Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Tarihin Utanç Yüzü / Halepçe Katliamı

Tarihin Utanç Yüzü / Halepçe Katliamı

16 Mart 1988   

Tarihin kırılma noktası. Tarihin yörüngesinden çıktığı gün.

Tarih, uzun zamandır beyaz bir sayfa gibi duruyor. Tarihçilerin mürekkepleri kurumuş. Kaç zamandır toprağa kan bulaşmamış. Belli ki, toprak yine kana susamış. Vampirlerin, kan içicilerin ne zamandır içleri kurumuş. Yamyamlar ölesiye acıkmış.

 

Tarih, hala Hiroşima"nın sancısını çekmekte. Hiroşima, hala bir inilti gibi sürmekte, insanlığın bağrında. Yarım asırdır kanamakta tarihin karanlık yüzü.

 

Hiroşima"nın kanı henüz kurumamış. Ama tarih, bir utanç sayfasını daha açmaya gebe.

 

Her şey hazır. Senaryo sahneye konuyor. Oyuncular yerlerini almış.

Ve film başlıyor!

 

Filmin adı: Halepçe Katliamı.

Türü: Trajedi (Aksiyon)

Oyuncular: Saddam Hüseyin, Ali Hassan al-Majid-al Tikriti, (Kimyasal Ali) ve Mazlum Halepçe halkı.

Süre: 180 dk.

Yönetmen: Saddam Hüseyin.

Filmden izlenimler:

Nesrin Abdulkadir Muhammed isimli bir kadın. Irak Askeri Kuvvetleri helikopterlerinin Halepçe"ye bomba attığı sırada, ailesiyle beraber yaşadıklarını bir gazeteciye anlatmıştır:

 

Iraklı peşmergeler, İranlı askerlerle beraber Irak"a karşı savaştıklarından ve Irak askerleri geri çekilmek zorunda kaldığından, Nesrin ve ailesi Halepçe"deki evlerinin sığınağında bir Irak saldırısını bekliyorlardı. Saat 10 sularında, Nesrin içerisinde kameralarla görüntü alan ve fotoğraf çeken adamların bulunduğu bir helikopter gördü. Helikopter çok yakına kadar geldi, ancak geri gitti. O sırada Nesrin 16, kız kardeşi ise 15 yaşındaydı. Saldırı saat 11"de başladı ve Irak ordusu Halepçe üzerine napalm attı. Saat ikide bombalama bitti. Nesrin yukarı kattaki mutfağa çıkarak ailesi için yemek hazırlamaya başladı. Nesrin olanları şöyle anlatmıştır:

 

“Bombalama sonunda ses değişti. Artık ses eskisi kadar yüksek değildi. Sanki patlamaksızın düşen metal parçaları gibiydi. Bu sessizliğe bir anlam veremedik.” Halepçe"ye yakın Yalakan bölgesinde yaşayan Muhammed adında bir adam ise şöyle dedi: “Bir helikopter kasabaya geri geldi ve askerler beyaz kâğıt parçaları fırlattılar.” Muhammed, askerlerin rüzgârın hızını ve yönünü ölçtüklerini anlamıştır. O sırada yiyecekleri toplayan Nesrin, rüzgârın evin içine taşıdığı garip kokular duydu.

 

Nesrin şöyle dedi: “Başlangıçta çöp gibi kötü bir kokuydu. Sonra elma kokusu gibi güzel bir kokuya dönüştü. Ardından yumurta gibi koktu.” Aşağıya inmeden önce evlerindeki kuş kafesine baktı, kuşun ölmekte olduğunu gördü. Pencereden dışarı baktığında gördüğü manzara şaşırtıcıydı: “Çok sessizdi, ama hayvanlar ölüyordu. Koyunlar ve keçiler ölüyordu.” Nesrin sığınağa döndü: “Herkese yanlış giden bir şeyler olduğunu söyledim. Havada ters giden bir şeyler vardı.” Bombardımandan kaçmak için sığınağa saklanan ev halkı telaşlanmış, ancak sığınağı terk edememiştir. Nesrin şöyle devam ediyor:

 

“Rahatsızlanmaya başlasak da saklanmaya devam etmeye karar verdik. Gözlerimde çok şiddetli bir acı hissettim. Kız kardeşim yüzüme yaklaştı ve "gözlerin kıpkırmızı" dedi. Sonra çocuklar kusmaya başladılar. Çok fazla acı çekiyorlar ve sürekli ağlıyorlardı. Annem ağlıyordu. Sonra yaşlılar kusmaya başladı.” Her sığınağın bir gaz odasına dönüşeceğini anlayan Irak Hava Kuvvetleri, Halepçe"de kimyasal silah kullanmıştı.

 

Nesrin şöyle devam ediyor: “Havada kimyasal maddeler olduğunu anlamıştık. Gözlerimiz gittikçe kızarıyordu ve bazılarımızın gözleri yaşarıyordu. Kaçmaya karar verdik. İneğimiz bir köşede yatıyordu. Koşuyormuş gibi hızlı hızlı nefes alıyordu. Sonbahardaymışız gibi ağaçların yaprakları dökülüyordu. Keklik ölmüştü. Etrafta yere çöken duman bulutları vardı.” Aile rüzgârın yönüne baktı ve tersi yöne koşmaya başladılar. Koşmak gittikçe zorlaşıyordu. “Çocuklar yürüyemiyorlardı, çünkü rahatsızdılar. Kusmaktan bitkin düşmüşlerdi. Onları kollarımızda taşıdık.” Şehrin diğer kısımlarında da aileler benzer durumdaydılar.

 

Halepçe"nin kuzeyinde yaşayan Nuri Hama Ali, ailesiyle birlikte Irak ordusunun yerinden ettiği Kürtlerin bulunduğu Anab"a doğru giderken gördüklerini şöyle ifade etmiştir: “Anab"a doğru giderken çoğu kadın ve çocuk ölmeye başladı. Kimyasal bulutlar yere yakındı. Ağırdılar. Onları görebiliyorduk. Her tarafta insanlar ölüyordu. Bir çocuk daha ileri gidemeyecek duruma geldiğinde korkudan çılgına dönen ebeveynleri çocuğu yolun kenarında bırakıyorlardı. Aynı şekilde yaşlılar da bırakılıyordu. Koşuyorlar, nefes alamaz duruma geliyorlar ve ölüyorlardı.”

 

Nesrin ve Nuri"nin yaşadıkları korkunç olaylarla ilgili izlenimleri benzer şekilde devam etmektedir. Sonunda Nesrin ve ailesinin diğer fertleri kör olmuşlardır. Nesrin annesinin İran"da gömülenler arasında olduğunu İranlıların hazırladığı bir fotoğraf albümünden öğrenebilmiştir. Kardeşlerinden beşi ölmüştür. Nesrin"in bir çocuğu olmuş, fakat kalbindeki delikten dolayı üç aylıkken çocuğu kaybetmiştir. Saddam"ın Halepçe"de kendi vatandaşlarına karşı gerçekleştirdiği bu katliam, binlerce insanın hayatını Nesrin"inkine benzer acılarla karartmıştır.(irak.ihh.org.tr)

 

Ölü sayısı bazı kaynaklarda 5bin, bazı kaynaklarda da 6 bin, yaralı sayısı ise 14 bin olarak geçmektedir. Katliamın meydana geldiği günden bu güne kadar yaralı sayısının nesilden nesile aktarılarak 43 bine ulaştığı söylenmektedir. Bu gün hala Halepçe"de, yeni doğan çocuklarda, başta kalp hastalıları olmak üzere çeşitli hastalıklar görülmektedir. Katliamda hayatını kaybedenlerin (şehitlerin) ruhları şad, mekânları cennet olsun!       

Heyhat… Baharlar hiç bu kadar solgun olmamıştı. Mevsimler bu kadar hain olmamıştı. Yapraklar sararıyordu, mart ayında. İnsanlar sararıyordu. Hayvanlar sararıyordu. Hayat sararıyordu. Tabiat serapa sararıyordu. Gariptir, yapraklar bir bir dökülüyordu. Nebatatın beti benzi ansızın soluyordu. Canlar düşüyordu yerlere tek tek, savunmasız, çaresiz… Düşen bir daha kalkmıyordu. Bir ilahi emir gibi herkes olduğu yere yığılıveriyordu. Sanki bir kavim helak oluyordu. Kıyamet kopuyordu sanki. Bütün canlılar, üç saat gibi kısa bir sürede yok oluveriyordu. Bahar ansızın, yazı unutarak, sonbahara dönüşüyordu. Heyhat ki ne heyhat…   

 

Manzara korkunç. Bir mahşer meydanı. Bir savaş alanı. Sessiz bir savaş. Kılıçsız, kalkansız. Topsuz tüfeksiz. Tek yönlü. Sahi karşı taraf nerede? Rakip kim? Cepheler nerede? Savaşçılar neden hep çocuk, yaşlı, kadın? Nerede silahlar? Savaşçıların ellerinde silah yerine kuru ekmek parçaları…

Ya rab bu ne halettir? Bu bir rüya mı yoksa? Hiç böyle bir film olur mu? Yürek nasıl dayanır bu sahnelere? Nasıl tahammül eder kalbim? Kan damlıyor yüreğim, Halepçe çarpıyor kalbim…

 

Kalbim şurada uzanan çocuğun kalbinde atıyor. Bakın! Şurada bir bebe. Birkaç aylık. Annesinin kucağında. Oldukları yere yığılıvermişler. En ufak bir yara sezilmiyor. Savaşçılar kansız, yarasız, beresiz. Hemen ötesinde, duvarın dibinde, 80"lik bir dede. Devrilmiş bir çınar gibi. Az ötede bir genç kız, bir genç adam, bir civanmert, şuracıkta bir kadın, başka bir kadın ve bir kadın daha… Şurada bir inek, bir koyun, bir de keçi. Sahi bu savaşta hayvanlar neden ölmüş, onların suçu ne? Tıpkı insanlar, diğer mazlumlar gibi… Şu ağacın dibinde ölü mü baygın mı belirsiz, kuşlar var. Sere serpe ölü kuşlar… Yapraklar dökülmüş. Ağaçlar kupkuru. Tuhaf bir savaş alanı. Her şey tersine burada. Gariptir, çimenler sararmış şu baharda? Hani dirilişti bahar mevsimi? Dirilişin muştusuydu… Yoksa yanlış mı öğretilmişti bize? Okuduğumuz coğrafya, biyoloji kitapları yalan mı söylüyordu yoksa yıllarca?

 

Aman Allah"ım bu ne halettir! Bu ne garip yer, ne tuhaf savaş!!!   

Bir şeyler söyleyin…

Durun!

Durun, bir şeyler söyleyin!

Uyandırın beni!

Uyandırııııın!!!         

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi