İhsan Çölemerikli

İhsan Çölemerikli

Siz de sıranızı bekleyeceksiniz

Siz de sıranızı bekleyeceksiniz

Birinci Dünya Savaşı sonrasında en çok mağdur edilen, hatta parçalanarak tarihten silinmek istenen halk Kürtlerdir. 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla resmen ikiye bölünen coğrafyaları; Lozan’da dört parçaya bölündü.

Sınırlar ülkenin kalbi olan merkezi Zagroslardan geçirildi. Ermenistan-Türkiye; Türkiye-İran; İran-Irak; Irak-Türkiye; Türkiye-Suriye ve Suriye-Irak sınır hattında birinci derecede akraba olan binlerce Kürt aile bölündü.

Paylaşım sırasında büyük Kürt pastası bölgede kurulan devletlerden hiçbirinin henüz dar olan boğazından giremiyordu. Asimilasyonla yok edilmek istenen Kürt pastası en basit çözüm olarak benimsenmişti. Anlaşmalar gereği dişleri en keskin olan devlet, pastayı çiğneyerek yutmada ortaklarına yardım edecekti. Bu konuda da Ankara-Tahran-Bağdat ve Şam da birçok pakt ve antlaşma imzalandı. Bu ülkelerin birinde Kürtlerin ayaklanmaları durumunda; ayaklanmanın bastırılması için diğer ortaklar da yardım edecekti.

Proje hızla hayata geçirildi. Düşünülenler yavaş da olsa gerçekleşiyordu. Kürdistan’ın doğu, kuzey ve güney parçalarında başlatılan özgürlük hareketleri; bölgenin ve bölge dışında gelen sömürgeci güçlerin ortak saldırılarıyla bastırıldı. Güney Kürdistan’da Eylül 1961’de Mustafa Barzani önderliğindeki direniş; İran Şahı Rıza Pehlevi ile Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in batılı emperyalist güçlerin himayesinde 1975 yılında Cezayir’de anlaşmaları üzerine kırıldı. Yüz binlerce Kürt Saddam’ın katliamından kurtulmak için Türkiye-İran sınırına yığıldı.

Türkiye’nin solcu Başbakanı Bülent Ecevit sınırları Kürtlere kapatırken; İran Şahı “Kürtlerin İrani bir halk oldukları” propagandasıyla kapıları açtı. Şah’ın Kürtlere karşı sözde merhametli davranması da politikti. 1988 yılında Irak Hükümetinin başlattığı Enfal saldırısıyla 5 bin Kürt Halepçe’ye atılan kimyasal gazlarla; 182 bin Kürt de Arabistan çöllerine götürülerek toplu olarak infaz edildiler. Bölgenin Müslüman devletleri Saddam Hüseyin’in bu vahşetini sessizce alkışladılar.

1991 yılında Irak Kürtlerinin ezici bir çoğunluğu kimyasal tehlikesine karşı yeniden sınırlara yığıldılar. Bu kez Çankaya Köşkünde Turgut Özal oturuyordu. ABD ile ilişkileri vardı ve Kürtlere bakışı da diğer parti ve devlet adamlarından farklıydı. Irak Kürtlerinin toplu göçü de Saddam’ın devrilmesine gerekçe olabilecek bir Amerikan planıydı. Özal da bu planın perde arkasındaki aktörlerinden biriydi.

Türkiye-Irak sınırı Kürt mültecilere açıldı. Ama bu kabulde de Kürtleri himaye etmekten ziyade, ajanlaştırılarak PKK’ye karşı kullanılması hedefleniyordu. 2003 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin güçleri fiilen Irak’a girdiler. Amaçları kendi çıkarlarını korumak da olsa; yaklaşık 80 yıldır Kürtlerin zincire vurulduğu dört ayaklı zulüm sehpasının bir ayağı kırıldı. Diğer üç ayağın inkarcı gaddar tiranların kırılan ayağa yardımları dünyanın süper güçleri karşısında sonuçsuz kaldı ve Irak Kürtleri federal bir devlet yapılanmasına kavuştular.

Şimdi de inkar sehpasının Suriye ayağı sarsıntı geçiriyor. Suriye yönetiminden ziyade Türkiye-İran yönetimleri telaşa kapılmış. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, madeni yapısı ne olursa olsun hiçbir sehpa iki ayak üzerinde kurulan kurtlar sofrasına hizmet veremez. Hele hele üçüncü ayağın da kırılmasıyla; sahte demokrasi ve düzmece kardeşlik palavralarıyla Kürtleri aldatmaya çalışan dördüncü ayak ister istemez kendisini onarmaya alacaktır. Çünkü başka bir seçeneği de kalmayacaktır.

Nisan 2011’de Suriye’de halk direnişleri tırmanışa geçti. Bunda Suriye Baas yönetiminden ziyade Türkiye gelişmelerden tedirginlik duymaya başladı. Sabah gazetesi 7 Nisan 2011 Perşembe günkü sayısının 23. sayfasında “Davutoğlu’ndan Esad’a 4 mesaj” başlıklı notunda “Suriye’deki bir dönüşüm tüm Ortadoğu’yu etkileyecektir” ibaresi Türkiye’nin özellikle Kürt sorunundaki endişesine vurgu yapıyordu. Gelişmeler üzerine Washington-Ankara-Şam’da üçlü diplomasi trafiği yoğunlaştı. Konu Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Nisan 2011 toplantısına taşındı. Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığın temelinde Kürt sorunu vardı. Suriye’deki yönetim değişikliğinin oradaki Kürtlere getireceği kazanım ve bunun Türkiye Kürtlerine muhtemel yansımaları Ankara’yı telaşlandırmıştı. Kısacası Ankara yönetimi kendi ayağından ziyade sehpanın zayıflayan Suriye ayağını düşünüyordu. Onu yeniden tamir etmek için ABD ve AB’den yardım istiyordu. Bu güçlerin desteğini almak için başta karşı çıktığı Libya işgaline daha fazla destek vereceğini vaat ediyordu.

Ağustos ayının birinci yarısında direnişin tırmanması üzerine, Suriye rejimi de baskılarını yoğunlaştırdı. Bu arada Suriye sahasında Türkiye ile İran arasındaki ajan savaşında; Ali ile Muaviye arasında 1300 yıl önce başlatılan iktidar kavgasında taraf olan Esad ailesinin mezhepsel doğası gereği İran’dan yana kayması Türkiye’yi daha da telaşlandırdı. Aynı günlerde Türkiye ile İran, Kandil’e karşı ortak eylem içindeyken, Suriye cephesinde çıkarlarının uzlaşmadığı ortaya çıkmıştı.

Türkiye Başbakanı: “Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir” diyerek, Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlerin siyasi geleceği karşısında Türkiye’nin tarihten gelen olumsuz duyarlılığını örtülü bir biçimde vurgulayarak; müdahale edebileceğinin sinyalini verdi. Beşar Esad’ı uyarmak için Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şam’a gönderildi.

Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi karşısında bazı muhalif seslerin çıkması üzerine; devletçi basın olup bitenlerin temelinde “KÜT KORİDORU” endişesinin yattığını haber yaparak çatlak ve cılız sesleri susturmaya çalışıyordu. Çünkü konu Kürtler olunca; iktidar ile muhalefetin birleşmesi Tanrısal bir buyruktu.

550 yıl İsa öncesinde, Med İmparatorluğunun yıkılmasından sonra bölgede kurulan imparatorluklar ve 20. yüzyılda onların mirasına oturan günümüz devletlerinin egemenlik sistemleri; Kürtlerin açık denizlere inmesini kendileri için hayati bir tehlike olarak görüp engellenmeye çalışmışlardır. Kapalı coğrafyadaki Kürt isyanları daha kolay tecrit edilerek bastırılıyordu. Bu nedenle muhtemel gelişmeler karşısında Suriye’nin kuzeyinde bir “Kürt Koridoru”nun Akdeniz’e açılması en fazla Ankara’yı ilgilendiriyordu.

Suriye yönetimine yönelik uyarı ve tehditlerin kaynağında Suriye’deki Kürtlerin siyasi geleceği yatıyordu. Bunun önüne geçmek için gerektiğinde Suriye’ye askeri müdahale bile yapılmalıydı. Türkiye eskiden olduğu gibi kendisine yakın bir yönetimle Kürtlerin zincire bağlandığı Suriye ayağının; Irak’taki ayak konumuna düşmemesi için yoğun bir çaba içine girmiş görünüyor. Ancak Şiilik faktöründen dolayı, Suriye dengesi İran’dan yana kayma gösteriyor.

Beşar Esad yönetimi güvenlik güçlerinin kentlerde sivil halka karşı yapılan saldırıların durdurulmasını Türkiye’nin değil, Birleşmiş Milletler yetkililerinin aracılığıyla, dünyaya duyurma kararını alarak; Ankara’yı pek fazla ciddiye almadığı mesajını verdi. Esad’ın bu açıklaması; İran ile Türkiye’nin Kürt pazarlığında çıkarlarının tamamen örtüşmediği gerçeğini yansıtıyordu.

İran’ın Kandil’e karşı gerçekleştirdiği saldırılarını geçici bir süre de olsa durdurması bu iddiaları güçlendiriyor. Ancak bu duraklama Türkiye-İran arasındaki Kürt pazarlığının ortadan kalktığı anlamına gelmez. İlgili devletlerin pazarlık masasının merkezinde Kürt sorununun bulunduğunu unutmamak gerekir.

Ortadoğu politikasının zemini çok kaygandır. Hele hele yaklaşık 200 yıldır ortak eylemlerle kurban edilmek istenen Kürtler olunca, uzlaşma daha kolay oluyor. Muhtemel imha harekâtı karşısında Kürtlerin ulusal birliği yanında; uluslar arası siyaset arenasında biraz daha tanınan güneydeki Kürt Federe Hükümetine kamuoyu yaratmada büyük görevler düşüyor. Sessiz kalmaları durumunda imha harekâtının son halkasının onlar olabileceği, Ortadoğu ilahlarının tarihsel buyruğudur.

Tarihte bunun sayısız örnekleri görülmüştür. Tarih babanın sözünü tutmayarak esneyen, oyalanan, oyuna gelen, aldatılan Kürt siyasetçilerinin sonu acılı olmuştur. Son 200 yıllık tarih bu tür örneklerle doludur. 1918 Ermeni Tehcirinde oyuna gelip Osmanlı güçlerinin saflarında Erzincan cephesinde Ermenilere karşı savaşan Dersim’li Seyit Rıza’ya; çatışmada ağır yaralanan kirvesi Bogos Paşa’nın sözleri; Güney Kürdistan Federal Devleti yetkilileri için de geçerlidir. Bogos Paşa ağır yaralı iken kendisini ziyaret eden Seyit Rıza’ya: “Kirvem, yüzüne karşı söylemek istediğim bir sözüm var; yanlış yaptın. Bize yapılanlar yarın siz Kürtlerin başına da gelecektir. Söylemek istediğim buydu. Sözümü unutma, siz de sıranızı bekleyeceksiniz.” Yanılmayan tarih baba tekerrür etmiş; Bogos Paşa’nın “siz de sıranızı bekleyeceksiniz” dediği Seyit Rıza 9 yıl sonra 18 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Pazarı’nda sabaha karşı 17 yaşındaki oğlu Reşik Hüseyin ile birlikte aynı devletin egemenlik sistemi tarafından darağacına çekilecekti. Bogos Paşa’nın dediği gibi “sırası gelmişti.”

Ayrı parçalardaki Kürt direnişlerinin sıraya konarak bastırılması Mezopotamya-İran-Anadolu egemenlerinin değişmez, semavi buyruklara dayandırılan bir yasasıdır. Bu yasa Kürtler için halen yürürlüktedir. Bölünmüş Kürtlerin bu yasayı görmezlikten gelmeleri büyük bir yanılgıdır. Sırasını beklemeden sesini yükseltmelidir. Aksi takdirde o da “sırasını bekleyecektir.”

Lozan Anlaşmasıyla kapısız, penceresiz bırakılarak, dünyadan tecrit edilen Kürt coğrafyası; Kürtler arasındaki ittifakı zorunlu kılıyor. Parçalanmış binlerce aile arasındaki dayanışma, asimilasyonu yavaşlatacağı gibi inkar ve imhayı da durduracaktır. Bu ittifakı hayata geçirmeyen Kürtler; yok edilmek için planlanan sıralarını beklemeye mahkumdurlar.

1961 yılından beri direnişlerin ana merkezi olan sınır bölgesini zaman kaybetmeden dayanışma üssüne dönüştürmek, yok olmamak için gecikmiş de olsa tarihi bir adım olacaktır. Bu yaşamsal olguyu görmezlikten gelen, ailesel ve bölgesel çıkarlarının tutsağı olan herhangi bir Kürt siyasal oluşumu “sırasını bekleme” politikasının kurbanı olmaktan kurtulamayacaktır.

Zincire vurulan bölgenin kadim halklarını tarihten silmek Arap, Türk, Fars egemenlik sistemlerinin halen yürürlükte olan yasalarını “değişmez, tartışılmaz, dokunulmaz” maddesidir. Dini inançlarla mayalanan devlet yapılanmasının kabuğu oldukça sertleştirilmiş ve kutsal bir tapınağa dönüştürülmüştür. Bu da mazlum milletlerin her türlü meşru taleplerini kutsallaştırılan devlete karşı seslendirmelerini; Tanrıya karşı yapılan bir isyan gibi kitlelere benimsetilmiştir.

9 yıllık bir iktidar mücadelesinin ardından Ankara’da iktidar iplerinin milliyetçi-muhafazakar kesimlerin eline geçtiği ve güvenlik güçlerini de kendi siyasal düşüncelerine göre biçimlendirdikleri kesinlik kazanmış görünüyor. Bu gelişmede Ortadoğu’nun kendine özgü iktidar geleneğinin bir sosyal yasasıdır. İnanç kını ile örtünen kavmiyetçilik kınının Kürt halkına karşı yeniden devreye sokulacağı anlamına geliyor.

Emevi, Abbasi, Safevi ve Osmanlı yönetimleri Kürt halkına karşı gerçekleştirdikleri kıyımları inanç ağırlıklı fetvalara dayandırarak gerçekleştirmiş ve kitleler kutsal aldatmalarla susturulmuştur. Yani Kürde karşı HAÇLI donanımı ile başlatılan seferlere bir de “CİHAT” kılıfı uydurulmuştur. Bu sinsi planın yeniden hayata geçirilmesi söz konusudur. Tarihte sık sık tekrarlanan bu zalimane taktiğe karşı Kürt din adamlarına da büyük görevler düşüyor.

Tarihsel görevlerini yerine getirmemeleri durumunda, onlara da sıra gelecek ve akıbetleri Şeyh Sait, Abdulkadir Geylani ve Seyit Rıza’nın akıbetlerinden farklı olmayacaktır. Adı geçen ve biz Kürtleri yakından ilgilendiren ülkelerin milliyetçi-muhafazakar kesimleri “sahte din kardeşliği” maskesi altında; Kürt halkını yok etmek için yaygın ve çok yönlü bir faaliyet içinde olmaları da; yine Ortadoğu’nun despotik egemenlik sisteminin değişmez bir yasasıdır. Bu yasaları tanımayan, iyice okumayan veya tanımamazlıkta gelen bir Kürt siyasi hareketi yok olma “sırasını beklemeye” adaydır. Bu adaylığında son halkası topyekün imhadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
32 Yorum
İhsan Çölemerikli Arşivi