Dê çim Çel

İrfan Sarı

Yağan kardan bitap düşmüş coğrafya, savaşın izlerinden temizlenmek istercesine istekle bahara kilitlenmiş. Bir yandan kar su olup toprağa süzülürken bir yandan da savaşın izleri yükselen bitkilerin arasında çirkinliğini yitiriyor.

 

Zap suyuna karışan çamur ve çöp kirliliği ise maraz ediyor insanı.

 

Dağ kavşaklarından inen kar sularının koyu mavi renginde ise bir bahar sendromu var. Bu yıl kardan olması lazım geçmiş yıllara nazaran daha az hırçın akıyordu Zap. Yorgun gibiydi sanki.

 

Mevcut yol boyunda köyler birazdan kalkar göç eyler gibiydi sanki. Evlerin dış kapısı yola çıkıyordu ki bu yolların iki yakasında çocukları görünce insanın yüreği ağzına geliyordu. Çocuklar bu dağlarda dizleri parçalanmadan büyümezdi, belki ondandı kaygım.

 

Savaş ve bahar insanın aklına hüküm ediyordu yol boyunca. 21. YY. bize yadigârı panzerler, tanklar ve BTR"ler oluyordu…

 

Biz yolumuza gidiyorduk oysa.

 

Çel yani Çukurca, yolun bir kıyısına terk edilmiş bir şehir gibi çıkardı biraz sonra karşımıza. Savaştan çıkmış bir yaralı gibi yol kıyısında.

 

Ama ne çare ki akşam karanlığı dağların arasından üstümüze doğru kapanınca Zap üstünde karşı kıyıdan bilyeli kasnağın halat üstündeki keleği (teleferik) yürütmesine tanık olabiliyoruz sadece. Yalnız zor sürülürdü halatlardan bu kelek, ancak iki yakadaki şeritlerle daha seri ve kolay ulaşım sağlanıyor.

 

Oysa bir tanka harcanan parayla viyadükler yapılırdı Zap"ın üstüne.

 

Ve o keleklerden bize eşlik eden köylü koruculardan biri aklımıza mıh gibi bir söz çiviliyor geçen yerel yönetimdeki fotoğrafa. Sandığa yansıyan görüntüyü Kürtçe ifade ediyor.

 

Mirina gelyêk davete… (Birlikte ölüm düğündür)

 

İyice karanlık çökünce vadiye karakol ışıkları avcı yürüyüşünde gibi nizami görünüyor uzaklardan. Ve her tepenin en doruğuna bu görüntü hâkim.

 

Tütünün, sürgünün ve acının kalesine karanlık bir nisan akşamında varıyoruz. Bir kısa cadde boyuna dizili bir kaç esnaf dükkânı ve onların arakalarına yapılmış evlerin ışıkları en yükseklerde karakol ve askeriye bölgelerinin kocaman aydınlatmaları ve en yukarıda korkudan gözlerini yummuş yıldızlar ile karanlığa gömülmüş ay.

 

Merhaba direnişin kadim kenti…

 

Merhaba ey gözlerinin pınarına duman kaçmış yiğit Çel.

 

Birkaç gün önce hayata gözlerini yuman Qahar dostun nazlı annesinin taziyesi için vardık ki eve bütün akrabalar toplanmış bir odaya… Fatiha"nın ardından konuştuk, bütün dam direkleri bizi dinledi. Memlekette konuşmaya o kadar hasret kalmışız bir konuşan bir daha bırakmak istemiyor sözü. Çünkü ağzımıza vurulan kepengin zembereği kopmuş. Her bir kimse engin ama gündemden konuşuyor.

 

Barış belki yakındı ama Kürtlerin öyküsü bir kez daha okundu bu gece.

 

Sohbetin ve tanışmanın faslına taziye evinde bir bardak lezzo ve bir bardak su eşlik ediyor bize. Pür dikkat bakışların arkasındaki yüzler aslında siyaset sofrasının yiğidi gibiler. Neredeyse üç kısa cümleyle dünyanın varoluşundan bu yana her şeyi anlatıyorlar… Oturup saatlerce sohbet hatta günlerce sohbet etmek mümkündü.

 

Gecenin rengine bir askerlik anısı düşüyor…

 

Sonra simsiyah bir berenin altında yeşeren ve orada unutulan bir arkadaşlık, bir evden başka bir eve sohbet devamı sürerken uyumak için başka bir eve gidiyoruz. Evin bahçesini küçük cennet açıyor…

 

Sabah bal bir sofrada lavaş ekmeğin dürümünde küçük sohbetlerden uzak kentlerin biçareliğine uzanıyoruz ama dışarıda Çel çocuklaşıyordu. Pencereden bütün ihtişamıyla, bütün yoksunluğu ve bütün yaradılışıyla bir kent yattığımız evden içeri giriyordu. Dışarı çıkmak için kıvrılıyorum. İçime 15 yaşım koşuyordu…

 

Sonra dışarı çıktık ki bin asırdır birbirimizi görmemişliğimiz birbirimize sarılmamızdan belli oluyordu.

 

Bir sarıldık ki Çel ile iki hançerlenmiş âşık gibi…

 

Çel yaratanın gökyüzünden yeryüzüne inişinin ilk yeridir. O sıra taşları üst üste kalıp kalıp oturtan tanrı sonra çekip gitmiştir tahtına. Ve o ihtişamlı kayalıklara görkemli kat ve taş evleri yapan diğer tanrılar. Bir muhteşem dünya yaratmışlar.

 

Ve orda analar ne kadar ince ruhlu ve ne kadar sadık ve ne kadar sahiptir çocuklarına çözemedim. Kartal yuvası gibi evlerde onca çocuk dizleri kanamadan nasıl büyütülmüştü sırrına eremedim. Kadın, dağın yamacına yapışan bu taş evlerde sarı saçlı ve ateş gözlü çocukları nasıl büyüttü bilemedim.

 

Ama anladım ki, orada kadın olmak erişilmesi mümkün olmayan bir sevgi demektir.

 

Sonra kültürün bir başka medeniyetin bir başka dinin örtülmeye çalışılan manzarasını görünce vücudumdan ani bir paslı hançer dolaştı.

 

Bin yıldır ayakta duran kilisenin camiye dönüştürülmesi yetmezmiş gibi birde tabiatından sıyrıltılması gerçek bir düşün çatışmasıydı.

 

Cami imamı ise bu tarihi yapının içinde dolaştığımızda eşlik ediyor bize oda kırgın aslında. Ama ibadet hane en nihayetinde diyor…

 

Mir bağına taşınan suyun kemerleri çok uzaktan yalvarır gibi bakıyordu durduğumuz noktaya.

 

Ey yabancı bu yerlerden sürülen insanlar beni yalnızlığın acısıyla mecalsiz koydu diyordu…

 

Elli sekiz yaşındaki İsmail oradan göçün hikayesini çabuk cümlelerle anlatıyordu.

 

Ve çabucak adımlar atıyordu.

 

Sanki sözleri bittimi bu dağlara özlediği günleri biz getirecekmişiz gibi.

 

Mavi gözlü bu adam çarçabuk anlatırken doğayı ve geçmiş yaşamı kafamızın üstünden bir helikopter kıyametleri kopararak uçuyordu.

 

Ve anlıyorduk ki bu kente gelen bizlerde özlemleri derinleştirmekten başka bir şeye yaramayacağız.

 

Bir başka İsmail ile karşılaşıyoruz birazdan: ceviz ağacından yaptığı karasabanına demir bir tırnak geçiriyordu.

 

Motorun girmeyeceği bu vadilerin arasına öküz ve kara sabanı koşacaklardı.

 

Burada teknolojinin son çılgınlığı savaş aygıtları vardı ama yaşam gerisine geri tam yüz yıl yaşıyordu.

 

49. sınır taşının neredeyse karışlar ötesindeki bu şehrin yeni belediye başkanı, “Eğer ineğin geçerse diğer tarafa, varıp almak için yürek ister.” der.

 

Sınırları ve sabrı derin kuyular hesabı ses veren kentin belediye başkanı, “eğer gençlere yaşamı sunmazsak gerçek anlamıyla bir güzel dünyayı da yakalamak mümkün değil.”diyordu filozofi bir edayla.

 

Biz çayımızı içip izin alıyoruz tanrılar şehrinin belediye başkanından…

 

Yokuş bize aşağıda susam değirmenini tanıştırdı.

 

Asırlardır bu kentin yaşamının vesilesi değirmen küflü ama dirençli bir şekilde duruyordu hala.

 

Bir yerinde kara bir fırın ve bu fırında kavrulurken susamlar diğer tarafında öğütülüp tahin olarak sofralara ikram için hazırlanıyordu.

 

İnsan ve su gücü bir olunca bu ihtişamlı coğrafyada yaşamak için bir sebebi oluyordu insanların. Biraz ötede ise bir hidroelektrik tesisi vardı.

 

Artık elektrik üretmiyordu belki bir dönem buralar insansızlaştırılmıştı ondan. Ancak metrelerce yukarıdan aşağıya bir su akış yatağı vardı ve görünüyordu.

 

Bir ayva, dut, incir, üzüm, kayısı, şeftali, elma ağacı her adım başı çıkabilirdi karşına. Denilebilir tanrı ikramını bu kadar bonkör yapmışsa bilinmeli ki bu cennet ve bu cehennem onun…

 

İnsanlar ibadetlerini dizleri parçalanırcasına yapardı ve mükâfatı ise sürgün, gözyaşı, yoksulluk olurdu.

 

Orman her taşın her kovuğun üstüne damarını yollamıştı. Bitkinin coğrafyaya bu kadar uyduğuna bir başka yerde şahit olmak imkânsızdı. Ama zor bir coğrafyanın mavi gözlü yürekli adamları bu bitki şöleninden korkularıyla ve mecburiyetleriyle vardılar.

 

Gözün görebildiği her yer ama her yer yeşil bir giysi giymişti ancak biraz sonra karşılaştığımız iş makineleri bu yeryüzü cennetini parçalıyordu. Ve anlıyorduk ki bu bitki örtüsü birkaç yıl içinde sular altında kalacaktı.

 

Su savaşlarının temeli şimdiden atılmıştı bile. Suyun varsa hâkimisin dünyanın. Yoksa suyun yüzün hep kirli kalacaktı gelecek yüzyıllarda. Savaş tankın namlusundan baraj kapaklarına dayanacaktı.

 

Dağların karnını yırta yırta ilerleyen iş makinelerinin yukarıda yapacağı yeni yolun altından Zap suyunun akışının tersinden dönüyorduk bizde.

 

Dün akşam karanlıktan sebep görmediğimiz bu yerler arı kovanları ve keçi evleri ile doluydu. Korucu kulübelerini saymazsak.

 

Kamuflaj giysi, kalaşnikov silahlı ve bıyıklı bu adamlardan biri “biz resmi cahşız” diyordu. Ama birlikte ölümün bile düğün olduğu bu iklim deryasında kimsenin ölmemesi için saklı tuttukları bir duaları oluyordu. Arttık eskisi gibi gizlenmektense konuşmayı tercih ediyor olmaları da artık bir kalıcı çözümün sinyaliydi sanki.

 

Bu yolun her iki yakasında muhteşem görünümüyle yükselen dağların arasından sızan güneş alnımızın üstüne buz tabakası yapan soğuğu alıp götürüyordu ama içimizde hep bir soğuk korku vardı aslında.

 

Dağ kavşağında serinlemeye çalışan şantiye çalışanlarının ıslak saçlarını ilkin jöle sandık ama bu dağlardan kardan kopan su tabii jöleydi bunu bilmemek ayıpların en büyüğü olurdu.

 

Sınır ve sinirlerin bir arada olduğu bu bitki deryasından uzaklaştıkça bir yeni iklim ile buluşacağımız kesindi.

 

Yol boyunda arı kovan evi, keçi evi ve bağ evlerinin yanı sıra çoban sığınakları güldü yüzümüze…

 

Bir korucu kulübesinde ikram edilen çay da vardı hiç kuşkusuz.

 

Ezberime deprem gibi düşen bu yeniliklerin eşliğinde Gever"e varıyoruz Erkan ve Necip"le. Ama, Selim Amca dayanamayıp doksan yıllık ömrünü terk edip gitmişti buralardan…

 

Biraz şaşkınlıkla, biraz hüzünle bir yolculuk söz dizgimize böyle düşüyordu.

 

Dê çim Çel!...

 

Cümlesinin altında yatan o gizemli aşkın farkına böylece varıyoruz. Hakikaten gitmesek görmezsek, hayatın onca zorluğuna karşı, yaşamın orada anlamını ne kadar aştığına tanık olamaz insan.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (30)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.