Rusya’yı izole etmek Avrupa’ya barış getirmeyecek

Rusları dünyanın geri kalanından koparan geniş yaptırımlar, Kremlin’in meşruiyetini kaybetmesine hizmet edebilir mi?

Lea Ypi

On bir yaşındaki çocuğum, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği haberini duyunca “Arnavutluk’taki sığınaklar hâlâ çalışıyor mu?” diye sordu. “Bazıları,” dedim. “Neden” diye sordum. “Avrupa’da bir savaş yaşanması ihtimali ve sığınacak bir yer bulmamız gerekirse” diye cevapladı.

Okulda en son “savaş tatbikatı yaptığımız” zamanlardan birinde onun yaşındaydım. O zamanlar yalnızca birkaçı değil tüm sığınaklar açıktı; aslında komünist Arnavutluk’ta hâlâ “işleyen” birkaç şeyden biriydi. Senede bir ya da iki defa bir alarm çalar ve sınıflarımızdan en yakındaki sığınağa koşardık: Hiç kimse birkaç yüz metreden fazla içeri girmeye cesaret edemese de efsaneye göre, uzun ve karanlık bir yeraltı tüneli Yugoslavya sınırına kadar uzanırdı.

SOĞUK SAVAŞ’IN DÖNÜŞÜ

Soğuk Savaş dönemi sona erdiğinde, insanları nükleer savaş tehdidinden korumak amacıyla inşa edilen yüz binlerce sığınak, ıssız alanlardaki tuvaletlerden yarasalar için barınaklara, yeraltı kafelerinden sevgililer için gizli buluşma mekânlarına varıncaya değin çok çeşitli yeni kullanım alanlarına dönüştürüldü. Arnavutluk’ta “emperyalist batı” diye adlandırdığımız şeyle “revizyonist doğu” arasındaki çatışmanın artık geçmişte kaldığını gösteren güçlü bir semboldü.

Büyüdüğüm dönemde, sürekli bir savaş tehdidi, ülkedeki sürekli barışın sağlanmasının koşuluydu: Tüm muhaliflerin susturulduğu ve insanların uymak dışında bir seçeneğinin olmadığı bir barış türüydü bu. Yirminci yüzyıl boyunca ülkem git gide dünyanın geri kalan kısmıyla ilişkilerini kesti. Git gide daha fazla tecrit olurken, kendileriyle aynı fikirde olmayanları daha fazla ezme yanlısı paranoyak siyasi seçkinlerin sayısı da aynı oranda arttı.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini izlerken bu deneyim aklıma geldi; Rusları dünyanın kalan kısmından koparan geniş yaptırımların, o insanların gözünde Kremlin’in meşruiyetini kaybetmesine hizmet edeceği fikrine biraz şüpheyle baktım. Geçmişin sığınaklarında soyut, maddi olmayan bir tehdit gibi görünen bombalardan saklanmak için kalabalıklar halinde bekleyen masum Ukrayna vatandaşlarının iç ürperten görüntülerini izlerken kendi “savaş pratiğimizi” düşünmemek mümkün değildi.

BÜYÜK POLİTİKALARIN KÜÇÜK PİYONLARI

Tıpkı bizim gibi onlar da büyük güç politikalarının ölümcül oyunundaki satranç taşlarıydı. Bununla birlikte, yalnızca bir kısmı bir sonraki tura kadar hayatta kalacak kadar şanslı olacak. Çoğu insan için, düşmanlıkların sonu, felsefeci Immanuel Kant’ın yazdığı Avrupa Aydınlanması’nın en meşhur savaş karşıtı metinlerinden biri olan Ebedi Barışa Doğru’da söz ettiği barış türüne benzeyecek: Mezarlığın ebedi barışı.

Kant’ın, 1795 yılında Fransız Devrim Savaşları’nın zirvesindeyken yazılan makalesi, ‘abbé de Saint-Pierre’ diye de bilinen Fransız yazar Charles-Irénée Caste’dan büyük ölçüde etkilenmişti. Saint Pierre, 1712 yılında, maalesef hâlâ hayatımızdaki varlığını koruyan büyük güç politikaları çağını başlatan Utrecht Antlaşması’ndan kısa bir süre önce Rusya’yı da içine alan bir Avrupa Devletler Birliği’nin kurulmasını savunuyordu. Hem Saint-Pierre hem de Kant, güçler dengesi üzerine kurulan bir siyasetin hiçbir zaman kalıcı bir barış ortaya çıkarmayacağının farkındaydı. “En zayıf olanın, büyük güçlerden en güçlüsünün onlara zarar veremeyeceği düzeyde güvenliğe ulaşabileceği” gerçekten de kapsayıcı bir devletler federasyonunun garantisi olmadan, gelecekte yaşanacak ticaret savaşları, iç savaşlar ve devletler arasındaki savaşlar önlenemezdi.

Eğer bu projeler yürürlüğe girseydi dünya şimdikinden çok daha farklı görünebilirdi. Günümüzde, Almanya’nın askeri harcamalarını artıracak biçimde onlarca yıldır süren savunma politikasını tersine çevirmeye karar verdiği, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılım sürecine hız vermeyi planladığı ve nükleer savaş ihtimalinin gözle görülür biçimde ütopik yüzlere sahip olan 11 yaşındaki Londra doğumlu çocuklara bile musallat olduğu çağdaş Avrupa gerçekleriyle karşı karşıyayız. Peki insan umudu nerede bulabilir?

UMUDU YEŞERTME GÖREVİ

Arzu ile inanç arasında bir yerde duran bir tutum, umut hakkında düşünmenin yanıltıcı bir yoludur: Bu, belirli bir sonuç arzusu ve sonucun olumlu olacağına dair bir inançtır. Bu manada umutlu olmak, dünyayı gözlemlemek ve olayların gidişatının çoğu zaman iyimser bir bakış açısını desteklediğine ilişkin kanıtlar bulmak anlamına gelir. Ne var ki Rusya’nın Ukrayna’yı hedef alan saldırganlığının gaddarlığı ve yarattığı yıkım ile karşı karşıya kaldığında, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta belirttiği üzere, “insan zekası gittikçe daha fazla amaç keşfetmeye ne kadar yaklaşırsa, nihai amacın kavrayışın ötesinde olduğu da o kadar belirgin bir hale gelir”. Hep birlikte mücadele ederek Vladimir Putin’in zihnini ve amaçlarını okuyamadıkça, korku rasyonelliğin yerini alır, Leviathan’ın gücü açığa çıkar ve bütün umutlar yitirilmiş gibi görünür.

Öte yandan, umut hakkında kafa yorulması gereken farklı bir bakış açısı mevcut. Dünyanın en çok umuda ihtiyaç duyduğu vakit, en umutsuz göründüğü zamandır. Kant’ın gözünde umut, dünyada bulduğunuz bir şey değil, kategorik bir zorunluluktur. Birbirimizden elimizi eteğimizi çekebiliriz yahut mevcut durumdan, mevcut askeri ve ekonomik çıkarları koruyan etki alanları ve sınırlar dünyasından ayrılarak, gerçekten kapsayıcı nitelikte siyasi projeler tasarlayabiliriz. Herhangi bir noktada bu yaklaşımlardan hangisinin egemen olacağı, birbirimizden beklentilerimize, birbirimizi yok edilecek hedefler olarak mı yoksa birlikte çalışılacak insanlar olarak mı gördüğümüze bağlı olacak.

Savaş ve Barış’ın daha ilk sayfalarında, Rusya da dahil olmak üzere kozmopolit bir devletler federasyonuna giden bir Avrupa projesi tartışılıyor. Tolstoy’un Pierre Bezukhov’u “Sürekli barış mümkün” diyor, “fakat bir siyasi güç dengesiyle değil.” Tolstoy bizlere ölüm saçan bir çatışmanın ortasında bile, düşmanınızın insanlığına dair bir miktar güveniniz kalması gerektiğini öğretiyor. Kant, düşmanlıklar bir yok etme savaşına dönüştüğünde, tüm adaletin yok edildiğini ve sürekli barışın “insan türünün sınırsız mezarlığına” dönüştüğünü öne sürüyor. Bu dünyada hiçbir sığınağın yardımı dokunamaz. Savaşın yarattığı terör ne denli büyükse, umudu yeşertme ahlaki görevi de o denli acildir.


Yazının orijinali The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

DÜNYA Haberleri