Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... (N.Hikmet)
Şemdinli’nin Derecik (Rubarok) bölgesine yaklaşık 3 yıl aradan sonra gitmek üzere yola koyuluyoruz Yüksekova’dan. Gitmeliydik bir kez daha, bizi orada bekleyenlerin olduğunu bilerek…
Yolumuz yaklaşık 110 kilometre, bunun 60 kilometresini 250 sayarsak 300 kilometre. (60 kilometrelik yol 4 saatte aşılıyor)
Derecik’e giden yollardan birini seçiyoruz. Şemdinli’ye varmadan Derya köyünden devam ediyoruz. Çukurlara ve taşlara vura vura gittiğimiz bu yolun daha önce birçok kez ihalesinin çıktığını hatta normalde asfalt olarak göründüğünü bile duymuştum daha önce…
Şemdinli’nin eşsiz doğası ve yeşilliğinin nezaretinde yolumuza devam ediyoruz 5-10 kilometrede bir bir köyden veya yanından geçerek.
Derecik’e 3 yıl önce Belediye Binasının açılışı için gitmiş ve doğasından baya etkilenmiştim.
Birinci yol arkadaşlarımızı alıp yola koyulduk… Tabi soru yağmuruna tutarak.
Yollarından ve okul sorunlarından yakınan öğrencilerle beraber yolumuza devam ederken Boğazköy (Bêgoza) köyüne varıyoruz. Yine burada çocuklarla aynı yöntemi kullanan bir genç (Sadık Gezer) bizi durduruyor. Tütünlü (Evliya) köyüne gidecekmiş. Onu da alıyoruz… Şemdinli’ye giden yolun kapalı olduğunu öğreniyoruz ondan, çocuklar yolun kapalı olduğunu duyunca geri dönmek üzere vedalaşıyorlar bizden…
Köylerinin sorunlarını soruyoruz, yine yol sorunlarını başa koyarak berivanlarının her gün ancak 3 saatte eşek sırtında koyunlarını sağmaya gidebildiklerinden yakınıyor, yaylalarına ve otlaklarına yol yapılmasını istiyor. İstiyor ama zaten Derecik’e bile eşek sırtında gider gibi gidiyorduk ya… Yol demeye bin şahit…
Derecik’e giden ‘ana’yola varıyoruz. Şemdinli’den gelen yolun üstünde çalışmalar varmış o nedenle çalışmaları yaya olarak geçip yoluna devam eden, Ağrılı olduğunu söyleyen biriyle karşılaşıyoruz. Durup onu da alıyoruz. İlginçtir ama buralara gezmeye geldiğini söylüyor 30 yaşlarındaki şahıs…
“Ağrı’da olsaydım böyle bir yolda akrabam bile geçse bindirmezdi beni.”diyor teşekkür ederek. Muhabbete dalıyoruz onunla ama çok geçmeden yolda harıl harıl çalışan iş makineleriyle karşılaşıp duruyoruz. Ağrılı arkadaş hariç… O yine yaya devam etti yoluna kendi yöntemiyle…
Kendisiyle yaptığımız kısa söyleyişinin ardından yol veriliyor bize. Kırılan büyük kaya parçalarının üstünden geçiyoruz aracımızla… En ufak bir dikkatsizlik çalışma bölgelerinde uçurumdan uçmamıza sebep olabilir…
3 yıl önce geldiğimde de yine asfaltlanmak üzere genişletilmeye çalışılıyordu. Meğer ne zormuş bir yolu asfaltlamak ve genişletmek…
Engebeli yol bitmek bitmiyor ve hava sıcaklığı da yavaş yavaş artıyordu. Rahatsız ve gribe yakalanmış olarak çıktığım bu yolculukta gideceğim yerin çok sıcak olduğunu biliyordum… Önce çeketlerimizi çıkarıyoruz, bereket bir önceki gün yağan ufak bir yağmur tozun kalkmasını engelliyor yoksa arabanın camlarını zırnık açamayacaktık…
Bir sınır karakoluna vardık. Sınır kapılarında gördüğümüz manzarayla karşılaşmadık desem yalan olur…
Başka bir ülkeye geçiş yapacaktık sanki!
Üç yıl önce geldiğimde bu karakolda kimliğinde doğum yeri yazan bölümde “Şemdinli” yazmayanların ancak izinle girebildiğini hatırladım…
Önce kimliklerimizi verdik, kaydımız yapılırken aracımız arandı… Kimlik kayıtlarımız yapıldıktan sonra gelen askere; “Temiz miyiz” diye sordum o da gülümseyerek; “Temiz” dedi…
Yolu kapatan ve aynısından sınır kapılarında bulunan uzunca direk havaya kaldırılıyor ve altından geçip yolumuza devam ediyoruz… Yılmaz Erdoğan’ın bir sözü geliyor aklıma:
Derecik’e şuan gitmek gerçekten başlı başına bir serüven 4-5 saat süren yolculuk anlatmakla bitmez…
Başta Küçük Rahmet için çıkmıştık bu yolculuğa...
Elimizde onunla ilgili sadece baba adı ve köy adı vardı… Irak sınırının sıfır noktasında bulunan ve Derecik beldesine yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta bulunan Yeşilova (Navberoja) köyüne gidiyorduk...
Önümüze hep iki yol çıkıyordu… İlk defa gittiğimiz bu köye ulaşmak için hep tahmini yolu seçerek devam ediyorduk… Hatta bir ara “Irak tarafına mı geçtik” diye söylenmeye bile başladık…
Issız bir yer…
Issız bir dağ…
Çok geçmeden yolda bir kadın çobanla karşılaştık… Kuzey Irak’taki Kürdistan bölgesindeki Kürt kadınların giydiği kıyafetten giymişti… Kıyafetleri “Irak tarafına mı geçtik” şüphesini bizde kuvvetlendirirken doğru yolda olduğumuzu öğrendik.
Köyün girişindeki Yeşilova karakoluna vardık. Bir önceki karakolda yapılan işlemler tekrarlandı, “Kimlikler, ruhsat..” Yılmaz Erdoğan’ın da dediği gibi;
“Sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istemektedir”
Ne için geldiğimiz, kimin evine gideceğimiz ve ne kadar kalacağımız soruldu… Cevapladık! Buradaki işlemlerden sonra da yine yolun ortasındaki uzun demir direk havaya kaldırıldı ve geçmemiz için işaret verildi.
Yine başka bir ülkeye gidercesine...
Köyde engelli Rahmet Demir’in evini soruşturup bulduk. Fotoğraftaki manzarayla tekrar karşılaştık. Küçük rahmet elinden bağlanan iple evin dış sütununa bağlanmıştı, “Kaçmasın diye!” Karşılaştığımız manzara gerçek bir dramdı. Çok geçmeden Rahmet’in diğer iki kardeşinin de zihinsel engelli olduğunu ancak yaşlarının henüz çok küçük olması sebebiyle “bağlanmadıklarını” öğreniyoruz.
Rahmet’in bağlı kalmasını istemediklerini ancak mecburen bunu yaptıklarını söyleyen ailesi: “Şayet bağlamazsak gider ve bir daha da bulamayız. Daha önce birçok kez kaçtı. Askeriyeye gidiyor, nizamiyeye gidiyor, dağa kaçıyor.”dediler.
Rahmet’in bu içler acısı durumunun videosunu ve fotoğraflarını çekip Derecik’e gitmek üzere araca yaklaştığımızda bir yaşlı anne vardı yanımıza ve “Allah rızası için gelip benim kızımı da çekin, o da aynı o durumda. Çekin belki bir el uzatan olur.”dedi.
Hemen o yaşlı anneyi takip ederek başka bir eve gidiyoruz.
Anne Hasibe Dinç: ''Bulunduğu yer pislik içinde. Bazen temizliyor kızımı güneşe çıkarıyorum. Burada da gözümüz sürekli üzerinde olmadığı için yine iple bağlıyoruz. Akşam kaldığı odaya getirdiğimizde kapıyı kilitliyoruz. Babası Şiro Dinç, geçici köy koruyucuydu. 1995 yılında mayına basarak öldü. Babası öldükten sonra sefalet içinde bir yaşam sürüyoruz. Büyük oğlum Lütfü Dinç, elindeki imkânlarla bize bakıyor. 10 çocuğumun yanı sıra özürlü olan kızımın sorunlarını yaşıyoruz. Kızıma yardım edilmesini bekliyorum. Sürekli yanında nöbet tutamadığımız için bağlamak zorunda kalıyoruz. Elimizden başka bir şey gelmiyor.''diyor.
Gördüğüm manzaralar karşısında donup kalmış bir durumdayken aynı zamanda o manzaraları donduruyordum…
Vicdanım sızlayarak..!!!
Yeşilova’dan ayrılıyorduk zira askeriyeye akşam döneceğimizi bildirmiştik. Yolda yine o kadın çobanla karşılaştık. Otlatmaya götürdüğü koyunlarını köye geri getiriyordu.
“Neden sen değil de bir erkek kardeşin veya ağabeyin bakmıyor bu koyunlara” diye soruyoruz.
“Başka kimsemiz yok, hem ayıp mı ben de bakarım!”diyor.
Aldığımız bu cevapla yolumuza devam ediyoruz...
...