M. Latif Yıldız

M. Latif Yıldız

Sivrisinek ve Lüks (Löküs)

Sivrisinek ve Lüks (Löküs)

Bazı okuyucularımdan e-mail mesaj alıyorum. O kadar kibar ve de nazikler ki, yazılarıma yorum yerine e- mail mesajlar atıyorlar. Direk söylemeseler de ne demek istediklerini anlıyorum. Diyorlar ki: “aynı yemeği yemekten bıktık, siz pişirmekten bıkmadınız mı Latif hoca!”

Doğrusunu söylemek gerekirse aynı yemeği pişirmekten bıktım. Ancak ana meseleler olan “Kürt sorunu”, “Demokratikleşme”, “Eşit vatandaşlık”, “Ergenekon”,  “JİTEM”, “İnkâr ve İmha”, “Faili Meçhul (belli) Cinayetler”, “ anadil gaspı”, “başörtüsü”, “insan hakları”, ”Kürtlerin kurduğu 7 partinin kapatılması”, “30’ar, 50’şer grup halinde seçilmiş Belediye Başkanları dâhil tutuklanarak siyasetten uzaklaştırılmalar” vs. gibi gerçekler durdukça elim başka yazılar yazmaya varmıyor.

Ancak görünen o ki karşılıklı güç sahibi olanlar bu işi durduracak gibi değiller. 30 yıldır ha bire önümüze engeller koyup yeni gündemler oluşturuyorlar.

Bu sebeple okuyucularımın dediğini yaparak farklı bir yazı yazacağım.

Bugün yakılıp, yıkılmış zorla boşaltılmış, harabe hala gelmiş Siirt merkeze bağlı Muvele (Kelekçi) köyünde 1971 – 1972 Eğitim ve Öğretim yılında 8 ay er öğretmenlik yaptım. Gazeteci olduğum için o köyle ilgili anılarımı “anı defterime” yazdığım gibi, çektiğim bazı resimlerimin bir kısmını o zamanlar çalıştığım Günaydın gazetesinde haber yaptım. Bazılarını da “Hawar Hasankeyf’in Çığlığı” kitabıma koydum. Çünkü o köyde baraj sularına boğdurulmak istenilen köyler arasında yer alıyor.

Kelekçide gösterdiğim başarı üzerine müfettişin verdiği rapor sonucu isteğim üzerine Batman’a yakın Cegelüve (Kuyubaşı) köyüne atamam yapıldı. 10 Ağustos 1972 Perşembe günü Siirt’te dolmuş kiralayarak o zamanlar 12-18 yaşlarındaydılar üç kardeşimle ( TPAO’da uzun yıllar elektrik teknisyenliği yapan Sait, yıllarca öğretmenlik yapıp bugün dershane sahibi olan Mahmut ve Doktor olan kardeşim Seyithan) ile gittik. Dolmuşu zor bulduğumuz için köye geç vardık. Kamyon bir gün sonra eşyaları almaya gelecekti.

Köyün Dicle nehrinin karşı kıyısında olması, okulun köyden 2 Km. uzaklıkta düzlükte bulunması, önce eşek ve katır sırtında eşyaları patika yoldan kayığın yanına getirmek, bir gün sonra gelecek kamyona yüklemek için nehrin karşı kıyısına taşımak uzun zaman aldı.

Gece zifiri karanlık, ay yok, yıldızların altında bir tek lüks (Löküs) lambamız vardı.

O tarihlerde Lüks lambası Avrupa’dan ithal, elektriğin olmadığı yerlerde ayrıcalıklı ailelerin kullandığı bir aydınlatma aracıydı.

Bu lambayı tek başına yakmak her babayiğidin harcı değildi. Cesaret ve yetenek isteyen bir işti. Önce pompalayarak gazı açmalısın, sonra bir kibrit yakıp kibrit sönmeden lambanın içindeki gömlek (koynek) bezi sarmalayan cam silindiri hafiften yukarıya kaldırıp oradan direği ispirto ile ıslatılan ipekten yapılan flamayı yakmalısın. Sonra buharlaşan gaz bez içinde ve etrafında yoğunlaşmış gazı tutuşturursun. Alevlenen gömlek beyaz renkli bir ışık verirdi. Yanarken “poooaaahhhh” diye bir ses çıkartırdı. Halk arasında “Lüks” ya da “Löküs” adı verilirdi. Bu gün bu aydınlatma araçları şark köşelerinde ve antik eşya satıcılarının vitrinlerini süsler.

O günlerin bu ünlü aydınlatma aracıyla gece karanlığında eşyalarımızı karşı kıyıdaki düzlüğe gecenin yarısı saat 24’te taşıma işini ancak bitirebildik. İlginçtir kendimizi o kadar taşımaya kaptırmıştık üç kardeşimle aklımıza yemek, acıkmak diye bir şey gelmemişti.

Ne zaman ki düzlüğe eşyaları yerleştirme işi bitti o zaman açlık aklımıza geldi.

Ama yapılacak hiçbir şey yoktu. Koca köyden bize yardım eden birkaç öğrencim ve köylüler kayıkla karşı kıyıda bulunan köylerine gitmiş ve biz o düzlükte, zifiri karanlık bir gecede lüksün ışığında dikeni çalıların arasında milyonlarca sivrisinekle baş başa kalmıştık.

Kara kara ne yapacağımızı düşünürken Dicle Nehri’nden yana gelen bir gürültü ile önce korktuk, sonra sevindik. Çünkü o uçsuz bucaksız nehrin kenarı ve Mava dağlarında o zamanlar yırtıcı yaban hayvanlar ve tabii sıradan bildiğimiz eşkıyalar dolaşırdı.

Neyse biraz sonra gelenlerin evi taşımada bize yardımcı olan Nurettin, Mehmet Şerif adındaki öğrencilerim ile Ramazan ve İhsan adındaki köylülerdi. Evi taşımanın telaşına kapılıp yiyecek konusunu ihmal etmiştik. Ancak bu duyarlı öğrencilerim ve köylüler bizler için hayati önemde olanı unutmamışlardı. Karşıya, köye vardıklarında evlerinde var olan yiyecekleri gece karanlığında büyük bir tehlikeyi göze alarak bize getirmişlerdi.

Gündüz o kayığı çalıştırmak ve karşıdan karşıya Dicle’nin şiddetli akıntısı yüzünden geçirmek çok büyük maharet, bilgi ve yetenek isteyen bir işti. Gece karanlığında belki beş - on yılda ancak birkaç kez hastalık, acil işler için kullanılan kayığı o duyarlı, kadir bilir köylüler bu sefer bize yemek getirmek için büyük bir tehlikeyi göze alarak kullanmışlardı.

Aç kurtlar gibi ben ve kardeşlerim getirilen yemeklere saldırdık. Köylüler gittikten sonra yorgunluktan bitmiş bir halde olduğumuz için uyumamız gerekiyordu.

Henüz kamyon gelmediği için düzlükte bulunan eşyaların içindeki demir karyolayı lüksün ışığında kurarak yılan gibi sürüngen, akrep gibi tehlikeli haşerelere karşı kendimizi koruma altına aldıktan sonra uyumak istedik.

Fakat ne gezer, sanki yalnız Dicle’nin ve bölgesinde değil de bütün bir Güneydoğunun sivrisinekleri konakladığımız alana toplanmıştı. O ana kadar hareket halinde olduğumuz için sivrisinekleri çok ta fark etmemiştik. Evet, bazen ısırarak rahatsız etmişlerdi ama ne zamanki istirahata çekildiğimizde nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik.

Sinek; Kur’an-ı kerim Hac, 73. ayette adı geçen tek hayvandır. Ki kutsal kitapta o ayet şöyledir: “Ey insanlar! Bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin! Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Şayet sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de!”

Biz öylesine bir tehlike altındaydık ki değil uyumak, sabahlamak bizler için bir mucizeydi. Ancak bir gözlemimiz bizleri bu korkunç tehlikeden kurtardı. Bu tehlikeli sinek bizden çok Lüks (Löküs) ışığına doğru gittiğini ve yüz dereceye yakın ısınan lüksün konik camına çarptıkça ölüp aşağıya düştüklerini fark ettik.

Hemen karyolanın yan tarafına çevrede bulduğumuz taşlardan bir yükselti yaptık. Sonra da lüksü bu taş yığının üzerine yerleştirdik. Bu keşfimizden sonra ben ve üç kardeşim karyolada üstümüzü pikeler ile örterek uyuyabildik.

Sabah güneşin ışınları ile uyandığımızda artık etrafta tek tük sivrisinek vardı. O sürü gibi sivrisineklerden eser yoktu. Fakat o da ne! Lüksün yerden 45 santim kadar olan yüksek taşlık bölümü 50 santim dairesel şekilde çevresinde milyonlarca ve kilolarca sivrisinek ölüsünden oluşan küçük bir tepecik oluşmuştu. Bırakın lüksü üzerine koyduğumuz taşlar, lüksün kendisi neredeyse kaybolmuştu.

Bu manzara hayatımız boyunca uç kardeşin unutmadığı ve her karşılaşmada bir birimize anlattığımız mazide kalmış bir anımızdı. Ne yazık ki evi götürmeye geldiğimde bir gazeteci olarak o gün için fotoğraf makinemi getirmemiş ve bu ibret verici belgeseli tespitlerimin arasına koymaktan mahrum kalmıştım.

Son paragraf; bugün siyaset yazmayacağım demiştim, ama kalemimi tutamıyorum ki. 2 yıla yakın bir süredir mahkemeye çıkartılmayan, neyle suçlandıklarını ve niçin tutuklu olduklarını bilmeyen 2 bine yakın Kürt siyasetçi, Belediye Başkanı 18 Ekim’de duruşmaları var. Ergenekoncuları her gün sayfalarca yazan medya onları yazmadığı için haberiniz olsun istedim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
M. Latif Yıldız Arşivi