Evet otoriter bir hükümetle de barış süreci yürütülür!

Evet otoriter bir hükümetle de barış süreci yürütülür!

Akil İnsanlar heyetinin bir parçası olan Prof. Mithat Sancar, Nuray Mert ve Sırrı Süreyya Önder arasında başlayan tartışma üzerinden süreci değerlendirdi: 'Barış süreçleri esas itibariyle gerçekçilik üzerine kurulur, idealizm üzerine değil. Kürtler masada

EZGİ BAŞARAN / RADİKAL

NEDEN?

Kürtlerle barış süreci nasıl yapılmalıdır konusunda belki de ilk makalelerden birini 2000 yılında Birikim dergisinde yazmıştı. Ortada ne çözüm ne de süreç varken. Yine aynı dönemde ‘çatışmasızlık süreçlerinde yüzleşme’ konularında özel olarak çalışmaya başladı. Bir hukukçu olan Prof. Mithat Sancar, anlaşılacağı üzere, Kürt sorunu hakkında en yetkin kişilerden biridir. Türkiye’nin önemli aydınlarındandır. Prof. Sancar’la geçen hafta Nuray Mert ve Sırrı Süreyya Önder arasında başlayan ve çok kıymetli bulduğum çözüm süreci tartışmasını, katıldığı için eleştirildiği son Akil İnsanlar toplantısını ve çözüm sürecinin gidişatını konuştuk.

Nuray Mert, kabaca ‘şimdiye kadar çözüm sürecine zeval gelmesin diye bir çok lafımızı yuttuk ve sustuk ama artık açık açık konuşalım, otoriter eğilimli bu devletin barış ve demokrasi getireceği çok şüpheli’ şeklinde özetlenecek bir yazı yazdı. Sırrı Süreyya Önder de Radikal’e bir yazı göndererek bu sözlere yanıt verdi. Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?

-Kimsenin lafını yuttuğunu ya da sustuğunu düşünmüyorum. Ne süreci ne de hükümeti eleştirmek konusunda. Süreci destekleyen bir çok insanın sürecin yapısıyla, izlenen politikalarla ve gidişatla ilgili ciddi eleştirileri var. En çok eleştirilen şeylerden biri hükümetin bu süreci yönetme biçimi zaten. Dolayısıyla kimsenin sustuğu yok. Örneğin benim yazdıklarımın ve konuştuklarımın takriben yüzde 70’i sürecin nasıl yürütülmemesi gerektiğiyle ilgilidir. Aman konuşmayalım da süreç zarar görmesin şeklindeki bir tutumun çok egemen bir tutummuş gibi sunulmasını doğru bulmuyorum.

Nuray’ın yazısında benim çözüm sürecinin tüm arızalarına rağmen destekliyor olmamı çok iyi özetleyen bir ifade vardı: ‘Kürtler masada kalıyorsa, süreci devam ettiriyorsa, kimseye de pek laf düşmez.’ Yani benim kriterim çözüm süreci söz konusu olduğunda her zaman için Kürt siyasi hareketinin devam etme dirayetidir. Siz de böyle düşünenlerden misiniz?

-Seni anlıyorum fakat Kürtler tamam diyorsa ben de tamam derim tutumu sınırlı bir alanda bana mana ifade ediyor. Kürtler bu çözüm sürecinden çekilmelidir diye açık bir fikir beyan edilebilir. Onlar masadaysa benim konuşmam doğru olmaz tarzı bir tavrı temel edinmeyi anlamlı bulmam.

Hangi alanda anlamlı bulursunuz?

- Örneğin en son 'Akil İnsanlar' toplantısına gitmek…

Evet ‘hükümet bu tarz güvenlikçi politikalar peşine düşerken Akil Adamlar toplantısına gitmek olur mu’ şeklinde eleştiriler oldu, siz de gittiğinize göre bu eleştirilere maruz kaldınız…

-Müsaade edersen bunu biraz anlatayım. Akil İnsanlar adlı yasal temeli olmayan, en fazla “yarı-resmi” diyebileceğimiz oluşum hükümetin ve Kürt tarafının uzlaşmasıyla ortaya çıkmıştı. 1.5 yıl önce Akil İnsanlar heyetine katılmam için beni hükümetten önce BDP yetkilileri aramış, hocam şu çerçevede bir yapı üzerinde bir nevi mutabakat sağlandı, senin de bu oluşumda yer almanı istiyoruz demişti. Esasen bu heyet, o dönemde işlevini yerine getirdi ve artık aynı şekilde devam etmesini doğru ve faydalı bulmuyorum. Bunu da defalarca yazdım ve söyledim. Yeni yapılara ihtiyaç var. Bunlar bir yana, şimdi ben hükümeti eleştiriyorum, süreci yürütme şeklini de sıkıntılı, hatta yer yer tehlikeli buluyorum. Diyelim ki bu oluşum da devam ediyor. Kürt tarafı masadan kalkmamışsa ve iki taraf bu oluşumun devamında mutabıksa, sırf bu nedenle bile ayrılmayı kendi adıma doğru bulmazdım. Ben o toplantıya sadece Kürt tarafı masada diye katılmadım, süreçte ciddi bir krizin yaşandığı bir ortamda başbakandan böyle bir davet gelmişse, gider görüşlerimi aktarırım, öyle de yaptım zaten. Ama sadece demin söylediğim gerekçeyle toplantıya gelen arkadaşlarımız da oldu. Bunların ötesinde bana kalırsa tartışmanın çatallandığı bir yer var. Orası hassas…

Nedir o çatallandığı yer?

-‘Bu hükümetle, böyle bir anlayışla bir barış süreci yürütülemez’ derseniz, açıkça ‘Kürt hareketi ne yapsın’ hayati sorusunu da cevaplamanız gerekir. ‘Kürt hareketi çözüm sürecinden çekilsin’ diyorsanız çekilmenin de ne manaya geldiğini daha açık konuşmak lazım. Süreçten çekilmek ne anlama gelir? Masadan kalksın da ne yapsın Kürt hareketi?

Ne gibi seçenekler oluşur Kürt siyasi hareketinin önünde böyle farazi bir durumda?

-İki seçenek oluşur. Bir; süreçten çekilir, fakat çatışmasızlık haline devam eder, silahlı gücünü yine de devreden çıkarır, demokratik siyasetini yürütür. Bu gerçekçi mi? Bugünkü şartlarda öyle görünmüyor. Zaten süreçten çekilsin dendiğinde, genel olarak kast edilenin bu olduğunu da hiç sanmıyorum. Kürt siyasi hareketinin gündeminde de öyle bir seçenek en azından şu an için yok, bildiğim kadarıyla. Öte yandan… İkinci ve gerçekçi seçeneğin ne olduğunu da hepimiz biliyoruz. Bu yeniden silahlı mücadeleye dönülmesidir. Bana göre masadan kalkılırsa olacak olan budur.

Sivil direniş diye bir ihtimali hiç göz önünde bulundurmadınız…

- Az önce bu ihtimalden de söz ettim. Ben esasen bu ihtimali tercih ederim. Lakin PKK silahlı mücadeleden tamamen vazgeçmediği ve tek taraflı silah bırakmadığı takdirde, sivil direniş de hep silahların gölgesinde kalacaktır. Herhangi bir şeyin ters gitmesi durumunda bu silahlı gücün devreye gireceği gibi bir düşünce ve hatta güven duygusu, bir yerlerde bekliyor olacaktır. Dolayısıyla bu şartlarda masadan kalkıp sivil direniş yöntemi seçilsin denildiğinde de, yollar yine maalesef sözünü ettiğim ikinci seçeneğe çıkacaktır.

Fakat devlet ortada çözüm süreci var diye haksızlık yapmıyor, güvenlik politikalarından vazgeçiyor da denebilir mi?

-Kürt siyasi hareketi çevrelerinde, çözüm süreci var diye hükümet eleştirilmesin, muhalefet yapılmasın, sivil direniş eylemlerinden vazgeçilsin, mesela güvenlik paketine karşı çıkılmasın diyen mi var? Ki zaten Kürt siyasi hareketi bir yandan süreci yürütüyor, diğer taraftan sokakta ve mecliste muhalefetini yapıyor ve Ortadoğu’da kendi politikasını inşa ediyor. Kürt siyasetine ‘Bakın otoriterleşen bir iktidar var, zaten bir iç güvenlik yasası da çıkardı, artık bu süreçten çekilin’ deniyorsa ben de şu mantığı kurarak işin absürtlüğünü anlatmak isterim… Kürtlere masadan kalkın demek, Türkiye’deki sol ve demokrat muhalefete de ‘Bu yasaları engellemek için silahlı mücadeleye başlayın’ demek gibi bir şeydir. İç güvenlik yasasını sivil muhalefetle çözemiyorlarsa, sol ve demokrat Türkler de silahlı mücadeleye mi başlasın?

Bu sahiden biraz absürt oldu…

-Oldu tabii; ama bunu ben savunmuyorum, yukarıdaki mantığı biraz daha ilerletirseniz, varacağınız yerin bu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca meselenin bir de başka yönü var. Bu tür süreçlerin yüzde yüz başarıya ulaşacağına dair bir garanti yok. Dünyada da böyle olmuyor. Sırrı, Radikal’deki yazısında bunların bir dökümünü vermiş. Sanırım son elli yılın verileri onlar. Müzakere yönteminin egemen hale geldiği 1990’dan bu yana olanı da ben söyleyeyim. Çatışmasızlığın ve görüşmelerin/müzakerelerin olduğu süreçlerde, yani bir süreç başladıktan sonra silahlar susmuşsa ve beş yıl içinde bir sonuca ulaşılmamışsa, süreçlerin yüzde 48’i yeniden şiddete dönmüştür. Evet başarının garantisi yok. Fakat, nasıl olsa sonuçta başarıya ulaşılmayacak, öyleyse süreci şimdi bitirin telkini de bana son derece yanlış geliyor. Kürt siyasi hareketini, eli kolu bağlı, saf ve kandırılmaya müsait bir yapı ve kitle olarak görmek de hem doğru değil, hem de büyük haksızlık.

Eli kolu bağlı değil derken… Başarılı barış süreçleri yürütmüş uluslararası arabulucuların hep söylediği şey ‘görüşme ve müzakerelerin ana ekseninin hapisteki liderle yapılması ‘el kol bağlayan’ bir şeye dönüşür’ idi. Buna katılmaz mısınız?

-Örgütün karar mekanizmasının başlıca 4 odak üzerinden işlediği malum: Kandil, Avrupa, İmralı ve Diyarbakır. İmralı hiçbir zaman bu sürecin bütün diğer aktörler dışlanarak yürüyeceğini söylemedi, benim bildiğim. Özellikle Kandil’den gelen mesajları dikkate aldığını gösteren bir sürü örnek sıralayabiliriz. Ayrıca Kürt siyasi hareketinin diğer karar odakları da, Öcalan’ın sürecin merkezinde olmasını kabul ettiklerini defalarca söylediler. Bugüne gelindiğinde, evet, artık Öcalan’ın rahat müzakere edeceği ortamı yaratmak gerekir. Ama “Öcalan içerdeyken süreç olmaz” derseniz, ‘önce Öcalan serbest bırakılsın, sonra süreç başlasın’ demeye getirirsiniz ve böylece yine işi yokuşa sürmüş olursunuz. Bunu ne hükümete ne de Türk kamuoyuna kabul ettirebilirsiniz. Ayrıca bir bütün olarak Kürt siyasi hareketinin iradesini de hiçe saymış olursunuz. Yapılması gereken şudur: Süreç kurumsallaşmalı ve Kürt siyasi hareketinin diğer aktörleri ile Öcalan arasında iletişim kanalları açılmalı ve işletilmeli. Bunu talep etmek başka, hapisteki biriyle süreç yürümez demek başka. Mandela ile süreç o hapisteyken başladı, 1985’ten 1990’a kadar da o hapisteyken devam etti. Serbest kalmadan bir süre önce bir eve çıkarıldı ve hareketinin diğer üyeleriyle görüşmesi sağlandı.

Öcalan için de böyle bir şeyin olma ihtimali var mı?

- Son İmralı ziyaretinden ardından Pervin Buldan, bir sonraki İmralı görüşmesine bir sekreteryayla gidilmesi ihtimalinden söz etti. Bir de Öcalan’la görüşecek heyetin genişletileceğine dair haberler çıkıyor. Bunları yetersiz bulanlar vardır. Olabilir, daha fazlası da istenebilir, isteniyor da zaten. Ama her eleştirinin ucunun ‘Süreç bitsin’e gelmesini çok garip buluyorum. O zaman sıkça dile getirilen ‘Süreçle ilgili aksaklıklar mıdır asıl dert, yoksa münhasıran AKP midir’ şüphesi kuvvetleniyor.

Sol cenahta ‘Biz mutlu olamadık bari Kürtler mutlu olsun dememizi bekliyorlar’ diye düşünenler ve bunu dile getirenler var. Bu hissiyata ne dersiniz?

-100 yıllık bu Kürt sorununda, inkar ve zulüm politikalarında kimin hangi sorumluluğunun olduğuyla yüzleşilmeden, bu söylem çok üst perdede kalıyor. Bu düşünce, cumhuriyet tarihi boyunca, son birkaç yıla kadar hakim olmuş ve hüküm sürmüş kültürel sınıfın söylemini yansıtıyor. Açıkçası kentli laik kesimin ruh haline denk düşüyor. Eğer ‘Kürtler sadece kendilerini düşünüyor, artık bizi dikkate almıyor’ derseniz Kürtler’in size vereceği çok fazla cevap ve altından kolayca kalkamayacağınız ağır sorumluluklar ortaya çıkar.

Ne gibi? ‘Siz ne zaman bizim yanımızdaydınız ki’ mi derler?

-Mesela... ‘Biz bugüne kadar ne zaman ortak yürüdük ki, şimdi ortaklık bozuldu diye bizi suçluyorsunuz’ derler. Kürt siyasi hareketi 1999’dan beri tüm seçimlere Türk sol güçlere kapılarını açarak girdi. Yine 1999’dan sonra ayrılıktan, ulus devletten vazgeçtiğini duyurdu, demokratik konfederalizm dedi, demokratik cumhuriyet dedi, demokratik ulus dedi, bu yapılar içinde birlikte yaşamak istiyoruz dedi. Bu çabalar ve çağrılar, birkaç sol örgüt dışında ne kadar karşılık gördü? Mesela Kürt siyasi hareketinin AKP’yle ittifak yaparak kendilerini sattığını düşünen kentli laik Türklerden ciddi bir onay, bir destek alabildi mi? Tam tersine, Kürtlerin kimlik ve statü talebine en fazla tepki gösterenler arasında bu kesim çok geniş yer tutuyor. Hal böyleyken süreç yürütüyor diye bizi sattınız deniyorsa, bunun altında başka şeyler aramak gerekir. Mesela burada kibir var, “bizi veya bizim derdimizi esas almadan bir şey yapmaya hakkınız yok” noktasına kadar uzanabilecek bir benmerkezcilik var. Bu sürecin varlığı AKP’nin güçlenmesine neden oluyor düşüncesini de bu çerçevede ele alabiliriz.

Sizce güçlenmesine neden oluyor mu?

-Olabilir. Ama AKP’nin seçim başarılarını sadece bununla açıklamak, çok fazla kolaycılık olur ve kendiyle yüzleşmekten kaçmak anlamına gelir. Bir de şu var… Süreç bugüne kadar fiili mutabakatlarla ve tarafların birbirine paralel giden hedefleri üzerinde yürüdü. Herkes kendi hesaplarını ve hedeflerini öncelikle gözetti, ki bu anlaşılır bir şeydir. AKP’nin çatışmasızlık ortamı yaratmak ve iktidarını daha rahat devam ettirmek gibi bir hesabı var. Bu açık. Ama PKK’nin de kendi hedefleri var, bu da açık. Öncelikle Rojava’da stabil bir konum yaratmak istiyordu ve burada çatışmayı sürdürmek o cepheyi korumayı güçleştirecekti. İkincisi Türkiye içinde demokratik siyaset yoluyla güçlü bir siyasi merkez haline gelmek, üçüncüsü de dünyada Ortadoğu denkleminde bir siyasi aktör olarak kabul görmekti. Bu hedeflere de büyük ölçüde ulaştı. Lakin sürecin bu şekilde işlemesi artık mümkün görünmüyor, çünkü hedeflerin çatıştığı noktalar çok belirginleşti. Rojava ve Kobane meselesi, bunun en yakıcı örneğidir. Hedefler arasındaki çatışma derinleşirse, süreçte büyük krizler yaşanır, çöküş ihtimali de artar. Bunu önlemek için, gerçek anlamda bir müzakereye ihtiyaç var. Sürecin hedeflerini içeren, bunlara hangi yapılarla ve nasıl gidileceğini gösteren mutabakatlar ancak bu şekilde ortaya çıkabilir. Bunlar da artık fiili değil, açık ve resmi nitelikte olmak zorundadır. Bunun dışında Türkiye’nin bütün dertlerine çare bulma ve gelişmiş bir demokrasi getirme görevini sadece bu sürece bağlamak ve bütünüyle Kürt hareketine yüklemek tuhaf oluyor. Daha da tuhaf olanı, hükümetin otoriterleşme hamlelerinin faturasını Kürt siyasi hareketine çıkarmaktır. Süreç şu an bitse ve PKK silahlı mücadeleye yeniden başlasa, Türkiye daha demokratik bir hale mi gelecek?

Otoriter bir hükümetle barış süreci yürütülür mü?

- Yürütülür tabii. Bu sürecin başlamasındaki temel sebep iki taraf için de çatışmanın sürdürülemez hale gelmiş olmasıydı. Yoksa hükümetin hak ve özgürlük düşkünlüğü, Kürtleri sevmesi sevmemesi, iyi niyeti kötü niyeti, belirleyici olan bunlar değildi. 2012’de iki taraf da şiddeti olabilecek en üst noktalara kadar denedi. O şiddet zirvesinden yukarıya iki tarafın da çıkma şansı bence yoktu. Eğer AKP güvenlikçi politikalarda devam etseydi Suriye benzeri bir durum yaşamamız, kitlesel ölümlerle karşılaşmamız hiç uzak değildi. Barış süreçleri esas olarak gerçekçilik üzerine kurulur, bu süreçlerin münhasıran idealizmle başlatıldığını ve yürütüldüğünü iddia etmek inandırıcı olmaz. Geçen sene gittiğimiz Güney Afrika’da görüştüğümüz isimlerden biri Ulusal Meclis Başkan Yardımcısı, ANC’li politikacı Nomandia Mfeketo’ydu. Mfeketo, ırkçı rejime karşı mücadelede ve barış sürecinde önemli rol almıştı. O görüşmede demişti ki: ‘De Klerk’i (Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Mandela ile müzakere eden son devlet başkanıydı) hiç bir zaman sevmedim. Şimdi de sevmiyorum. Ona o zaman da inanmadım, şimdi de inanmıyorum. De Klerk’in şu an eski ırkçı rejimi özlemle andığına eminim. Asla demokrat olmadı, şimdi de değildir. Ama gerçekçiydi. Çatışmanın sürdürülemez olduğunu gördüğü için barış sürecini başlatmıştı.’ Barış süreçlerinin demokratik rejimlerde sürdürüldüğüne iki örnek (Britanya ve İspanya) dışında rastlayamazsınız zaten. Açe sorununun çözümü için bir barış sürecinin yürütüldüğü Endonezya demokratik bir ülke mi mesela? Mindanau sorununun çözümünde sonlara yaklaşan barış sürecinin yaşandığı Filipinler ne kadar demokratik? Keza Kolombiya? Güney Afrika’da barış süreci bir ırkçı rejimle yürütüldü. Barış süreçleri iki taraf için de biraz serüvendir ve risklidir. Genellikle çatışma sürdürülemez hale gelince, taraflar o riskin altına giriyorlar.

Bu işin doğasında var diyorsunuz?

-Evet. Ayrıca bu hükümetle süreç yürütülemez ise kimle yürütülür? Bugüne kadar hangi hükümet gelip şimdikine benzer bir süreç başlatmak istemiş de Kürt siyasi hareketi hayır demiş? Askerle de, Erbakan dahil başka hükümetlerle de görüştü. Kürt siyasi hareketinin karşı tarafı belirleme gibi bir gücü ve imkanı, çözüm için görüşmek istiyorum diyene de “istemem kalsın” deme lüksü yok ki. Ayrıca Kürt siyasi hareketinin bu süreçte AKP’ye nasıl bir destek verdiğini de kimse açık bir şekilde anlatamıyor. Yok çünkü öyle bir şey.

Siz geçen gün bir televizyon programında görüşlerinizi ifade ederken sansüre uğradınız, yayın kesildi. Böyle bir iklimde Kürtlere hakları verilir mi?

- Yayının kesilmesi olayında şunu mu demeliydim yani: Bakın, işte şöyle şöyle sansür var, bu şartlarda süreç yürütülemez, Kürtler süreçten çekilsin! Bunu geçelim. Şimdi şu meşhur klişeyi tekrarlamak zorunda hissettim kendimi: Haklar verilmiyor, alınıyor. Mesele iktidarın veya devletin insafa gelerek, yüce gönüllülük göstererek haklar bahşetmesi meselesi değil Ezgi, bunu anlamak bu kadar zor mu? AKP bugüne kadar bu çerçevede yaptığı düzenlemeleri idealizmi nedeniyle mi yaptı? Evet dersek, yüz yıllık ve bilhassa son otuz yıllık mücadele ve bedel birikimini yok saymış olmaz mıyız? Siyasetin ve toplumsal gelişmelerin karmaşık dinamiklerini göz ardı etmiş olmaz mıyız? AKP, ilk hükümet olduğu dönemin iki yılında AB yasalarını çıkarırken ve demokratikleşme reformları yaparken de ardında bir idealizm yoktu. Orada esas itibariyle reel politik hesaplardı belirleyici olan.

Yani?

-Çözüm süreçleri ülkelerin bütün sorunlarının çözüleceği platformlar değildir. Bir çatışmasızlığı kalıcı hale getirip buradan haklar ve özgürlükler, adalet ve eşitlik temelinde bir yere yürümeye çalışmak çok yönlü mücadele ve uğraş gerektirir. Asıl eksiklik Türkiye’nin Batısından Kürtlerin taleplerine gelen destektedir. Demokrasi mücadelesindeki zaaflar ve zayıflık da bununla bağlantılı önemli bir meseledir. Kentli laik orta sınıfın Kürtlerin demokratik özerklik, eşitlik, hak ve özgürlük taleplerine ne kadar duyarlı olduğu sorusunu bir kez daha önümüze koyalım ve bununla derinlemesine yüzleşelim. Bütün bunlar ortadayken niye hep sopanın sivri ucu Kürtlere batıyor, bunu da yeniden ve yeniden düşünelim, sorgulayalım…

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.