Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Zap Suyu Kan Akıyor Baksana

Zap Suyu Kan Akıyor Baksana

Tarih 17.08.2006. Aşağı Üzümcü mevkii. Jandarma Karakoluna 50 metre kala. Son viraj. Zap suyu yine ölüme susamış. Yine ölüm sirenleri çalıyor Zap vadisi. Çığlıklar, feryatlar yükseliyor göklere doğru. Ölüm kokusu sinmiş vadinin derinliklerine. Vadi daraldıkça daralıyor, geçit vermiyor. Sümbül sıradağları, karşı yamaçlarla neredeyse birleşmek üzere… Nefes alamıyor insan. Zap vadisi daralmış, Hakkâri daralmış, dünya daralmış sanki… ve Sümbülün başı yerde. Göğsünü gere gere durmuyor. Her zamanki gibi başı semalarda değil. Başı dumanlı. Bir suçluluk hissi var üzerinde. Bulutlar sarmış mavi gökyüzünü. Ve gökler kurşuni renge bürünmüş. Kefenini kuşanmış gibi.

Vadiye derin bir sessizlik hâkim. En ufak bir hareketlilik sezilmiyor. Bütün mahlûkat uykuda sanki. Kuşlar ötmüyor. Köpekler havlamıyor. Sinekler uçmuyor. Bir yaprak bile kımıldamıyor. Tabiat; kör, sağır ve dilsiz… Bunaltıcı, buğulu bir hava var. Zap suyu, ağır ağır akıyor. Yorgun, bitkin; ama ıssız,  sinsi, kurnaz. (bir yılan gibi) Suyu alabildiğine az, aheste; ama nedense ürpertici, korkutucu. Ağır bir yükün altında sendeler gibi. Gidip uzansan götürmez, sürüklemez bile, o denli halsiz. Ah keşke dilin olsaydı da fısıldasaydın şu sıkışıp kalan gönlüme! Anlatabilseydin bu esrarengiz haleti! Bu ıssızlığı, bu sessizliği, üzerine çöreklenen bu karamsar atmosferi, akışındaki bu durgunluğu, bitkinliği… Neden bugün bu kadar düşman görünürsün? Etrafına savurduğun her bir dalga, ölüm kusuyor sanki, ölüm üfürüyor! Ölüm renginde akıyorsun bugün. Ölüm kadar ürkünç, ölüm kadar sessiz, ölüm kadar acı ve/fakat ölüm kadar gerçek…

Sabahın erken saatleri. Hava serin; ama nedense farklı bir serinlik var bugün. Yılankavi Van-Hakkâri yolu sakin. Arabalar tek tük gelip geçiyor, ağır, yavaş. Ama içlerinden biri var ki uçuyor. Kanatsız bir uçak gibi. Şoförün gözü dönmüş, hiçbir şey görmüyor. Gaz pedalına bastıkça basıyor, neredeyse kıracak. Daha çok basıyor. Daha hız, en hız. İbre 200’ü gösteriyor.  Ötesi yok. An be an hızlanıyor araba. Ama o yavaş gittiğini zannediyor, çok yavaş. Gizli bir güç sanki daha bir basıyor ayağını. Ayağı düşmüyor gazdan. Aksine daha bir sıkıyor. O ayağını çekmeye çabalıyor; ama nafile, ayağı gaz pedalıyla bütünleşmiş gibi. Olmuyor, çekemiyor, bırakamıyor. Damarlarının tüm kanı çekilmiş gibi, ayağı öylece kalmış, kımıldatamıyor. Ne geri alabiliyor, ne ileri. Sahne öylece donmuş.  Sanki Azrail geçmiş direksiyona. Azrail sürüyor arabayı. Yol bitmiyor. Uzadıkça uzuyor. Yol, hep yol, sadece yol, daima yol… Dakikalar geçiyor, saatler geçiyor. Yol bitmiyor. Biri yolun öbür ucundan tutup çekiyor gibi. Gidildikçe daha bir uzuyor. Uzuyor, uzuyor, uzuyoooooor…

Arabanın yükü çok pahalı. İçinde tam beş can taşıyor. Birbirinden değerli beş can. Bre gafil şoför dikkat et, beş can taşıyorsun, emanet beş can. Canın telafisi olmaz, kanın telafisi olmaz. Dikkat et! Dikkat!  Ama ne çare! Duymuyor, hissetmiyor, görmüyor. Kaskatı kesilmiş. Taş oluvermiş.

Azrail sinmiş, ölüm kokulu Zap vadisine. Vazgeçmek olur mu? Asla aksatmak olmaz, ertelemek olmaz, caymak hiç olmaz. Azrail, “hadi bir olsun! Olmaz. İki olsun! Olmaz. ÜDž” Bak bunlar memur. Toplu eyleme girmesin sonra. Yakma yüreğimizi, yakma Azrail!

Son viraj. Karakola 50 metre. Tüm vadiye dolan sessizlik ani bir frenle feryat u figana dönüşüyor. Bir vaveyla kopuyor. Çığlıklar yükseliyor semalara. Semayı bir haşyet kaplıyor. Askerler koşuşuyor bir yandan. Bir yandan köylü. Çoluk çocuk, genç, yaşlı… Heyhat! Araba sonsuz hızla, uçuruma yuvarlanıyor, Zap suyunun derinliklerine dalıyor. Bre gafil şoför, fren seni kurtarır mı, direksiyon kurtarır mı, gaz pedalı kurtarır mı? Araba suya bir batıp bir çıkıyor. İçindeki beş kişi çırpınıyor. Aman! İmdat! Kurtarın! Ama beyhude, ama nafile! Neredeyse susuz bir arkı andıran Zap, bir kudret eliyle, ansızın hırçın bir nehre dönüşüyor. Sürüklüyor arabayı ve içindekiler canhıraş bir çabayla çırpınıyor. Araba hala sürükleniyor ve hala nafile çırpınışlar… Bir can pazarı yaşanıyor. Zap suyunun etrafı insan kaynıyor. Gelen araba duruyor, giden araba duruyor. Ortalık mahşeri bir kalabalık. Arabalar kaynıyor, ambulanslar ötüyor. İnsanlar feryat ediyor. Kulakları yırtarcasına çığlıklar doluşuyor ölüm kokulu Zap vadisine. Ve bütün melekler Azrail suretinde iniyor semalardan. Bütün şehir Zap vadisinde, bütün ahali. Neden sonra içlerinden iki kişi çıkabiliyor suyun yüzeyine. İnsanlar koşuşuyor ve sürüklüyorlar nehrin kenarına. İkisi de sağ. Ama ölüm renginde, yaralı, kanlar içinde…“Diğerleri? Onlar nerede? Baban nerede? Abin nerede? Enişten nerede?”

Büyük uğraşlardan sonra onlara da ulaşılıyor. Ah ne çare! Azrail çoktan emanetini almış. Bilânço çok ağır: tam üç can. Hala cesetleri sıcak, son nefeslerini vermekteler. Ömür mürekkepleri tükenmek üzere. Dünyaya son bir bakış. Hafif bir gülümseme ve ebedi dalış.

Ansızın derin bir sessizlik kaplıyor vadiyi. Bütün sesler kesiliyor. Diller susuyor. Çığlıklar, feryat u figanlar ıssız bir sessizliğe dönüşüyor. Zap suyunun akışı yavaşlıyor, suyu azalıyor. Az önceki hırçınlık dinginliğe bırakıyor yerini. Elinden gelse duracak, akmayacak. Zap suyu sessiz; ama kanlı akıyor. Bütün tabiat vazifesini yerine getirmenin rahatlığıyla durgun bir hal alıyor. Engin bir sessizlik…

Yan yana dizili üç ceset… ve yüreğimiz yangın, ciğerimiz pare! Sular durmuş, nehir kızıl renge boyanmış. “Zap suyu kan akıyor baksana.” Zap suyu kan ağlıyor. Her mevsim boz bulanık, her mevsim ölüm renginde. Her mevsim kan akıyor Zap suyu.

Üzerinden tam bir yıl geçti. Ama Zap suyu hala kan akıyor gözümde ve hala kan damlıyor yüreğim.

Ne zaman Aşağı Üzümcü mevkiine girsem bir sancı saplanır yüreğime, sıkışır kalbim, soluğum çıkmaz, bir hıçkırık düğümlenir boğazımda, konuşamam, ağlamaklı olurum. Ürkek bir gözyaşı yavaşça süzülür yanağımdan.

Ne vakit Zap vadisine girsem, bir haşyet kaplar yüreğimi, bir ürperti alır içimi. Bedenimden tüm kanlar çekilir gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi