Diyarbekirli Udi Yervant Bostancı

Diyarbekirli Udi Yervant Bostancı

‘İstenildiği kadar halklara zulmedilsin, kırım, döküm, soy kırma yapılsın! Adalet bir gün tecelli ediyor ve zalimin suratına zulmünü çarpıyor’

Yervant Bostancı, udun büyük ustalarından biri. O, Diyarbakırlı bir Ermeni. Xançepek’te, “Gâvur Mahallesi’nde doğmuş. Babası Kekê Yaqo’nun hüzünlü sesini dinleyerek, düğünlerde darbuka çalarak tanıştığı müziğin derinlerine dalmış. Bağlaması, cümbüşü, Celal Güzelses’i, Kürtçesi, Ermenicesi, Türkçesi ile Diyarbakır’ın müzik kültürünü hatmetmiş. 1976’da İstanbul’a, 1992’de ABD’ye göç eden Udi Yervant, bu kitabın çıktığı günlerde Diyarbakır’a geri dönüyor…” Böyle yazıyor kitabın arka kapağında. Şeyhmus Dİken, Diyarbakır’ın kendine mahsus müzik kültürünün, Ermeni mahallesinin, hayatın bütün cepheleriyle 1950’lerden 1970’lere “eski” Diyarbakır’ın, Kürt-Ermeni gündelik ilişkilerinin, puşiciliğin, esnaf muhabbetinin hikâyesini, Udi Yervant’ın hüzünlü ve neşeli hayat hikâyesini eksen alarak anlatıyor. Udi Yervant yıllar sonra tekrar Diyarbakır’a döndüğünde, onu havaalanında “Ula fılle hoş geldin!” diye karşılayan Şeyhmus Diken, hemşehri kaleminden dökülen sözcüklerle öpüyor Udi Yervant’ın yaralarını… “Gittiler İşte!” kitabıyla gidenlerin acısını anlatan Şeyhmus Diken, “Ula Fille Hoş Geldin” ile “Geldiler İşte!” kitabının önsözünü yazarak gidenlere “geri dönün” çağrısı da yapıyor…

Ula Diyarbakır (Dikranagert) el sallıyor uzaktan

Koşup da yanına varasım gelir

Hasret kokan o sevdalı kucaktan

Başımı yaslayıp yatasım gelir…

seyhmusdiken3.jpg
Fille Hoş Geldin kitabınızın girizgâhından öğreniyoruz ki, Udi Yervant ile bir bebek zıbını muhabbetiyle daha doğmadan kesişmiş yolunuz. Bize o tanışıklığı anlatır mısınız?

Trajik ve trajik olduğu kadar da coğrafyanın bütün serencamına ışık tutacak derinlikte iki ayrı etnisite ve iki ayrı dine ait olduğu halde kendilerini tümüyle insani, vicdani ve hemşeri aidiyetine bağlı hisseden kadim şehirli, mahalleli ve  komşu iki kadının, yani iki annenin birbirlerine dair içtenliği ve hissiyatı üzerine yaşanmış dayanışmanın hikâyesi aslında bizim hikâyatımız. Biri Kürt Müslüman, diğeri Ermeni Hıristiyan iki kadın ve 1950’li yılların kadim Dîyarbekir’i. Şehrin en eski mahallelerinden biri olan sur içindeki Ali Paşa Mahallesi. Asıl adı Surp Sarkis Ermeni Kilisesi olan, cumhuriyetin ilanından sonra Ermeni tebaanın şehrin sicilinden düşürülmesiyle birlikte pirinç işiyle uğraşanların mekânı kullanması nedeniyle adı Çeltik Kilisesine dönüşmüş koca bir mekân. O mekânın karşısındaki mütevazı ve kiralık bir evde hayatlarını sürdüren babam ve anamın benden önce doğan beş çocuklarının beşinin de daha yaşlarını doldurmadan ölmeleri üzerine ana rahmine düşen ve adaklarla dünyaya getirilen benim yani Şeyhmus’un hikâyesi var bir tarafta. Diğer tarafta ise anasından ve tabii ki kimliğinden dolayı benim doğumum öncesinde, doğumumla birlikte ve doğumumdan sonra hayatı benimle kesişen ama o tarihlerde hiç tanışmadığım uzun yıllar sonra benim yazar, Yervant’ın ise musikişinas olarak entelektüel ve sanatçı kimliklerin yol göstericiliğinde kadim bir şehrin buluşturuculuğunda kesişen bir hayat var Şeyhmus’a ve Yervant’a dair. Yervant’ın anası Hatun, anamla dosttur, arkadaştır. Anamın beş çocuğunun daha bir yaşlarını doldurmadan peş peşe ölümlerine yüreği yanmaktadır. Ve ben ana rahmine düşünce, göstergeler de anamın erkek çocuk doğuracağını fark ettirince Ermeni komşu Hatun Hanıma anam tarafından verilmiş sözdür; Doğacak çocuğa bir ritüelle sahiplenilecektir. İşte tam bu noktadan müdahaleyle doğumumdan bir gün sonra Hatun ana, Alipaşa Mahallesindeki evimize gelir. Önce beni (Şeyhmus’u) kundağından sıyırır ve iç gömleğinin içinden bedeninden üç kez geçirerek adeta kötü ruhlara kem bakışlara karşı kutsar. Sonra da yanında getirdiği ve özel olarak kız kardeşine diktirdiği zıbını kendi elleriyle giydirerek ardından da “Artık Şeyhmus benim de evladımdır” der.

Udi Yervant’ın hikâyesini yazmaya ne zaman karar verdiniz?

2000 yılında İstanbul’daki Ermeni gençleri bir müzik cd’si hazırlamışlardı. Knar-Lir adını verdikleri müzik cd’sinin çıktığını hemşehrim Mıgırdiç Margosyan’ın önerisi üzerine rahmetli Hrant Dink tarafından protokolle abone yapıldığım Agos Gazetesinde okumuştum. Cd’yi Diyarbakır’daki müzik marketlere sormuş, bulamamıştım. Sonra da o yıllarda Aras Yayıncılıkta editör olarak çalışan Rober Koptaş (şimdi Agos’un genel yayın yönetmeni) cd’yi bana armağan olarak yollamıştı. O cd’yi birkaç kez dinledikten sonra bir parça dikkatimi çekmişti. Parçanın adı Eskişer hampartsume, Türkçesi Bugün bayram günüdür isimli bir Diyarbakır şarkısıydı. Yorumlayan ve çalan tam Diyarbakır usulüyle yorumlamıştı. Cd’nin künyesine baktığımda Yervant Bostancı ismini görmüştüm. Araştırdığımda Diyarbakırlı bir müzisyen olduğunu yıllar evvel Diyarbakır’dan ayrıldığını ve Amerika’da yaşadığını kendisine ulaşmanın da zor olduğunu öğrenmiştim. Ulaşabilmek için de elimde ne bir adres vardı, ne de Yervant’ı tanıyan biri. O tespitin üzerinden yaklaşık dört yıl geçtikten sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin her yıl düzenli olarak yılda bir kez düzenlenen Kültür Sanat Festivallerine konuk olarak Yervant Bostancı’yı davet etme düşüncesi değerlendirilmiş ve kendisinin adresi bulunarak öneri götürülmesi kararlaştırılmıştı. İstanbul’da yaşayan bir dost, Sezar Avedikyan üzerinden Yervant’a ulaşılmış, epeyce de zorlanılarak kabul ettirilmişti. Sonra 2004’ün Mayıs sonunda Yervant’ın Diyarbakır’a geleceği gün festival komitesindeki arkadaşlar “abi sen bu fillelerin dilinden anlarsın” diyerek benim kendisini karşılamamı istemişlerdi. Ben de elimde bir demet çiçekle havaalanına gitmiştim. Yervant, aprondan kapıya çıktığında çiçeği uzatıp spontan bir şekilde “Ula Fille Hoş Geldin” sözleri dudaklarımdan dökülmüştü. O gün akşama kadar eski mahallesini, evini, sokağını gezip dolaşmıştık. Daha önce de “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır” ve diğer şehir kitaplarımı, sözlü yerel tarih çalışmalarımı yaptığımdan Yervant’ın üzerinden bir Ermeni hikâyesi de yapabilirim düşüncesi aklımdan geçivermişti. Sonra da yine kendime henüz erken hele bu gidiş gelişler bir şekillensin bakalım nereye varacak demiştim. Ama ilk kitap yapma kıvılcımı o tarihte 2004 Mayısında, yani sekiz yıl önce oluştu diyebilirim.

seyhmusdiken4.jpg

Peki, sonra hikâyenin kitaba dönüşme fikri nasıl gelişti?

Dedim ya! Yervant’ın 28 yıllık aradan sonra kenti Dîyarbekir’e gelişi çok duygusal buluşmalara ve kentiyle adeta “küslüğünün” bitirilmesine vesile olmuştu. 2006 ve 2007’de yine iki festivale konuk oldu. Sonra da özel konserler ve davetler nedeniyle birkaç kez daha gidiş gelişleri oldu. 2007’de yazar kimliğimle Amerika Birleşik Devletlerinin Uluslararası Ziyaretçi Programı nedeniyle Amerika’ya davet edilmiştim. Program çerçevesinde gezdirildiğim şehirlerden biri olan San Fransisko’da Yervant’la buluştuk. Kendisi Los Angeles’te yaşıyordu ve kara yoluyla 7-8 saat uzaklıktaydı, erinmemiş beni görmeye gelmişti. Görüştüğümüz günün gecesi sabahın üçüne kadar otel odasında şarap içip dertleştik, muhabbet ettik. İşte o gece kesin olarak bu hayatın kitabı yapılmalı dedim. Tabi bütün bu görüşmelerde Yervant’ın anlattıklarını, konuştuklarını hafızama not ediyordum. 2011 yılında Surp Giragos Ermeni Kilisesinin restorasyonu esnasında çatı örtüsünün kapatılması nedeniyle düzenlenen ara resepsiyona Yervant Amerika’dan geldiğinde artık kitabı yapmanın zamanı geldiğine kanaat getirdim. Zaten Aras Yayıncılıktan “Gittiler İşte” kitabım da yeni çıkmış ve hayli ilgi görmüştü. Hem bu arada altı yıllık zaman dilimi içinde Yervant yaptığı kimi cd’lere de benim kitaplarımın ismini koymaya başlamıştı. Ve hatta şehir şiirlerinden oluşan ve “Taşlar Şahit” adını koyduğum şiir kitabım için 13 şiirimi de besteleyerek kitabın ekinde aynı ismi taşıyan müzik cd’siyle birlikte bir prestij yayını olarak çok harika bir baskıyla Lîs Yayınevinin yayını olarak okurlara sunmuştuk.

Yervant’a hikâyesini yazacağınızı söylediğinizde ne tepki verdi?

Eh tabi Yervant’a kitabını yapma fikrimi açıkladığımda çok heyecanlanmıştı. Akabinde bozulan mini kayıt cihazımın yerine yeni bir kayıt cihazı almaya da birlikte gitmiştik. Hatta ısrarla kayıt cihazının bedelini ödemek istemiş bırakmamıştım. Sonra 25-30 saat dolayında tümüyle doğaçlama, zaman ve mekân boyutundan azade sorulu cevaplı muhabbetler yapıp kaydettim Yervant’la. Hüzünlü, neşeli söyleşiler oldu. Ve sonra Yervant tekrar Amerika’ya gitti. Birkaç ay içinde çalışmayı bitirdim. En az elli kez kendisiyle yazışarak, yeniden okumalar ve o okumalar esnasında hatırlamalar sonucu eklemeler yaparak, aile albümünden ve benim fotoğraf arşivimden ciddi fotoğraf desteği ve ekinde Yervant’ın Amerika’da hazırladığı bir müzik cd’siyle birlikte kitap görücüye çıkma aşamasına geldi. “Ula Fılle Hoş Geldin” adıyla kitap Kasım 2012 başında da okuruyla buluştu. Kitabın yayınının üçüncü gününde kitap ikinci basımını gerçekleştirdi. 

Udi Yervant’ın hikâyesi bir anlamda Diyarbakır’ın geçmişiyle yüzleşme kapısını da aralayacak diyebilir miyiz?

Tabii ki. Araladı bile diyebilirim. Çünkü kitabın birkaç aylık hazırlık dönemi söz konusu olsa da aslında evveliyatı var. Çünkü kitabın yapılmaya karar verilmesiyle kitabın çıkışı arasında sekiz yıllık zaman dilimi var. Ama tabi Ermenilerin “Medz Yeğern” Büyük Felaket adını koydukları 1915 soykırımından bu yana da neredeyse yüz yıllık trajedi tarihi var. Ve sonuçta etiyle, kemiğiyle, toprakları, sanatlarıyla, işleriyle ve hikâyeleriyle, çoluk çocukları evlad u êyallarıyla; biz Kürtlerin ve tabi Türklerin şimdi yaşadıkları Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasında Bir Zamanlar Ermeniler yaşamıştı. İzleri, anıları istenildiği kadar tekçi ve ırkçılar tarafından silinmeye çalışılsın hâla belleklerdeydi. Hemen her ailenin yaşlılarının gençlerine anlattığı bir “Qefle” (Ermeni sürgünlüğü), “Fermana Fillan” (Ermenilerin Fermanı) anlatısı vardı. Pıtrak gibi Kürt ve Müslüman ailelerin içinden bir Ermeni nene, az da olsa dede ortaya çıkabiliyordu. İşte yüzleşme bunun örneğiydi diyebilirim. Çarpıcı bir örnektir, paylaşayım; 2011 Mayısında “Gittiler İşte” kitabım TÜYAP Diyarbakır Kitap Fuarında okurla buluştu. O fuarda “Gidenlerin Ardından” başlığıyla bir de söyleşi yaptık. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir moderatördü. Ben (Şeyhmus Diken) ve Mıgırdiç Margosyan da söyleşinin konuşmacılarıydık. Diyebilirim ki kitap fuarının en kalabalık söyleşisi oldu. Dört yüzün üzerinde izleyici-dinleyici vardı salonda. Soru cevap kısmında bir soru sordum salona, dedim ki; “Ben bu salonda görebildiğim kadarıyla altı Ermeni olduğunu biliyorum başka var mı?” Bir kişi el kaldırdı o da Kürt’tü ve arkadaşımdı, espri olsun gönül hoşluğu olsun diye el kaldırmıştı. Sorumu devam ettirerek bu kez dedim ki; “Peki ailesinde dedesinin veya nenesinin Ermeni olduğunu bilen kaç kişi var?” diye sorduğumda koca salonun yarısı el kaldırmıştı. “İşte” demiştim “bizim asıl yüzleşmemiz gereken gerçek galiba budur.” İstenildiği kadar halklara zulmedilsin, kırım, döküm, soy kırma yapılsın! Adalet bir gün tecelli ediyor ve zalimin suratına zulmünü çarpıyor… 

Kitabın bir yerinde; Keke Yaqo, oğluna “Ben Yakub’um, sen de tıpkı çölde kaybolan Yusuf. Bir gün büyük bir sanatçı olacaksın, unutma.” diyor. Bu sözler Udi Yervant’ın müzikal yolculuğunun başlangıç noktası diyebilir miyiz?

Elbette diyebiliriz de! Ama baba Yakub’un bu sözü aslında boşa, öylesine edilmiş bir söz değil. Puşici Yaqo o yılların (1950’li yıllar) Dîyarbekir’inde puşi dokuma işiyle uğraşan bir zanaatkâr. Sesi de güzel mi güzel. Bir dengbêj yani. Yervant’ın anası Hatun Ana ile Diyarbakır’da sohbetimizde “Yervant’ın uduna diyecek yok. Ama sesi rahmetli babası gibi olamaz. Hele bi de babasını dinleyeydin” demişti. Yani baba Yakub sağlam bir gırtlağa ve ona uygun bir kulağa, sese nefese sahip. Bu sebeple oğlu Yervant’taki yeteneği daha küçücük yaşındayken fark ediyor. Ve oğlunun musikiye olan ilgisine hep hoşgörüyle yaklaşıyor. Mesela Yervant daha dört yaşında mahalle düğününde şehrin renkli simalarından ritm ustası Beşo’ya özenip “Kel Beşo olacağım” deyip darbuka çaldığında baba Yaqo belki de keyif alıp rakısından yudum alıyor. Tabi darbuka, cümbüş, düğünlerde, konserlerde muhabbet, hatta para kazanma Yervant’ın müzik tutkusundan asla vazgeçmemesini de beraberinde getirince baba Yakub kitapta özel yer tutan sorudaki kelamı adeta bir gelecek okuyucusu gibi söyleyiveriyor. 

Yervant Bostancı’nın müziğine ve üretimlerine dair ne söylemek istersiniz? Nasıl tanımlarsınız?

Çok yetenekli bir Udi olduğunu benim bir kez daha dillendirmem aslında hakkaniyet teslimiyetinden öte bir anlam taşımaz. Çünkü onu tanıyanların yüksek sesle dillendirdiği gibi Yervant çok iyi bir Udi. Udunu, kelimenin gerçek anlamıyla konuşturan bir sanatçı. Sesi uduyla buluşan ahengini yakalamış bir ses. Üsküdar Musiki Cemiyetinde uzun yıllar eğitim almış olması ciddi bir kazanım sesi ve müziği açısından tabi. Ayrıca uzun yıllardır ayrı düştüğü şehri Diyarbakır’ın musiki kültürünü, ahengini çok iyi biliyor. Çünkü o ruhun içinden gelmiş olması sonraki yaşantısına yön vermiş.  Şehirden ayrılmadan evvel konuştuğu Kürtçeyi de Dîyarbekir’in kendine has Türkçe şivesini de unutmamış. Sanki dün ayrılmış gibi aynı ritimle konuşarak, çalıp söylüyor. Ermenice ve İngilizceye de hâkimiyeti var. E, sahne kültüründen kaynaklı daha başka dillerde müzik yapma becerisine bir de İstanbul ve Amerika’da taverna müziğiyle canlı seyirci performansına sahne hâkimiyetini de işin içine katınca ortaya çok cevval, kelimenin tam argo tabiriyle bir “şeytan” ortaya çıkıyor. Sahneye çıkar çıkmaz salonu avucuna alıp adeta bir şovmen gibi müzik yapan bir adam çıkıyor karşımıza. İtiraf edeyim ki, sadece dostluğundan, hemşehriliğinden, arkadaşlığından değil, müzik yeteneğinden dolayı da Yervant benim için pek kıymetli bir sanatçı. Aslında kitabını yapmamdaki istek bir miktar da bu çok renkli kişiliğinden kaynaklandı diyebilirim. 

Diyarbakır Ermenileri ve Kürtlerini birbirine bağlayan ortak noktalar neler?

Diyarbakır Ermenilerinin çok travmatik ve trajik hikâyesi vardır. Bunu Ermeniler dâhil çoğu kişi bilmez. 1915 Soykırımından sonra bizzat şehrin valisinin devrin İçişleri Bakanlığına çektiği telgrafta da varlık bulduğu gibi şehirde sürgün kafilesiyle gelenler de dâhil olmak üzere hiçbir şehirli Ermeni kalmamış, hepsi yok edilmiş. 1920’den sonra Dîyarbekir ve çevre yerleşkelerin ilçe ve köylerinden tekil olarak kurtulanlar acaba başka kurtulan yakınlarımız var mı diye soluğu Dîyarbekir’de alıyorlar. Xançepekteki, namı diğer Gâvur Mahallesindeki Surp Giragos Ermeni Kilisesinin artık sahipsiz ve metruk evlerine yerleşiyorlar. Yaşlı genç demeden evlilikler yapıyorlar ve yeniden hayat kuruyorlar. Yani eskiden şehirli ve şehirde adı, sanı olan iş, ev, mekân sahibi tanınır bilinir büyük bir Ermeni topluluğu, yerini sessiz sedasız fakra- u zaruret içinde yoksul ama emekçi bir Ermeni azınlığa bırakıyor. Bu durum ister istemez onlardan daha çoğunluk olan ve artık baskın ve egemen bir kültürü şehrin gündemine getiriyor. Bir yandan 1925 Şêx Saîd İsyanından sonra devletin egemen kıldığı Türklük ve Türkçenin hegemonik tekçi dayatması. Öte yandan sokak yarenliğinde ve mahalle, hemşeri kültüründeki Kürtlük dil ve kültürü. İşte bu baskın aidiyetler ister istemez Diyarbakır Ermenilerinin Kürtlerle birlikte yeni bir hayat kurmalarını, belki de Ermenicelerinden daha iyi Kürtçe ve Diyarbakır şivesini konuşmalarını ve yaşamalarını beraberinde getiriyor. Üstat Mıgırdiç Margosyan da kitaplarında bunu ironik bir dille anlatırken der ki; “İstanbul’a ana dilimi öğrenmek üzere okumaya gittiğimde İstanbullu Ermeni çocuklar benimle birlikte Diyarbakır ve diğer şehirlerden gelen çocukların başına toplanmış ‘Koşun Kürtler gelmiş’ deyip bizlerle alay etmişlerdi,” der. İşte Diyarbakır Ermenilerinin Kürtlerle bu denli ortak hayatlar kurup beraber yaşamaları ister istemez ortak kültürel bir altyapı da oluşturuyor elbette. Mesela Kürt coğrafyasının iki büyük sesi vardır. İkisi de son ömürlerine kadar baba vasiyetlerine sadık kalarak Kürtçe klam-stran (şarkı) söylemişlerdir. Biri Aramê Dîkran’dır, diğeri de Karabetê Xaço’dur. İkisi de Ermeni’dir. İkisinin de büyüklerini, ata dedelerini Kürtler ölümden kurtarmışlardır ve babaları da çocuklarına “Bu borcu ödemek için ölünceye kadar Kürtçe söyleyeceksiniz” diye vasiyet etmişlerdir. Ben bu ilişkiyi “Gittiler İşte” kitabımda o iki büyük şahsiyeti de anarak ayrıntılı olarak yazdım. 

Bu iki halkı bir dönem birbirine düşüren, katliamlara sebep olan süreçlerden bugüne neler değişti?
Neler değişmedi ki! 1900’lü başında koyu bir taassup vardı. Adeta halkları birbirlerine boğazlatmaya soyunan ceberut cellâtlar hüküm sürüyordu. Birbirleriyle gayet uyumlu yaşayan halklar, fermanı uzaklarda, merkezde kesilen bir emr u fermanla ölüme mahkûm ediliyordu. Uluslaşma sürecini henüz tamamlayamamış Kürtler kendileriyle birlikte aynı coğrafyanın kaderdaşları Ermenileri ayrı dinlere mensubiyet nedeniyle büyük bir kopuş dayatmasıyla ayrılığa zorlatılıyorlardı. Buna yöresel militer zorbalar, milisler, gözünü para, servet, çıkar bürümüş feodal mütegallibeler de katılınca o kopuş büyük bir Ermeni katliamına dönüşüyordu. Oysa bugün 21. Yüzyılın aydınlanma çağında, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü yapı içinde insanlar geçmişte yapılan kırımları, büyük haksızlıkları, zulümleri sorguluyor ve yüzleşme ihtiyacı duyuyorlar. Artık yapılan büyük haksızlıklardan özür dilemek ve özürle yetinmeyip telafi etmenin yüksek sesle sorgulanmasını dillendiriyor çağın insanları. Mesela Diyarbakır’daki Surp Giragos Ermeni Kilisesinin harabe haliyle umudunun tükendiği bir anda yeniden restorasyonu ve ayağa kalkıp ibadete açılması, hem de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin ortaklığıyla Ermeni Patrikhanesiyle yapılması büyük bir yeni yüzleşmenin, kadirbilirliğin muhteşem örneğidir. Yine Diyarbakır’daki yerel yönetimlerin Kürtçenin yanında Ermenice dâhil diğer dillerde kitaplar, broşürler basmaları boşuna değil. Ben bu birbirini tanıma ve anlama güzelliğinin canlı örneklerini Yêrêvan (Erivan) ziyaretimde çok çarpıcı şekilde gördüm ve tanık oldum. Her gittiğim yerde Orta Doğu ve Ermeni dünyasının en büyük yedi horanlı kilisesi olarak kabul gören Dîyarbekir’in Surp Giragos Ermeni Kilisesinin ibadete açılması memnuniyeti bizzat Hayasdan’daki (Ermenistan) şahsiyetler tarafından dile getiriliyordu.

“Gittiler İşte!” ile gidenleri anlattınız. Udi Yervant’ın hikâyesini  “Geldiler İşte!” kitabının önsözü gibi mi okumalıyız?
Elbette. Bunun ipuçlarını zaten “Ula Fılle Hoş Geldin” kitabımda verdim. ‘Fılle’yi Geldiler İşte’ye bir girizgâh olsun diye yazdım dedim. Çünkü bir özlü söz der ki; “En uzun seyahat bir ilk adımla başlar”. İşte bir Ermeni geldi / geliyor. Udi Yervant bu cesur kararı verdi. Üstelik sıradan biri değil. Amerika’nın Kaliforniya gibi Ermeni toplumu açısından büyük diasporasında kendine göre yeri olan bir Dîyarbekir Ermeni’si geri dönmeye karar veriyor. Bu kanımca bir ilk şahsi adım olarak çok anlamlı. Tekçi, dayatmacı, ırkçı baskılara hep karşı durmuş bir entelektüel olarak tam da bu noktadan müdahale edilmesine inanan biri olarak bu tavrı çok önemsiyorum. “Geldiler İşte” yazılmaya başlandı. Umuyorum ki tez zamanda okuru ve meraklısıyla buluşacak.

Bugünlerde kilisenin şaşaalı törenlerle açılması ve basında yer alması, gidenlere bir çağrı olabilir mi?

Aslında Surp Giragos Ermeni Kilisesinin 150 kiloluk pirinç çanı ve soğan başlı en eski haliyle yeniden yaptırılan aynı soğan başlı kulesinin yakın günlerde açılışının gerçekleşmesini simgesel bir çağrı olarak okumak gerek. Elbette tek başına bir kilise restorasyonu çok da anlam ifade etmez. Mesela Van’da da Axtamar Kilisesi Kültür Bakanlığı tarafından restore edilip açıldı. Ama ne oldu. Haç’ının takılması, ibadet yapılması bile sorun oldu. Ama Diyarbakır’daki Surp Giragos Ermeni Kilisesi öyle değil. İlk defa Ermeni Patrikhanesi marifetiyle ve yerel olarak da Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin ortaklığıyla bir kilise restorasyonu gerçekleşti ve tamamlanarak açıldı. Bunun anlam ve önemini kavramak gerek. Bu gerçekten sivil ve aşağıdan gelen bir iştir. “İş”i anlamlı kılan da asıl olarak budur. İşte yapılanın bu neviden önemidir ki; kilisenin avlusunda eski dostları ve hemşehrileriyle buluşan Diyarbakır Ermenilerinin gözyaşlarını tutamamaları. “Evlerimiz evlerinizdir, otelde kalmayın kapımız açık” diyorlardı Diyarbakır’da kalan eski ve yeni hemşeriler. Fazla söze gerek var mı?

Udi Yervant için yazdığınız ve Diyarbakır festivalinde okuduğunuz akrostişi kendisi nasıl karşıladı?

Nasıl karşılaması beklenebilirdi ki! Benim “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır” kitabımda kendisini görmeden sırf bir müzik cd’sinde okuduğu bir Dîyarbekir parçası üzerine 2000 yılında yazdığım bir paragraf nedeniyle sabaha kadar döne döne kitaptaki o paragrafı okuyup gözyaşı döken Yervant, o akrostiş için artık ne yapmaz onu siz düşünün. Vurgun yiyip dili damağı kurumuş söyleyecek söz bulamaz haldeydi. Aslında bu sorunun cevabını belki de bir gün kendisi vermeli.

Udi Yervant’ın müziğini nasıl tanımlıyorsunuz? Ud ile Ermenice okuyan başka kimse var mı?

Kendi ifadesine göre Udi Hrant’tan sonra Ud ile Ermenice okuyan ikinci sanatçı olarak kendisini gururla tarif ediyor. Bu elbette anlamlı ve kıymetli benim için. Udi Yervant Bostancı aslında ciddi bir kolaj. Dîyarbekir musikisinin kendisine has yerel otantizmi ve Dîyarbekir musiki ekolünden kendine yol açarak İstanbul’da taverna-müzikhol ve Üsküdar Musiki Cemiyeti gibi çok farklı mekânların harmanlanmasıyla ucu Amerikalarda ve dünyaca ünlü sanatçılar; Ara Dinkçiyan, Arto Tunçboyaciyan’larla buluşan bir kolaj. Hem bestekâr, hem yorumcu, hem de söyleyici.

Yervant ne zaman ve neden Diyarbakır’dan ayrılmak zorunda kaldı?

1978’de bir Kürt şeyhinin kızına âşık olup ailesinin böyle bir ilişkinin sonunun iyi olamayacağına belki de sonunun oğullarının ölümüyle sonuçlanabileceğine kanaat getirmesi üzerine çok sevdikleri şehirlerini terk etme kararıyla birlikte; Yervant’ın şehrini ve aşkını kalbine gömerek şehrinden ayrılışının tarihi ve hikâyesi aslında. Yine bu trajik hikâyenin ayrıntısını kitaba bırakmak gerek metnin büyüsü bozulmasın diyerek.

Yervant, babasına çok bağlı bir evlat. Babasının kaybı onu nasıl etkiliyor?

Başlı başına dramatik ve trajik bir hikâye olduğunu vurgulamalıyım. Çünkü o bölümü konuştuğumuzda gözyaşlarını tutamadığının tanığıyım. Baba Yaqo, emekli olmuştur. O gün ilk maaşını almış ve kendi evsahipliğiyle arkadaşlarıyla birlikte bir ocakbaşında felekten bir dem çalma hayalindedir. Kaldırımda yürürken bir araç yoldan çıkıp baba Yakub’a çarpar, ölür. Hastane morgunda işlemleri yapan morg görevlisi ile Yervant’ın ilginç bir diyalogu vardır. Yervant babasının yüzde yüz suçsuz olmasına karşın babasını katleden araç sahibinin suçsuz gösterildiği trafik tutanağına şaşkındır. Morg görevlisi ise “Hem Diyarbakırlı hem de Ermeni değil misiniz? Daha ne bekliyordun!” der. Baba Yakub defnedilir. Ve o gün Yedikule kırlarında Yakub’un mezarı başında babasına ithafen beş kıtalık bir şiir yazar. Tümü el yazısıyla kitapta var. Sonra da acısını kalbine gömerek İstanbul’dan Amerika’ya ver elini yaban eller der.

seyhmusdiken5.jpg

Sonra Yervant Bostancı’yı doğduğu topraklara dönmeye nasıl ikna ettiniz?

Ben ikna etmedim, aslında küstüğü şehri aşkıyla sevdasıyla, yarenliğiyle onu yeniden şehriyle buluşmaya ikna etti diyebilirim. Çünkü büyük bir kopuşla ayrılmış şehrinden. Sonuç da benim açımdan, belki de bir dolu beni âdemin umurunda dahi olmayacak hatta dikkatlerini dahi çekmeyecek Ermeni gençlerinin yaptığı bir cd’deki bir şarkının izini sürerek ulaştığım bir sanatçıydı. Israr etmeseydim, onu bulmayı kendime dert etmeseydim belki Yervant şimdi yine bir taverna sanatçısı olarak rakı kadehinin dibine vurarak alışageldiği hayatını sürdüreduracaktı. Ama benim şu an bu sözleri söylemem boşuna değil, Yervant’ın önünde, 2004’teki buluşmamızdan sonra yeni bir yaşam yolu açıldı diyebilirim. Memleketine geldi ve artık Dîyarbekir’de onun bırakıp gittiğinden farklı yeni bir dünya kurulduğunun farkına vardı. Bu dünyada elbette Yervant gibi Ermeni hemşehrilere de yer vardı. Bunu gördü. Ona ne denli ilgi duyulduğunu kendi gözüyle gördü. Üstelik sadece kendisi de değil Hatun anası da gelip o ilgiye tanık olarak Diyarbakır’dan ayrıldıktan sonra aile fertlerine olanı biteni anlattı.

Diyarbakır’a geldiğinde neler yaşadı, neler hissetti? Diyarbakır halkı Yervant’ı bağrına basıyor belki bir iç burukluğuyla. En çarpıcı anlardan biri de Yervant’ın Hasanpaşa hanında kahvaltı ederken, mekân sahibi Mustafa’nın babasından ve kendisinden söz edip tanıyor musun diye sorması ve Yervant’ın göz yaşları… İnsan bu nokta da ne diyeceğini bilemiyor…

Tabii ki! Kahvaltıcı Mustafa bildiğimiz tanıdığımız bir esnaf kişi. Babadan kahvaltıcılık mesleğini yürüten bir hemşehri. Gayet masum ve içten bir hemşehri edasıyla soruyor Yervant’a: “Bizden peynir alan, turşu yaptıran bir Yakup amca vardı. Oğlum sanatçıdır çok güzel ut çalıp söyler derdi. Onun öldüğünü duyduğumda çok üzülmüştüm. Çok dürüst bir adamdı o Yakup Usta” der. Bunun üzerine Yervant gözleri dolmuş bir vaziyette yerinden kalkıp Mustafa’ya sarılır ve o Yervant benim, Yakup da babamdı der. Aslında şehir biraz da böyle bir duruma delalet ediyor sanırım. Hiç ummadığınız ya da beklemediğiniz bir anda ya da mekânda, hayatınıza ve yaşadıklarınıza dair bir yaşanmışlık size değen bir ruh haliyle size geri dönüyor. İşte tam o esnada insan tekinin nutkunun tutulduğu andır. Sözün gırtlağa tıkandığı, sözün tükendiği andır. Ne söylesem boş, dediğiniz andır. Mesela ben Ula Fılle Hoş Geldin’in girizgahında bana değen tesadüfi sürprizi de yazdım. Tümüyle anlık bir dikkati eşim yakaladı. Ve bana bebekken zıbın giydiren Hatun’un aslında Yervant’ın annesi olduğunu kitap tamamlanırken fark etmemi sağladı. Bu da adaletin garip tecellisi oldu diyebilirim benim için. Ve tek başına ne kadar kıymetli ve tabi filmografik bir hikâye yazdığımız hatta yaşadığımızın tanığı olduk.

Diyarbakır surları Yervant’ın kulağına neler fısıldadı?

Diyarbakır surlarının Yervant’a neler fısıldadığını bence “Ula Fılle Hoş Geldin”le birlikte hazırlanan müzik cd’sinin tınısına bırakmak en doğrusu. Çünkü o cd’deki ahenk o sırlara vakıf olmaya soyunan bir hemşehrinin, ‘fılle’nin hançeresinden dökülen sestir.

Diyarbakır gâvur mahallesi, Hançepek’i biraz anlatır mısınız? Dünden bugüne o mahallede neler yaşandı? Hançepek-gâvur mahallesi geçmişin kötü izlerini silebildi mi?

Xançepek namı diğer Gâvur Mahallesi aslında çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü bir mahalle. Geçmişte gerçek anlamda bir mahalle kültürü var Xançepek’te. Kürtler, Ermeniler, Yahudiler bir dolu dil, din bir arada yaşıyor. Cami, kilise, havra birbirlerine bağırsan duyulacak yakınlıkta. Paskalya ile Kurban-Ramazan bayramlarının yarenliği dillerde, belleklerde. İyi ve güzelliklerle yaşanmış hayatlar bir anda zulümle abad olan eziyetlere dönüşüyor. Evler, mekânlar viraneye, baykuş yuvasına, mezbeleliğe dönüşüyor. Elbette bu hüzün verici bir son. İnsan tekinin bütün dinlerden, dillerden azade olarak hazmedebileceği bir hal değil. İşte bütün bu azap verici hale, vicdan sahibi şahsiyetlerin ellerini vicdanlarına koyarak dur demesinin hali pür melalidir bugünkü yaşanılası Xançepek. Elbette zaman alacak bilincinde olmak gerek. Zorunlu göç mağduru yeni Xançepek’in sakinleriyle eski kadim hemşehrileri buluşturmak…

1915’li yılların Diyarbakır’ı hazin hikâyelerle dolu. O dönem Diyarbakır valisi Çerkez Reşid’in İstanbul’a gönderdiği “Diyarbakır hudutları içinde hiç bir Ermeni kalmamış, halledilmiştir.” telgrafı, Temo-Xaçadur dedenin unutamadığı katliam anıları, Ermenilerin o süreçte yaşadıkları kabul edilebilir bir durum değil. İnsanlığını yitirmeyenler sayesinde kurtulanları düşününce de,  zulme karşı engel tanımayanların varlığına şükrediyor insan ne dersiniz?

İnsan geriye dönüp baktığında bütün vicdansızlıklara, acımasızlıklara, paranın saltanatına ram eden zalimlere rağmen yüreğinde vicdan, merhamet ve şefkat olan, büyük insanlıktan nasiplenmiş insanların olmasını da insaniyet namına bir güzellik olarak hissetmek istiyor. Ne iyi olmuş ki, zalim, acımasız, merhametsiz valiye rağmen birileri de ölümü, öldürülmeyi göze alarak komşularını, ciranlarını kurtarmış. Onların o merhameti olmasaydı belki coğrafyanın o yarım kalan hikâyeleri kaldığı yerden yeni bin yılın dünyasında yeniden yazılarak sahipleriyle zor buluşurdu.

Kitabı okurken, Diyarbakır’da ipekçiliğin, puşiciliğin çok eskilere dayandığını görüyoruz. Hala devam ediyor mu ipekçilik?


İpekçilik, puşicilik geçmişi çok eskilere dayanıyor. 1920’li yıllarda bile Dîyarbekir ipekçiliğinin İstanbul’dan sonra ikinci sırada olduğu o yıllarda yapılan sanayi envanterlerinde kayıtlı. Ki bunun rakamları, ayrıntılı dökümleri fotoğraflı olarak kitapta da anlatıldı. Ama acı olan şu ki; bu bir kültür işidir. O işi yapan, yürüten tebaayı şehrin sicilinden söküp atarsanız sonradan istediğiniz kadar yeniden o işi yapmaya kalkın beceremiyorsunuz. Becermeyi bir yana bırakın yapmacık da kaçıyor. Bugün elbette kentin kimi ilçelerinde müteşebbisler ve kurumlarca ipek böcekçiliği yapılmaya kalkışılsa da eskisi gibi olmuyor. Mesela şehirde eski iki kilisede ilçe kaymakamlıkları genç kızlara kurs öğreterek yaptırıyor ipek puşi ve telkari işini. Ama bu sadece bir iş öğretmek, elin ekmek tutması olarak kalıyor, o kadar. Yani hikâyenin asli sahiplerinin yaptığı iş değil. Sadece geçmişte yaşanmış büyük kültürel ve sanatsal varoluşun bugüne değen nostaljik bir simgesel ısrarından öteye gitmiyor maalesef. Yani Puşici Kekê Yaqo’nun tezgâhının başında Cemilpaşa Konağının selamlık bölümünün avlusunda puşi dokurken şarkı söylemesi yoksa neyi, nasıl ve kime anlatacaksınız ki!

Gâvur mahallesinin önemli özelliklerinden biri de bazalt taşlardan yapılmış evler. O evler hala varlığını koruyor mu? Bazalt evlerin özelliği nedir?

O evlerin, kiliselerin, camilerin bir kısmı evet bir miktar yıkık da olsa, virane de olsa hala ayakta ve varlığını koruyor. Kimileri de eski ve yeni bazalt taşlarla restore edilip yeniden işlevlendiriliyor. Bunlar tabii ki güzel takdire şayan işler. Karacadağ’ın püskürttüğü volkanik lavlarının ateş dere’si şeklinde taşlaşmasının şehirde yarattığı mimari kimliğe denk düşüyor Dîyarbekir bazalt taş mimarisi. Size bir sır söyleyeyim mi! Sıkı durun, dünyanın hiçbir yerinde taş sulanmaz. Diyarbakır’da bazalt taş avlular sulanır. Neden mi, şundan: o bazalt avluların zemin taşları gözenekli bazalt dişi taştan döşenir. Akşam serinliği çökeceği vakit yazın temmuz tabak ayında suyu döktünüz mü kovayla. O dişi taşların gözeneklerinde kendine yer bulan su bir süre sonra havayla buluşur ve hafiften bir sam yeli estiğinde bizim Diyarbekirlice dediğimiz “sümbül hava” serinliği sizi okşar. İşte o taşın, suyun insana değen halidir insan tekini var eden.

Belki de şimdi 93’ünde New Jersey’de vefat eden bir hemşehri Gırozgilin Diran’ının dillendirdiği bir şarkı sözüne gönderme yapmanın vakti olmalı.

Neylerem köşki, neylerem sarayi

İçinde yaşayan yar olmadıkça

Neylerem köşki, neylerem meskani

Çarxın kırılsın eman…

Diyarbekirli Udi Yervant Bostancı – ”Ula Fille Hoş Geldin” / Yazar:  Şeyhmus Diken / İletişim Yayınları / Editör: Tanıl Bora – Burcu Balliktaş / Kapak: Suat Aysu/ 1. Baskı 2012 / 222 Sayfa

Şeyhmus Diken; 1954 yılında Diyarbakır’da doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset ve İdari Bilimler Bölümünden mezun oldu. Üç yıl süren mülki amirlik memuriyeti 12 Eylül ile son buldu. Şu an Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nda başkan danışmanı olarak görev yapmaktadır. Aktif bir sivil toplumcu olarak gönüllü olarak çeşitli sivil toplum örgütlerinde yönetici, üye ve danışma kurulu üyesi olarak görev almaya devam ediyor. Uluslarası PEN yazarlar örgütü Türkiye Merkezi’nin Diyarbakır temsilciliğini yürüten Şeyhmus Diken, Türkiye Yazarlar Sendikası ile Kürt Yazarlar Derneği üyesidir. Birgün gazetesi ve BİANET internet sitesinin yazarları arasındadır. Kürdilihicazkâr Metinler (1997), Güneydoğu’da Sivil Hayat (2001), Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır (2007), Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım (2003, 3. Baskı 2009),Tango ve Diyarbakır (2004), İsyan Sürgünleri (2005), Türkiye’de Sivil Hayat ve Demokrasi (2006), Amidalılar, Sürgündeki Diyarbekirliler (2007), Taşlar Şahit (2008), Zevalsiz Ömrün Sürgünü Mehmed Uzun (2009), Diyarbekir El Sallıyor (2009), Bir Kürdün AKP Okumaları (2009), Gittiler İşte (2011), Ula Fille Hoş Geldin (2012)

Kaynak: okuryazar.tv / Söyleşi: Nesrin Aksu 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum