Ahmet Telli röportajı

Ahmet Telli röportajı

Madımak'ta yakılan şair Metin Altıok ve Behçet Aysan'ın kızları Sivas Davası'nda zamanaşımı tehlikesine karşı 'zamansız' şairlere uzattılar kalemi. 54 şairin imzaladığı bildiriyi yazan şair Ahmet Telli, 'vicdan'ı iktidarın dilinden kurtarmaya çağırıyor bi

BERRİN KARAKAŞ / RADİKAL

İlk şiir kitabınız ‘Yangın Yılları’ndan beri (1979) ‘yangın’, şiirinizde önemli bir imge. Sivas katliamında gerçek alevler şairleri yakarken ne hissetti Ahmet Telli?

Şiirin kehaneti diyelim ona. Şairin sevgisiyle buluşunca öyle birtakım şeyler çıkıyor. Metin Altıok’un da vardır yangınla ilgili şiiri. Adeta kendi ölümünü yazmış gibi. Şiirin kehaneti diyelim, fazla metafiziğe de girmeyelim. Şiirin böyle bir yanı vardır. İmgenin gündeş olmaktan geleceğe doğru taşındığı bir şeydir bu. 

Şairlerin buluşması, örgütlenmesi nasıl bir fark yaratır?

İmzacıların tamamına yakını Sivas’ta katledilen Metin Altıok’u, Behçet Aysan’ı bir biçimde tanıyan, onlarla anıları olan insanlardır. Bu bakımdan şairlerin imzasını bir karşı duruştan öte kendi anılarına da sahip çıkmak diye düşünmek gerekiyor. Hem kendi anılarına sahip çıkıyorlar, hem de bu vesileyle mevcut sistemin bu korkunç baskıcı ve kendi hukukları adına insanlık hallerini yok eden, insanlığın geleceğine darbe vuran hukukuna karşı “Hayır” çığlığını iletiyorlar diye düşünüyorum. 

Bildiride “Hukukun hafızası yasaların ömrü kadardır. Ama bir toplumun ortak hafızasını yaratan, bu hafızayı yarınlara taşıyan aydınların vicdanıdır, yazarların, sanatçıların şiirleri, romanları, türküleridir” diyorsunuz. Vicdan kavramının altını çizmek isterim. Keza son günlerde dönüp duruyor iktidarın dilinde.

Bir yazımda bahsetmiştim “Kendi kavramlarımı geri istiyorum” diye.Vicdan da bunlardan biridir. İçi boşaltılınca metafizik bir kavram haline dönüşür vicdan. Oysa kendi hayatınıza çağırdığınızda somut bir şeydir. Somut bir şeyden soyut bir şey olmaya başlayınca iktidarın malzemesi oluyor. Oysa iktidarın bu kelimeyi hiç kullanmaması gerekiyor. Biz bu kavramı mutlaka geri almalıyız. Şiirimizle, romanımızla ve hayatımızla. 

Ulus Baker’le yaptığınız bir söyleşi var. O söyleşide Baker’in ‘vicdan’a dair söylediklerini hatırlatmak gerekiyor belki de tekrar: “Vicdan ahlaktan farklı olarak bir güç durumudur.”

O dönem ‘Romantik vicdan’ diye bir yazı yazıyordum. Kırk, elli sayfalık bir yazı. Sonuna Ulus Baker’le bir söyleşi yapıp koymak istemiştim. Anladım ki bu meseleyi çok iyi biliyor. O yüzden kendi yazımı yırtıp atıp Ulus Baker’le yapılan söyleşiyi Ütopya adında bir dergide yayımladım. 

Peki bahsettiğiniz ‘ortak hafıza’ya gelirsek, Türkiye’de oluşmuş, ortak bir hafızadan bahsedebilir miyiz?

Ortak hafıza dediğimiz şey kuşkusuz ki birdenbire olmuyor öyle. Bu hafızayı yok edebilecek araçlara sahipler iktidarlar. Devletin ideolojik aygıtları tamamen hafızaya saldırı üzerine oturtulmuştur. Devlet aygıtlarıyla parçalanan bu hafızaya sahip çıkmak ancak sanatla bilimin aracılığıyla mümkün oluyor. Politika ne yazık ki bu ortak hafızayı biraz yok etmeye, parçalamaya çalışıyor. Kuşkusuz ki, o hafıza parçalanınca geride kırılan bir aynanın parçaları gibi insanlarda bir şeyler kalıyor. Onları bir araya getirecek olan, bir bütün oluşturacak olan bilime ve sanata büyük görevler düşüyor. Bu yüzden hala bizim gibi ülkelerde sanat ve bilim görevcil olmak durumunda kalıyor. 

Başbakan’ın Dersim özrü sonrası öyle bir hava yaratıldı ki, sanki bütün olup bitenle yüzleşmeye hazırız. Cumhurbaşkanı “Türkiye’de her şey konuşulabilir artık” diyor. Kimler, ne kadar konuşabiliyor? Neden konuşan bunca insan hapiste?

Biraz önce konuştuğumuz noktadan bakılırsa özür de vicdan gibi nasıl sahicilikten uzak bir politik malzeme haline getirilmiştir çok net görülür. “Özür diledi ya daha ne istiyorsunuz” sözü kitleseldir. Bu özrün sahici olmadığını bilmek ise bilinç işidir. 

Özür dileyen aynı insanlar Sivas Davası için randevu talep eden Toplumsal Bellek Platformu’na randevu vermiyorlar örneğin.

Aynen öyle. Toplumsal Bellek Platformu ne istiyor? Geçen akşam Eren Aysan’la Zeynep Altıok’un, kızlarının konuştuklarını dinledim televizyonda. Bir kan davası gütmüyorlar. İnanılmaz barışçıl duyguları var, barışçıl sözler söylüyorlar. Keşke bu barışçıl duygu onları katleden insanlarda da biraz filizlense. Mümkün değil, katledenler hâlâ şiddet duygularıyla, intikamcı duygularla ortalıkta geziniyorlar ve iktidarlar üstelik. Katledenlerin avukatları şu anda milletvekili, bakan… 

Siz 71 darbesini yaşayan kuşaktan geliyorsunuz. O günlerden bugüne baktığınızda nasıl görünüyor ülke?

Türkiye’de sadece kişiler değişiyor, hiçbir şey değişmiyor. İktidar anlayışları değişmiyor. Yer yer, zaman zaman ‘İttihat ve Terakki’den alınan miras’ gibi laflar ediyorlar ama geçmişin anlayışıyla modernizmin nasıl buluştuğunu da görmeli. Çünkü modernizmin eleştirisinden yoksun bir modernizm, kendi içindeki şiddeti de pekâlâ kitleselleştirebilir. 

“Acının bağrından mavi bir çelik gibi fışkıran öfke dünyayı değiştirecektir mutlaka” dizenizden hareketle, öfkeli kalabalıkları düşünürsek, değişimin başladığını söyleyebilir miyiz?

G7’lere karşı tepkiler, Seattle’daki karşı koyuşlar… Bunlar bana soluk aldıran, “bu orada varsa yazabilmeliyim” dedirten noktalardır. Yunanistan’daki anarşistlerin tepkileri, İspanya’daki karşı koyuşlar çok önemli karşı koyuşlar ve dünyaya karşı umudumuzun sürmesi gerektiğini düşündürüyor bana. 

Sivas Davası’nın bir numaralı sanığı Cafer Erçakmak’ın onca sene Sivas’ta yaşayıp tutuklanmaması ve şimdi ölümünün araştırılması ne söylüyor?

Bunlar yakalanamıyorlar ama gençlerden biri puşi bağlamış diye hemen gidip yakalıyorlar durakta. 70’ten bu yana böyle. İçişleri Bakanı Faruk Sükan “Solcuların nefesini bile dinliyoruz” demişti. O tarihten bu yana kim kimi nasıl dinliyor anlaşılıyor bir kez daha. Demirel’in malum sözü; “Sağcılar adam öldürttü dedirtemezsiniz bana” bu iktidarın kararlı açık bir tavrını gösteren inanılmaz bir ara başlıktır tarihimizde. 

Ahmet Telli’nin şiiri belli dönemlerde yaşananlara dair bir izdüşüm oldu hep. Böyle de devam edecek sanırım.

Yakın arkadaşlarım da ona değinirler. Doğrudur. Mahmud Derviş İstanbul’da Nazım Hikmet Ödülü’nü alırken “Ben aslında aşk şiirleri yazmak istiyorum, çiçeklerden, böceklerden ama yazabilmem için özgür olmam lazım, benim özgür olmam için de Filistin’in özgür olması lazım. Filistin özgür olmadığı için bu türlü toplumsal direniş şiirleri yazıyorum” demişti. Bu her yazar için söz konusu olduğu gibi, benim için de böyledir. 

Edebiyat dernekleri edebiyatçıların ortak bir protesto gerçekleştirmeleri için gerekeni yapıyorlar mı sizce?

Ne yazık ki bu konuda yazarların sanatçıların reflekslerini örgütleyemiyorlar. Bu örgütlerde yazarların kendi aralarında buluşarak çeşitli fuarlarda günler düzenlemesi, evlerde düzenlenen günlere benziyor. Oysa, yazarların ve sanatçıların bu toplumsal olgulara karşı güçlerinin örgütlenmesi için bir duruş sergilemeleri gerekmektedir. Bu nedenle Edebiyatçılar Derneği’ne bildiri yazarak istifa etmiştim. “Yazar örgütleri neye yarar?” diye bir yazı yazmıştım yıllar önce. Aynen sürüyor. 10-15 yıl oldu. 

90’lar aydın cinayetleriyle ‘derin devlet’in kendisini gösterdiği yıllar. Şimdiyse derin devletin tasfiye edildiği iddiasında bir zaman. Değişen nedir sizce?

Derin devlet başka bir kadroya teslim ediyor görevini. Demokrasi araçlarını kullanarak legal yoldan yapıyor yapacağını. 

‘Belki Yine Gelirim’ şiirinizdeki ‘Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa” dizesini hatırlayarak, “Duvarları yıkacak doğru sorular soruluyor mu?” diye sorsam…

Sorulursa lafı var orada, şart eki var. Entelektüelin ya da aydının görevi soru üretmektir. Soru üretmek soru sormak önemlidir. Soruları geçiştirmek ise politikanın, siyasetin işidir. İnsana dair olması gereken politikanın insana karşı geliştiği ülkelerde olur bu. Sorular üretilebiliyorsa burada, bu soruların cevaplarını arayan birileri mutlaka olacaktır. 

1981’de Kürt şair Ciğerhun üzerine yazdığınız bir yazı sebebiyle kısa dönem de olsa hüküm giydiniz. Neydi buradaki ‘suç’ tam olarak?

O yazıyı düzyazı kitaplarımdan birine almak istemiştim. Arşivlerden çıkarıp baktım. Ne kadar komik bir şey, hiçbir şey söylemiyor, o yüzden kitaba da almadım. Sadece “Kürtçeyi çok iyi kullanarak ideolojisiyle bütünleştirmiştir” gibi artık herkesin, cumhurbaşkanından simitçiye kadar söylediği bir laf orada da söylenmiş. Ama o zaman 141’den ceza yedim.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.