Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Şu Bizim Akif

Şu Bizim Akif

Durdu, boynunu büktü. Yüzünde mahcubiyet, hüzün karışımı bir tebessüm belirdi. “Hocam” dedi, “ben hiç teşekkür almadım.” Gözleri doldu. Sözleri boğazında düğümlendi. Bir iki yutkundu. Elleri, dudakları titredi. Ağlamaklı bir ses tonuyla “ben geri zekâlıyım hocam” dedi. “İlkokulda da, ortaokulda da ben hep böyleydim. Hiçbir dersi anlamıyordum.” Demeye çalıştı yarım yamalak Türkçesiyle. “Öğretmenlerim hep beni azarladı, hep dövdü. Ah hocam!”

 

Boynu bükük, gözleri hala yerdeydi. Kıpkırmızıydı yüzü. Sustu. Hiçbir şey demedi. Başını hafifçe kaldırıp öğretmenin yüzüne baktı. İnce bir tebessüm yayıldı çehresine. Utandığında hep böyle olurdu zaten. Yüzü kızarır, sonra başını eğerdi önüne. Öğretmeni ona kızdığında, gülümserdi. Belki de anlamıyordu; ama öğretmeni azarladığında, karşılık verdiği hiç duyulmamıştır. Sınıf arkadaşları, çok kızdırdıklarında sinirlenir, sonra da ağlardı. ( “Son günümdür” dedi, ağlama-gülme karışımı bir ses tonuyla). Öğretmen derse girdiğinde herkesten önce ayağa kalkardı. Oturduğunda tatlı bir gülümsemeyle bakardı öğretmenin yüzüne. Öğretmen yoklama listesinde ismini okuyunca, ayağa kalkar, gür bir sesle “buradayım” derdi.

 

Ön sırada otururdu, tek başına. Öğretmenin sorularına kendince cevap vermeye çalışırdı, yarım yamalak Türkçesiyle. Bir türlü kavrayamadı Türkçeyi; ama öğrenmeyi ve konuşmayı ne de çok isterdi. Konuşurken arkadaşları gülerdi. Bu durum arkadaşlarında alışkanlık halini almıştı. Düzgün konuştuğunda bile artık gülüyorlardı kendisine. O da öğretmenin yüzüne bakar, hafifçe gülümser, kızarır sonra da otururdu yerine. Asla cevap vermezdi. Başını bir çocuk edasıyla, masumca sıraya dayardı. Bu durumu her gün tekerrür eder, dururdu. Arkadaşları daima bu haliyle alay edip durdular, gülüp geçtiler. O ise daima tatlı bir gülümsemeyle karşılık verdi.

 

Teneffüste tek başına koridorun bir ucundan bir ucuna dolanır, sonra koridorun başında bekler, camdan dışarıyı seyreder, derin hayallere kapılırdı. Kim bilir ne düşünürdü. Bilmediğimiz hangi diyarlarda dolaşır, hangi hülyalarda gezinirdi. Belki kendini; başarılı, çalışkan, Türkçesi düzgün, saygın, öğretmenleri tarafından takdir edilen bir öğrenci olarak düşlüyordu. Belki, arkadaşları arasında aktif, önemli bir rolde görüyordu kendini. Kim bilir belki de bir filmin başrolünde.

 

İşte yine orada! Hayaller âleminde…

                                               

Ders zili çalmış, arkadaşları sınıfa girmiş, koridor boşalmıştı. Neden sonra ayıldı. Etrafına bakındı. Kimse yoktu. Derin bir sessizlik hâkimdi. Daldığı âlemde huzur bulduğu her halinden belliydi. Çehresindeki tebessüm hala duruyordu. Elleri cebinde koridorda zikzaklar çizerek sınıfa doğru yürüdü. Kalbi küt küt atıyordu. Dizleri titriyordu. Şimdi ne cevap verecekti öğretmenine. Ne mazeretle? Hangi diliyle? Nasıl? Bütün bunda ne kadar suçluydu acaba, Türkçe bilmemek bir suç muydu, o bir suçlu muydu?... ve bu bir suçsa eğer, kim bilir ne kadar suçlu Akif vardı, ne çok Akif!

 

Hatırladığı kadarıyla, yıllar önce okula başladığında, içeriye tanımadıkları bir adam girmiş ve anlamadıkları, ilk defa duydukları bir dilde konuşmaya başlamıştı. Kendileri tanımadıkları bu adamın yüzüne aval aval bakmış, neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Dilinden anlamadıkları bu adam her gün gelip bir şeyler anlatır, çıkardı.. Ne o adam onları anlardı, ne de onlar o adamı.

 

Bir anlaşmazlık içinde günler günleri, günler ayları kovalayıp durmuş ve gökyüzünün şarıl şarıl aktığı bir günde sessizce çekip gitmişti. Geride ne bırakmıştı, kendi eseri olacak neyi, hangi güzelliği?. Acaba, bir gün Akiflerin büyüyüp, öğretmenlerinin huzurunda, boynu bükük ve mahcup: “Hocam ben hiç teşekkür almadım.” deyip gözlerinin dolacaklarını, kendilerini geri zekâlı ve yetersiz hissedeceklerini düşündü mü? Bütün alayların konusu olacaklarını, her şeyin ötesinde; bir gün ansızın yarım yamalak bir Türkçeyle: “Hocam ben gidiyorum, okulu bırakıyorum.” diyeceklerini düşündü mü acaba? Neden suçlu olan hep Akiflerdir? Neden?

 

Kapıyı bir iki çalıp, ürkekçe girdi içeri. Sanırım ders başlayalı birkaç dakika olmuştu. Yine azarlanacaktı. Ama o nasılsa alışmıştı artık. Az mı azarlanmıştı, az mı incinmişti şimdiye kadar ve az mı dövülmüştü! Yüzündeki tebessüm hala duruyordu. Öğretmen kızgın bir ses tonuyla: “Oğlum Akif nerdesin, niye geç kaldın?” diye sordu. Ellerini iki yana açtı: “Ben dedi hocam… devamını getiremedi. Gülümsedi. Sustu. Hiçbir şey demedi. Hem ne diyebilirdi ki? Hangi diliyle? “Geri zekâlı, geç yerine otur! diye bağırdı öğretmeni. Zavallı Akif de, garibim, sessizce ve o bütün ezikliğiyle geçip yerine oturdu. Evet, o bir geri zekâlıydı, o bir özürlüydü, bir işe yaramazdı(!)

 

Yine ağlamaklı olmuştu. Bir iki yutkundu. Ağzını açtı. Bir şey diyecekti sanki ama diyemedi. Sustu. Kitabını açacaktı. Lakin öğretmenin “geri zekâlı” sözleri kulaklarında çınladı. Bıraktı kitabı. Yine iç âlemine daldı. Mutlu olduğu tek yere. Huzur bulduğu tek âleme, alay edilmediği, küçük görülmediği tek mekâna: hayaller âlemine, derin hülyalara, gerçekleşmeyecek rüyalara!

 

Gideceği gece Mehmet Hoca sordu, imam olmak istiyor musun diye. Anladı zannettim ilkin. Anlamadı, Kürtçeye çevirdim. Derin bir of çekti. Boynunu büktü. Hafifçe gülümsedi. O gülümseyişte, küçük yaşta olmasına rağmen, yılların acısını gördüm. O an o durumdan daha iyi, hiçbir şey anlatamazdı onu. Kaldırdı başını, bir derin soluk daha aldı. “olamıyorum” dedi. Elini başına götürdü. “Kafa” dedi. Sustu. Gözleri yaşardı. Gözyaşları görülmesin diye, tavana dikti gözlerini. Ürkek bir yaş yanaklarından süzülüp düştü kucağına. Bir süre öylece kaldı. Boğazı düğümlendi. Hiçbir şey diyemedi. Bir iki yutkundu. İki eliyle gözlerini sakladı. Sonra sildi gözyaşlarını:

 

“Hocam dedi. Ben çok isterim imam olmak.” O an nasıl da içim acıdı. Nasıl da yandı yüreğim. Hiç kimseye o kadar acıdığımı hatırlamıyorum. Yutkunmakta bile güçlük çektim. “Yeryüzündeki acıların hepsini, hepsini bir anda tattım.” Yüreğimin derinliklerinde kandan deltalar oluşuyordu sanki. Bir sancı gelip boğazımda düğümlendi. Bir anda yaşlandığımı hissettim. Onu teselli edecek tek sözcük bulamadım. Dilim tutuldu. Hislerim tutuldu. Kalbim tutuldu. Her yerim tutuldu. “Beni milyon kere yaktılar.” Bütün diller yoruldu. Bütün kelimeler sustu ve söz mağlup oldu hale. Hiçbir söz kifayet edemezdi, onu ve dahi beni teselliye. Gözlerim yaşardı. İçimden hüngür hüngür ağlamak geldi. Tuttum kendimi; ama keşke tutmasaydım. İçimde birikmiş bütün acıları, içimde birikmiş bütün kederleri, içimde birikmiş bütün nefretleri, bütün korkuları, hasretleri, özlemleri damla damla dökseydim.

 

Zavallı Akif! Benim de gözlerimin yaşardığını görünce, kendisine hâkim olamayarak sesli sesli ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğuldu. Bir süre öylece ağladı. Ağladı. Ağladı.

 

Ağla Akif ağla! Yaralı yüreğim Akif, kanadı kırık kuşum Akif, kadersizim, çaresizim, ümitsizim… Ağla Akif ağla, durmadan!

 

Yüreğim artık bunu kaldıramazdı. Daha fazla tutamazdım kendimi. İçimde yıllardır biriken gözyaşları, önündeki seti yararcasına akmaya başladı. Ve beraberinde neler akmadı ki… ne kederler, ne ıstıraplar, ne kahırlar… Kimse görsün istemedim gözyaşlarımı. Ben bile. Yo hayır, ben görmek istiyordum. Kuruduğunu zannettiğim gözyaşlarımı. Gözlerimi ilk defa bu kadar seviyordum. İlk defa fıtratına uygun davranıyordu gözlerim. İlk defa görüyordum gözyaşlarımı. Yanaklarımın ıslandığını hissettim, sıcacık gözyaşlarıyla. Ve bir bir yere düşüyordu yaşlar. Masum bir çocuk gibi ağlıyordum. Gözyaşlarını gizlemeye çalışan ve bunu başaramayan arkadaşlar odayı terk ettiler. Ben de Akif"in başını göğsüme dayayıp, hıçkırıklarına hıçkırık, sesine ses kattım. Ağlıyorduk. Hüngür hüngür…

 

Ağla Akif ağla,

 

Ağla yüreğim ağla, durmadan…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi