceklerdi. Şeyh Hasan'ın mezarında dilek tutacak ve gölgede büyüttüğü bedenini derenin buz suyuna teslim edecekti.

 

Sevdiğinden haber almayalı hayli zamandı ve hasret onu hasta etmişti. Kalbinin üzerine arada yabancı bir sancı gelir otururdu ve karıncalanırdı… Kestane harı gözlerinden yalvarır gibi bakışlar saçardı etrafa ve ağzından köpükler sabun beyazı yoğunlaşırdı. Titrerdi, elleri tutunacak yer arardı…

 

Özlem, zembereği kopmuş kasnak gibi fırlardı derinlerinden, bir içli offf sonra…

 

Bu oflardan ve özlem batağından kurtulmak için, sabah olsa eğer, gidecekti Kesran"a. sabaha karşı gözleri gitmiş bir rüyanın içinde kan ter vermişti.

 

“Kara bir yılan ile konuşuyordu, yılan memesinden süt emmesine fırsat vermemesi halinde onu sokacağını ve öldüreceğini dillendirmiş o da sevdiği erkekten başka hiç kimseye kendini teslim etmeyeceğini anlatıyordu. Yılan birden kanatlanıyor ve göğe yükseliyordu az sonra da yeni açan güneşin önüne kara bir perde çekiliyordu. Sonra bedenini halat gibi sıkan bu kapkara andan çığlıkla uyanıyordu.”

 

Gün evlerinin arkasındaki tepeden doğan güneşi karşılıyordu daha. Yastığına kadar sırılsıklam olan yatağını derleyip topladıktan sonra yüreğinin pır pır edişini susturmak için elini yüzünü yıkadı, aynanın karşısına çıktı. Kestane harı gözleri bir parıldıyordu bir parıldıyordu ki; gülümsedi…

 

Dünden bu yana yaşadıkları karşısında heyecan bedeninde gayri ihtiyari mimikler yaratıyordu. Ev efradı yavaş yavaş güne uyanınca onun demlemiş olduğu çayın kokusuyla buluştular. Bir an önce uyanıp hazırlanıp Kesran"a gitmek için adeta günü geçsin diye iteliyordu Semyan.

 

Nihayet yola koyulup gittiklerinde Kesran"a doğru yüreğinden bir kuş sürüsü havalandı sanki. Güneş gökyüzünden inip oturdu yüzüne. Kaç zamandır huysuz sönük yüzünden minibüsün içindeki aileye ondan pozitif hava yayılıyordu. Şarkılar ve türküler eşliğinde varıldığında güneş batıya doğru omzunu dayamıştı Zagros Dağlarına. Heyecanla, umutla kardeşi ve annesi ile kabrin başına geldiğinde yerden yassı bir taş aldı ve mezar taşına tuttu. İlk denemesinde taş yapışıverdi. Sevinci bir katlandı bir katlandı ki havalanır gibi oldu birden. Oğlaklar gibi sekmeye başladı. Sonra mezarın altından geçen derenin sularına bedenlerini bıraktılar. O gün 19 yıllık yaşamının en hafif ve en gülen gününü yaşıyordu Semyan.

 

Evin erkekleri az ötedeki ağaçlıkta mangalı tutuşturmuşlardı. Duman ufak bir bulut yapıp esen rüzgârın kanadında kayboluyordu ki onlarda sudan çıkıp sofrayı kurmaya gittiler. Gitmeden önce durgun dere suyuna bir taş attı, girdabın halkaları genişledikçe sevdiğinin silueti belirdi birden, mutluluğu kat be kat oldu, bir sekiş ile koştu diğerlerinin yanına.

 

Coğrafyanın bu meskeninde kuzu eti olmadan lezzet olmazdı. Soğanı, salatası ve ekmeği ile günün bütün açlığı giderilirken bir tat bayramı yaşanırdı. Ciğerlere giden oksijen ve mideye yollanan yağlı besinler, esprilerin eşliğinde çarçabuk eriyiverirdi.

 

Sofranın etrafına (Şeyh Hasan'ı ziyarete gelen)başka bir gruptan babasının arkadaşı gelip oturana kadar gülen günün içindeydiler ailecek.

 

Sofraya oturan adam… Gümrükçü Mustafa"nın oğlu Nadir'in askerde intihar ettiğini söylemese belki gün geceyi de aydınlatacaktı kim bilir.

 

Semyan, duruldu, sustu. Oturduğu yerden annesinin omzuna doğru devrildi. Ağzındaki lokma düştü.  Gözleri ağaç yapraklarının istikametine yöneldi. Yüz hatları kasıldı damarları teninden mavi mavi kabardı, avuçları kapandı…

 

Oysa umutla gelmişti, umutla çoğalmıştı o gün…

 

Ziyaretten bu nahoş durum gereği dönmek zorunda kalmışlardı. Dönüş yolunda Semyan kendine gelmişti.

 

Daha öncede böyle olmuştu birkaç kez ona, onun için çok telaş yaşamadı aile. Fakat Semyan o düşmelerden birini yaşamıyordu. Yüreğine konuk ettiği ve kimseyle paylaşmadığı sevdalısının ölüm haberinin acısını yaşıyordu.

 

Eve vardıklarında kapandığı odasında yeniden düştü. Baba yüreği sabaha kadar bekledi sabah erkenden yola çıktı. Onu doktora götürecekti hem de onun hastalığına çare olmak için dünyanın en tanınmış doktorlarına. Dedi ki; “Eğer senin çaren Çin de olsa bulacağım kızım.” Oysa onun kızının çaresi zordu.

 

Yol, onları biri hasta diğeri ölü olarak Bebleşin tepesinde buluşturacaktı, geçen ambulansa gözleri kayarak baktı ve yüreğini ona teslim etti. O kestane harı gözlerin yatağına sımsıcak iki damla gözyaşı doğdu.

 

Çok sonra Ankara"nın bir hastanesinde oturduğu yataktan bir mektup yazdı babasına…

 

 Hastaydı ve ölecekti, doktor babasına anlatırken duymuştu.

 

Hemşireye demişti “Ben ölürken babama bu mektubu vereceksin.”

 

Mektubun ilk satırı şuydu;

 

“Baba, ben hayatımda iki erkek sevdim, biri sen diğeri Nadir'di.”

 

Hastane koridorunda bu mektubu okuyan babanın gözyaşları az önce kızının cansız yanağına akmıştı…

 

Çare Çin"de değildi, Şeyh Hasan'da da.

 

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (21)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.