Kadın hikayeleriyle savaş

Kadın hikayeleriyle savaş

Yönetmen Hatice Kamer, Kürdistan’da yaşanan savaşın ortaya çıkardığı yıkımları, kadın hikayeleri üzerinden anlatıyor. Kamer, belgesel yaparken mağduriyetlerin metalaştırılmaması gerektiğini belirtiyor.

Belgesel yönetmeni Hatice Kamer, Kürdistan’da yaşanan savaşın ortaya çıkardığı tahribatları kadın hikayeleri üzerinden anlatıyor. Üniversitede tarih eğitimi aldığını belirten Kamer, sıradan insanların görmezden gelindiği tarih anlayışına karşı sosyal ve sözlü tarihe ilgisinin arttığını dile getirdi. Herkesin bir hikayesinin olduğu farkındalığı, O’nu sinemaya yöneltir. Amed’de bir festivalde verilen sinema atölyesine katılır. Daha sonra kendi çabasıyla belgesel yapmaya başlar. Çalışmalarının ana eksinini, Kürdistan’da yaşanan savaştan dolayı mağdur olan kadınlar oluşturuyor. Jinên Dengbêj, Ben Hasta Değilim Anne, Çavlirê , Annemin Pusulası gibi belgesellere imza atan Kamer ile belgesel alanında kadınların durumunu konuştuk.

*Belgesel sinemada kadınların konumu ne?

Bu alanda da egemenlikten bahsedilebilir mi?

Sadece belgesel sinemada değil, bütün sinemada erkek egemenliğinden söz etmek mümkün. Şimdiye kadar yapılan yüz binlerce filmin künyesinde de genelde erkekler yer alıyor. Bir filmin senaryosundan tutun yönetimine kadar birçok alanında erkeklerin baskın. Kadının filmdeki rolü de genelde o bakış üzerine şekillenmiştir. Sinema tarihine baktığımızda yüzlerce erkek yönetmen arasında çok az kadın yönetmen ismi ile karşılaşıyoruz. Fakat bütün bunlara rağmen erkek egemen mantığın en belirgin olduğu Holywood sinema sektöründe bile sinemanın ilk yıllarında başarılı çalışmalar yapmış önemli kadın yönetmenler olmuştur. 1927 yılında Kadın Modaları adlı bir film yapan Doroty Arzner ilk kadın yönetmen sayılıyor ve zamanına göre başarılı filmler yapmış.
Film yapım aşamaları teknik. İşin içine teknik girince, ‘bu iş erkeklerin’ mantığı da hakim oluyor. Kaynağını egemen mantıktan alan bu durum, sinemada kadınların görünme biçimine de olumsuz yansıdı. Bu yansıma biçimi de kadını cinsel bir meta olarak gösterilmesi şeklinde oldu.

*Belgesel alanında kadın olmanın avantajları var mı?

Kadınların filme dokunuşları erkeklerden daha farklı oluyor. Kamerayı tuttukları açı, filmin konusuna yaklaşımları, konuyu ele alış biçimleri mutlaka kadın gözüne göre oluyor. Bu yüzden o farkı izleyici de görebiliyor. Filmin duygusu daha yoğun oluyor. Şimdiye kadar yaptığım bütün çalışmalarda kadın olmanın avantajlarını yaşadım desem abartmış olmam. Çalışmalarım insan hikayeleri üzerine örülü ama sıradan hikayeler değil. Bu yüzden insanlarla kameradan önce iyi bir iletişim kurup kameranın o soğuk algısını ortadan kaldırmaya çalışıyorum. Sonuçta hayatlarına, mahremiyetlerine giriyorsunuz. Bunun için de iyi bir iletişimci olmanız şart. Kadınlar iletişim konusunda erkeklerden daha avantajlı. Bu yüzden eğer görüşmeleri alacağınız kişi bir kadınsa, bir erkeğe en doğal haliyle herşeyi konuşmayabilir. Fakat kameraman ya da yönetmen kadın olunca durum daha farklı olabiliyor ve daha rahat davranabiliyorlar.

*Belgesel gibi genellikle zorlu mekanlarda çalışmayı gerekli kılan sektörde kadın olmanın dezavantajları neler?

Karşınıza ne çıkacağını bilmemeniz en büyük dezavantaj. Ama zorlu mekanlarda dezavantajlı alanlar herkes için geçerli. Fiziki koşulların zorluğu kadınları daha çok zorlayabiliyor. Bu yüzden tek başına çalışmak çoğu zaman problem olabiliyor. Yanınızda birilerini de götürmek zorunda kalıyorsunuz. Bölgenin öznel koşulları, adım başı asker, polis noktaları daha önceleri sıkıntılar yaratıyordu. Geleneksel kodlar her zaman karşınıza bir engel olarak çıkabiliyor. Bölge her zaman sıkıntılı olmuştur ve istediğiniz her konuya ulaşmak için daha fazla çaba sarf etmek zorunda kalabiliyorsunuz.

*Belgesellerde kadınların mağduriyetleri ya da sorunları sizce doğru aktarılıyor mu?

Önemli olan o mağduriyeti ele alış ve yansıtış biçimi. Sinemada etik önemli bir konu, belgeselde bu daha çok ön plana çıkıyor. Gerçeği çarpıtamazsınız, yok sayamazsınız ya da olmamış bir şeyi varmış gibi gösteremezsiniz. Sırf çok popüler diye belgeselini yapacağınız insanları daha fazla mağdur etmemelisiniz. Bu yüzden kişisel hırslarınızı arka planda tutmalısınız, özellikle coğrafyamızda kadınların sorunları çok daha ağır ve bu yüzden hassasiyet çok önemli. Herşey açık ve net olmak zorunda. Mağduriyetin metalaşmaması gerekir.
Fakat kadının metalaştırılması durumu belgesel sinemada çok ön planda değil. Zira alan daha çok belge ve bilgi üzerinden hareket ettiği için, hareket alanı ve sınırları az çok belli.

*Kürt hareketiyle birlikte kadının statüsündeki değişiklik sinema-belgesel alanına nasıl yansıdı?

Kürt hareketiyle beraber Kürt kadının hayatında çok önemli değişiklikler oldu. Hayatın, savaşın, mücadelenin her alanında kadınlar önemli bir ölçüde yer almaya başladılar. Sadece sinema değil, sanatın diğer alanlarında da gözle görülür bir artış oldu. Türkiye’de şimdiye kadar görülmeyen -görülmek istenmeyen- Kürtler, yaptıkları sanatsal çalışmalarla görünür olmaya başladılar. Kendi filmlerini yapmaya, başkalarının kendilerini anlatmasını beklemeden, kendi hikayelerini kendileri anlatmaya başladılar. Büyük bir özgüven oluştu. Sinemada Kürtlerin o olumsuz imajları, kendilerinin sinemayı yapmaya başlamasıyla yavaş yavaş değişmeye başladı. Bu durum daha da gelişecektir.

*Geride kalanların yalnızlığı, Belgesellerinizde genelde kadın hikayelerini esas alıyorsunuz...

30 yılı aşkın süredir devam eden bir savaş var. Bu savaşta meydana gelen kayıplar ve zararlar yazıldıkları rakamdan ibaret değil. O sayıları beşle, onla çarpmak gerek, asıl o zaman yaşanan savaşın şiddeti daha net ortaya çıkar. Belgesellerimde yer alan insanlar, işte o savaşın şiddetine bir şekilde maruz kalan, mağdur olan insanların hikayeleri. Sıradan görünen aslında görmezden gelinen insanların hikayeleri. Çıkış noktam ise kadınlar. Kadınların gözüyle yapıyorum çalışmalarımı. Herhangi bir kadın oluyor kahramanlarım ama onların hikayeleri onlarca kadının hikayesi oluveriyor. İlk çalışmam olan ‘Ji Hezaran Yek’ adlı belgeselde oğlu Hizbullah örgütü tarafından yanı başında öldürülen Zübeyde Teyze ile Nurettin Amca’nın geçen 15 yıla rağmen acılarının hala nasıl daha diri olduğunu ve onların paralelinde Silvan’da yaşanan 90’lı yılların siyasi cinayetlerinin atmosferini anlatıyorum. ‘Ben Hasta Değilim Anne’ filminde geleneksel kodlar içinde kimliğini yaşayamayan eşcinsel bir Kürt gencinin yaşadığı sorunları ve annesi ile ilişkisini konu edindim. Çavlirê adlı çalışmamda ise çocukları dağa giden iki kızkardeşin hikayesini anlatıyorum. Kardeşlerden biri oğlunun iki defa ölüm haberini alır ama oğlundan gelebilecek güzel bir haberin bekleyişini, yitirmediği umudunu anlatıyorum. Annemin Pusulası’nda ise oğlu politik nedenlerle Norveç’e iltica eden bir annenin yalnızlığı ve oğlunu görmek için o uzak ülkeye gidişini işledim.

Yeni Özgür Politika

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.