Alican Tuncay yazdı
Ben gözlerimi Colemêrg Gever’de, vadinin içine saklanmış sessiz bir köyde açtım. Sabahları tandır evlerinden yükselen duman havaya ince bir sis gibi yayılır, ayaz evlerin duvarlarına siner, kavakların rüzgârla titreyen yapraklarının hışırtıları çocuk çığlıklarımıza eşlik ederdi. Dağlardan gelen cılız hayvan sesleri köyün serinliğini tamamlar, her şey yavaş yavaş uyanırdı. Ben de işte böyle bir köyde çocukluğumu dolu dolu yaşayarak büyüdüm.
Bu manzaranın tam karşısında ise Cilo’nun en kudretlisi, dev gibi duran ve adını ilk kez babamdan duyduğum Kelyaşîn vardı. Çocuk gözümde Kelyaşîn, bizi izleyen, koruyan, yaşayan bir varlık gibiydi. Sonraki yıllarda tarihsel metinlerde Kelyaşîn’in adını sıkça görsem de, onu ilk kez babamdan duyduğum için gönlümdeki yeri hep bambaşka kaldı.
Üzerindeki kadim buzulların maviye çalan rengi burada yaşayan insanlara bu ismi verdirmişti. Hatta 1901’de bu dağlar ve çevresine dair ilk coğrafi makaleyi yazan Maunsell bile eserinde Kelyaşîn ya da Gelîyaşîn adını kullanmıştı. Sonradan öğrendim ki bazı yabancılar haritalara farklı isimler yazmış; kimi Reşko, kimi Uludoruk. Ama unuttukları bir şey vardı: Bu dağlarda yaşayan halkların hafızası haritalardan çok daha eskiydi. Zaman, tabelalar, yer adları ve rejimler değişir; ama dağın kalbindeki isim, halkların ruhunda hep aynı kalır. Çünkü bir dağın adı insanların diline yerleşti mi, kolay kolay değişmez.
İşte bu vadi köyünde çocukluğum Kelyaşîn’e bakarak geçti. Her gün ona dikilip, “Bir gün zirvesine çıkacağım,” diye kendime söz verirdim. Oradan köyümü görüp anne babama el sallamak istiyordum. Çocuk aklı işte…
Köyde büyüyen çocukların hayal gücü sınırsızdır. Eğer yetişkinler ket vurmazsa, hayalleriyle uzaya bile yol yapabilirler. Ama ne yazık ki köyde ki ihtiyar heyeti acımasız olurdu: Bostandaki hıyar ve ağaçtaki elma çoğu zaman çocukların özgürlüğünden daha değerliydi. Yine de biz hem gülüyor, hem düşünüyor, hem yaşıyorduk.
Büyüdükçe anladım ki evimiz o zirveden görünmeyecek kadar uzaktaymış. Hayalim kırılmıştı ama hiç sönmedi. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, en huzursuz anımda bile evin penceresinden uzun uzun Kelyaşîn’i seyrederim; çünkü o çocukluk sözüm hâlâ içimde sıcaklığını koruyor.
Köyün kendi telaşı ya da köyü ilgilendiren resmi bir ziyaret çoğu zaman dağların sessizliğini bozan tek şeydi. Her köyün, tıpkı insanlar gibi, bir hafızası ve kimliği vardır mesela. Özellikle devletin taraf olduğu bir durum söz konusu olduğunda ise bu köy kimliği, Hakkâri köylerinden Ege’nin köylerine kadar şaşmazdı. Devletin siyah zemin üzerine beyaz rakamlı plakaları köyde göründü mü, köylülerde bir anda “hazır ol” hâli oluşurdu. Soğukların ve ağır işlerin belini bükemediği o sağlam yapılı insanlar, devletin bu küçük emarelerini görünce yumuşak bir kalıba girer, ne denirse büyük bir keyifle yerine getirirlerdi. Benim çocukluğumda tanık olduğum ve köyün sessizliğini bozan olaylardan biri de böyleydi.
Çevre köylerde başlayan su sorunu bizim köyde de baş göstermişti. Akrabalarımız en temel hak olan temiz suya, doğal sebepler yüzünden ulaşamaz hâle gelmişti. Tam bu dönemde siyah-beyaz plakalı bir aracın köyümüze girişiyle su ve yol sorunlarımız görünür hâle geldi ve çözüm süreci başladı. Köyümüzün tam karşısındaki Cilo Dağları eteklerinden YSE ve İl Özel İdaresi’nin su hattı döşemek için geldiğini öğrenmiştim büyüklerimizden.
Köyde büyük bir sevinç vardı. Bu gelen memurlara gösterilen saygı, sevgi ve teşekkür hâlâ aklımda. Evet, saygı ve bağlılık iyidir; buna karşı değilim. Ama o dönemde bazı kesimler devletin gücünü kendi gücüymüş gibi gösterip köylülere haksızlık ederdi; o kişiler çocuk anılarımızda pek iyi hatırlanmazlar hala.
Olayın politik eleştirisini bir sitem olarak burada bırakmakta fayda vardır yazının selameti için. Su hattının planı çizildi, işçiler belirlendi; her evden bir kişi bu iş bitene kadar çalışacaktı. Ayrıca köye gelecek su hattının masrafları için belli bir ödenek de toplandı köylülerden. Elbette köylüler bunun devletin asli görevi olduğunu bilmiyordu. Yetkililer de köylülerin anayasa ve kanunlardan habersiz olduğunu bildiği için “sosyal devlet” anlayışından pek söz etmezdi. Hendekler kazıldı, borular taşındı ve nihayet su köye binbir zorlukla geldi. İşin sonunda ise tüm teşekkür ve övgüler kurum yöneticilerine gitti; köylü yorulmuş, çamura bulanmış, eline su değmiş ama adı anılmamış oldu.
Biz çocuklar, köyümüzde olup biteni sadece dağların eteklerinde başlayan bir hareketlilik var diye izler, etrafında merakla dolaşırdık. O zamanlar ne olduğunu bilmez, sadece bakardık; gözlerimiz hep hareketli ellerin, kazma, küreklerin ve siyah-beyaz plakalı arabanın peşindeydi. Tabi bir yandan da köyde ki çocuk dostu büyüklerden azar işitmemek için de özel bir çaba gösterirdik.
Yıllar sonra üniversitede “sosyal devlet” ilkesini öğrenince, çocukluğumdaki o sahne bambaşka bir anlam kazandı. Meğer köye gelen ekipler işin en ağır kısmını köylüye bırakıyormuş; mühendisler gidiyor, borular değişiyor ama yük hep aynı omuzlarda kalıyormuş. Sosyal devlet denilen şey de o günlerde köyümüzün kapısından pek içeri girmemişti.
Zamanla anladım ki su ve yol, Roma İmparatorluğu'ndan beri medeniyetin en temel göstergesiydi. Yol varsa düzen gelir; su varsa hayat kolaylaşır. Ama bizim bildiğimiz gerçek çok daha basitti: Temiz su gelirse kavga olmaz, kimsenin kalbi kırılmazdı.
Köylünün lügatında ise su borusu sırtta taşınan yük, yol ise kendi eliyle düzelttiği taşlı patikaydı. Hakkâri’den Ege’ye değişmeyen bir adet vardı: Hizmetin adı devletten gelir, bedeli köylüden alınırdı. Devlet başlatır, köylü bitirirdi; boru patlarsa tabelada devlet yazardı ama patlağı yine köylü onarırdı.
Köylü de bunu bildiği için çoğu zaman gülüp geçerdi. Onlara göre sosyal devlet şöyle bir şeydi: Devlet gelir bir işaret bırakır, gerisini köylü tamamlar. Sonunda herkes aynı cümleyi söylerdi: “Devlet belirtir, biz hallederiz.” Çünkü köylünün dünyasında hiçbir iş, emek, dayanışma ve biraz mizah olmadan tamamlanmazdı.
Bütün bunlar köyümüzde yaşanırken, üyesi olduğumuz dünyada 2000’li yılların çalkantılı olaylarını vadideki köyümüzde televizyondan izliyorduk. Dünyanın bir ucunda İkiz Kuleler yıkılıyor, savaşlar patlıyor, insanlar ölüyordu. Ardından siyahi bir başkan olan Obama, sahneye çıktı ve tarihin akışını değiştirdi. İnternet resmi kurumların duvarlarını aşıp evlere girerken, babalarımızın tuşlu antenli telefonları akıllandı; YouTube ve Facebook hayatımıza girdi. Kimsenin artık özel bir hayatı kalmadı, herkes herkesin nerede olduğunu bilir oldu.
Bizim dünyamız ise daha sade, daha küçük mutluluklarla doluydu. Urşe suyunun köye gelmesini kutlarken, dünya kendi büyük dertleriyle meşguldü; bizse küçük köyümüzde kendi küçük sevinçlerimizi yaşıyorduk.
Köyde hayat her zamanki sakin akışıyla sürerken, bir anda caminin hoparlöründen yükselen o tiz ve hafif hışırtılı “Rehmel babê!” çağrısı bütün köyün içine yayıldı. Bu ses genelde ya meranın biri tarafından biçildiğini, ya çobanın köyü terk ettiğini ya da köyü ilgilendiren ciddi bir meselenin ortaya çıktığını haber ederdi. Çağrının tonundaki sertlik ise olayın ne kadar vahim olduğunu az çok belli ederdi.
Bu kez duyulan “Rehmel babê!” sesi, köyümüze çekilen ve her yıl düzenli olarak patlayan su hattının yine patladığını haber veriyordu. Köylüler için artık şaşırtıcı olmaktan çıkmış, ama bir o kadar da can sıkıcı bir durum haline gelmişti.
Ama benim gözümde patlak boru demek, dağ yollarına doğru yeni bir yürüyüş demekti. Patlayan boruların olduğu yer ise, bu yazıyı kaleme almama vesile olan Kelyaşîn Dağı’nın eteğinde bulunan, eskilerin “Urşe”, çevre köylülerin “Derav” dediği, kaderine terk edilmiş bir harabeydi. Bedensel işlerden nefret eden biri olarak o gün merakıma yenilip sabah akrabalarımla yola çıktım.
Karşıma çıkan manzara beni hayretler içinde bıraktı: derenin kenarında eski taşlar, çökmüş ev duvarları, anlam veremediğim izler… Büyükler için bunlar “eski yıkıntılar”, belki de ileride yapılacak bir ahırın ideal temel taşıydı. Ama benim için bu taşlar, yıllarca anlamını arayacağım bir gizemdi. İnsanlar neden yüzyıllarca burada yaşamıştı? Neden yüzlerini güneşe dönüp sırtlarını dağlara vermişlerdi?
Bu sorular beni üniversitede Urartu tarihine araştırmaya yönlendirdi. Araştırdıkça, Cilo eteklerindeki Derav’ın, Urartu uygarlığının Tanrı Haldi’ye adadığı kehanetleriyle yüz yıllar boyunca insanlara umut olmuş bir yer olabileceğini fark ettim. Dahası, burası belki de Urartu’nun kayıp şehri Musaşir’di… burada ki eski taşlara dokunduğumda anladım ki: Dağ dediğin yalnızca bir manzara değildi; zamanın bile silemediği bir tarih, insana yol gösteren, umut veren ve koruyan bir yuvaydı. Her taşta bir hatıra, her yamaçta bir direniş saklıydı.
Evet, dağlar hep başka dururdu. Ne savaşları bilir, ne krizleri ne de bizim köye gelen Urşe suyunun sevincini… Siyaset, kavga, kıtlık hiçbiri onlara dokunmazdı. Onlar sadece sessizce durur, gölgesini köyün üzerine serer, insanları izlerdi. İnsanlar gelip geçer, köyler değişir, medeniyetler kurulur ve yıkılırdı; ama dağlar hep yerli yerinde kalırdı.
Gever Ovası’ndaki antik Urartu şehrinin harabelerinde başlayan o tuhaf hissiyatım, üniversitede öğrendiklerimle daha da derinleşti. Dağların hafızası gözümde büyüdükçe büyüdü. Asurlar gelmiş, Medler adalet aramış, Persler hükmetmiş, Büyük İskender doğuya yürümüş, Timur vadileri ateşe boğmuştu. Ama hiçbirine boyun eğmeyen yine dağlardı; hepsini sessizce izlemiş, zamanı kendi ritmine göre taşımış ve hepsine tanıklık etmişti.
Tarih değişir, dağların yüzü bile zamanla değişir; ama insanın içindeki o güven duygusu değişmez. Tarihin uzun sahnesinde krallıklar yok olur, devletler yıkılır, yenileri kurulur; halklar dağılır, bir gün bizim de esamemiz okunmaz olur. Fakat dağ, bütün heybetiyle bakmaya devam eder.
Bu topraklarda bir zamanlar dağlı Asurlular yaşadı; demirin ustaları, kudretin taşıyıcıları olarak bu dağlarda nam saldı… Ksenofon’un “Karduklar” diye andığı Kürtler de bu dağların çocuklarıydı. Bu vadilerde yaşayan insanların kaderi hep dağlarla birlikte yazıldı.
Dağların kudreti kadar insan ruhuna dokunan bir tarafı vardır. Zirvelere baktığında hem güç hissedersin hem de derin bir yalnızlık. Sanki tanrıların soluğu hâlâ o tepelerde dolaşıyormuş gibidir. Kawa’nın yaktığı ateşin dumanı bugün bile Zagros’un rüzgârına karışıyormuş gibi gelir insana. Çünkü yükseklik sadece bedenle değil, ruhla da ilgili bir şeydir.
Belki de buradaki insanların dağlara duyduğu saygı, Pezkûvî’lerin özgür ve dayanıklı ruhunun onlara da sinmesindendir. Çünkü dağlı olan özgürlüğünü kolay kolay bırakmaz; rüzgârın yönü değişse bile kendi yolundan dönmez.
Ve bu yüzden, binlerce yıl geçse de, halklar değişse de, haritalar yeniden çizilse de bir gerçek hep aynı kalır: Dağlar özgürlüğün hem evi hem de hafızasıdır.
Dedem bir gün Cilo’ya bakıp,
“Hikâyelerini dinlemek için bir ömür yetmez,” demişti. Haklıydı.
Büyük İskender’in yolu da bu dağlardan geçmişti. Zenginliği, ordularının gücü ve kudretiyle birçok memlekete korku salmış olsa da, bu vadilerde yaşayan halklar ona her zaman mesafeli durmuştu. Çünkü İskender ne kadar güçlü olursa olsun, özellikle Kürtler için Êskendeyê Zirqende olarak anıldığı bu coğrafyada ve dağların ruhunu ele geçiremedi. Şehirleri fethetmek kolaydı; ama dağların on binlerce yıllık hafızasını, rüzgârın taşıdığı direniş duygusunu ve burada yaşayan insanların içindeki özgürlük ateşini fethetmek mümkün değildi.
Dağların sertliği, burada yaşayanların karakterine çoktan işlemişti. Bu yüzden İskender’in zaferleri bile bu topraklarda yankı bulmadı; dağlar ona boyun eğmedi, halklar da onun hükmünü içselleştirmedi. Çünkü bu yollardan geçen her komutan gibi o da sonunda anladı ki: dağları aşarsın ama dağların ruhunu asla zapt edemezsin.
Sonra Temûrê Lêng geldi; burada yaşayan dağlı Kürtler ona sakat bacağından dolayı Aksak Timur dedi. Vadileri ateşe boğan ordularıyla dünyayı titreten bu komutan da dağların sertliğini kırmak istedi. Ama buralarda attığı her adım ona pahalıya mal oldu. Dengbêjler bugün bile onun ateş gibi ordularını, köylerden yükselen çığlıkları ve vadilere düşen kara gölgeleri anlatır.
Şehirleri yıkabilecek, orduları dağıtabilecek kadar güçlüydü belki, ama dağlara yenildi. Çünkü dağın karşısında ne kudret tam anlamıyla işe yarar, ne de zorbalık.
Bu topraklarda dağ, insanların gözünde yalnızca bir sığınak değil; onur, direnç ve kader demektir. Ve kaderine sahip çıkan bir halka hiçbir komutan, hiçbir kral boyun eğdiremez. Çünkü dağ, burada yaşayan insanlar için sadece bir sığınak değil; onur, direnç ve kaderdir.
Bugün çocukluğuma baktığımda, dağların bana ne anlattığını daha iyi anlıyorum. Bu halklar gibi dağlar da darbeler yemiş, savaşlar görmüş, talanlar yaşamış ama yine de dimdik durmuşlardı. Sert görünürler ama içlerinde bin çeşit ses, bin çeşit merhamet saklarlar.
Çocukluk hayallerim, köyün telaşı, tarihin gürültüsü ve dağların sessizliği birleşince şunu öğrendim:
Dağlar insanın karakteridir. İnsan dağın eteklerinde büyür ama ruhu dağın doruklarında şekillenir.
Ve ben hikâyemin bittiğini sandığım her seferinde dönüp Kelyaşîn’e bakıyorum… İçimde hâlâ mavi bir çocukluk hayali gibi duruyor. Ben ona hiç ulaşamadım; ama o benden hiç eksilmedi.
Bazı dağlar, insan yaşlandıkça küçülmez.
İnsan büyüdükçe, içindeki dağ büyür.
Ve insan, içindeki o dağa ne kadar yaklaşırsa, kendi sınırlarını, cesaretini ve ruhunun derinliğini de o kadar keşfeder.
Kelyaşîn’e her baktığımda, geçmişin sessiz öğrettiklerini, tarihin kudretini ve kendi içimde hâlâ canlı olan çocuğu hatırlarım.
Çünkü her doruk, insanın içindeki ufka açılan bir kapıdır; ve her adım, kendine attığı bir yolculuktur.
İçimdeki dağ, yalnızca bir manzara değil, hayatın kendisidir; ve ben hâlâ onun eteğinde yürüyen bir çocuk gibi, hayal kurmayı, direnmeyi ve bakmayı öğreniyorum.