Acılar Olgunlaştırır!

Acılar Olgunlaştırır!

Alnından vurulmuş, işkence edilmiş bir ananın yavrusunun bedeni omuzlardan indirilip köy meydanına serildiğinde, öncesinde bir sessizlik olurmuş. Kimse diğerinin gözlerinin içine bakamazmış.

ERTAN CANAN YAZDI

Kulaklar duymaz, bedenler ise taşa kesilirmiş. Diller lâl olurmuş. En çok da ana susarmış, toprak deşilmeden göğsünü deşip, kalbini çıkartıp parçalara bölerek acısını dindirmek isteyen ana…  Elleri titrermiş, gözlerinin içi, ve hatta tüm bedeni. Ama yine de ölen çocuğunun alnına dokunurken, onu koklarken ve öperken ağlamazmış. Acısını, ölen çocuğuna hissettirmek istemezmiş. Kulağına güzel şarkılar mırıldarmış.  Kendi elleriyle yıkamak, güzel kıyafetler giydirmek ve onu hoş kokularla uğurlamak istermiş. Gitmek istermiş o da ama ölü ona izin vermezmiş. Dünyanın bütün çiçeklerini kökünden kopartıp,  yavrusunun mezarının üstüne ekmek istermiş. Cennet kuşlarının hiç durmadan şakıması için ellerini semaya kaldırırmış. Susarmış. Ayrılmak istemezmiş mezarlıktan. Çiçekler solduktan, kuşların şakıması kesildikten sonra da ölmek ve yavrusunun yanına gömülmek istermiş.

 “Acılar olgunlaştırır insanı” denir ya, kayıp geçiyor insan o zaman çocukluk dönemlerine.  Uzadıkça uzayan ve hiç bitmeyecekmiş gibi duran kâbuslar, gecenin çökmesiyle çöker üstüne. Korkuların altında ezilmiş yalnızlığın acıya dönüşür.  Akan ırmağın sesine benzer sesler çıkartan rüzgârlar, pencere pervazına her çarptığında korkarsın. Annenin eteğine tutunursun. Soğuk terler altında titrersin. Yıldızların kayıp sönmesiyle yürek atışların sönecek gibi olduğunda, annene daha da sokulursun. Yine de durup dinler, seyredersin olup biteni. Ölünün donuk gözlerinin içine baktığın anlar gözlerinde canlandığında, büyüdüğünü sanırsın, ya da sadece ne olduğunu düşünürsün. Ölüler köyün meydanına ‘serildiğinde’, sen oturur izlersin. Mezarlığa taşınan her tabutun peşinden koşarsın, onu tutup vermek istemezsin. Yalpalarsın. Düşersin. Nefessiz kaldığın her anda “yadê” diye bağırmak istersin. Sesini gömersin yine kendi çocukluğuna. Çünkü herkes suskundur. Herkes, “olgundur”.  Büyümek istersin. Büyümek işte, büyümek isteyen her çocuk gibi, bir an önce büyümek…  Boynundaki kirlere yapışıp kalan yoksullukla büyümek, korkularla, acılarla… Yalnızsın aslında onca acılı kalabalığın ortasında. Gün batmadan herkes kendi yalnızlığına çekildiğinde, kopmak istemezsin annenden, elleri elinde olmasını istersin. Ölümün her an her yerde olabileceğini bilirsin, lâkin çocuk değilsin artık, büyümüşsün o çocuk hâlinle. Güneş ortalıkta yokken, ay henüz doğmamışken, yıldızların bile görünmeye korktuğu bir anda, bakmışsın ki Uğur Kaymaz olmuşsun, bedenine saplanan on üç kurşunla yere serilen. Ceylan Önkol olmuşsun, anasının eteğindeki minik bedeninden kalan tek parçayla. Yüzünü iki adım öteye çevirip baktığında, Berkin olmuşsun, elindeki kuru ekmekle dar bir sokakta öldürülen. Ve “acı”nın ne olduğunu dahi bilemeyecek yaşta öldürülen diğer binlerce çocuk gibi sen de ölürsün.  Yine de oturur, sabahı beklersin. Çünkü her sabahın bir yenilenme, yeni bir yaşama gebe olduğunu düşünürsün. Mezarlara taşınan tabutların arkasından koşa koşa olgunlaşırsın. Gülmeyi unuttuğun gibi, ağlamayı da unutursun. Yine de büyürsün!

“Acılar olgunlaştırır” dersin, kendi acına dokunamayacak kadar acı çekerken bile. Her gün, her saat “olgunlaşmak”  için çektiğin acılar, gülüşüne yansır. Fark etmezsin bile. Gülersin, acı acı. Yine de büyürsün, çocuk yanlarını hiç yaşamadan. Çekersin annenin eteğinden elini ve koca bir Musa Anter olursun, sokak ortasında vurulan. Dilini konuştuğun için sürülürsün ağır yalnızlıklara doğru. Kendi yazdığın şarkıyı dinlemek için çıkarsın dağlara. Tüm sınırları aşacak kadar yüksek sesle bağırmak isterken özgürlüğü, derin bir yara olur düşersin yine ananın yüreğine. “Domuz Bağı” ile sarılır bedenin ve betona gömülürsün. Şair olursun, yazdığın şiirden zindanlara atılır, falakaya yatırılırsın. ‘Güvercinlere dokunmayın’ diyen Hrant Dink olursun, yığınların arasında yalnız öldürülen. Çocukluğunu anımsar olursun ve durakaldığın yerden büyüyüverirsin bir anda.   Acıları yazan Cengiz Altun, Hüseyin Deniz olursun, yine sırtından vurulan. Ama sen anlamazsın nasıl büyüdüğünü. Metin Göktepe olursun, “utanç müzesi”nde yeleği sergilenen. Kim bilir, belki de köyün yakılmak istenirken, direnirsin ve bakmışsın ki Abdullah Canan olmuşsun, işkence edilerek öldürülen. Sonra, Mecit Baskın, Namık Erdoğan, Hacı Karay, Savaş Buldan ya da Behcet Cantürk olursun. Atılırsın ıssız bir yolun kenarına cansız hâlde. Acı çekenin çoktur artık bu dünyada ve olgunlaşmıştır sızıları.  Ve hâlâ kayıp olan binlerce ölü olursun, her an her saniye. Yine de yaşamak istersin, kendi ölünün anısını yaşatmak için olsa da. Özgür kalmak için ölenlerin yasını tutmak için yaşarsın belki de. Ya da sadece özgürlüğü haykırmak için… Lâkin çocuk değilsin artık.

Peşinden koşup yakalayamadığın her tabuttan bir şey düşmüştür yüreğine, içinde kaynayıp göğsünü yakan. Özgürlük duygusu olduğunu anlarsın, belki de çok sonradan. O duyguyu yok etmeye varmaz elin. İşte o zaman kadın olursun, özgürlüğün en çok yakıştığı. Barış olursun, giydiğin allı pullu fistanında. Arîn Mîrkan olursun belki de, bedenini yaşama siper eden. Sevinç olur parıldarsın, güzel bir kızın burnundaki xizêmde.  Bir tebessüm olursun işte o zaman, kırmızı, sarı, mor ve yeşil renklerde. Bir de bakmışsın,  ‘kırmızı fularlı kız’ oluvermişsin, yaşama susayan. Ama hep büyümüşsün, acını içine göme göme. Yine de her gece oturur, yeni bir yaşama gebe olan sabahı beklersin, çocukluğundaki gibi.  Susarsın, yüreğinin yangınlarında boğulurcasına. Kemiklerini isterken çocuğunun bir de bakmışsın “Cumartesi  Annesi “ olmuşsun.  Anasın sen artık, en çok acı çeken.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.