İrfan Sarı

İrfan Sarı

Sevgiliye Mektup

Sevgiliye Mektup

Sevgili,

Sürdüğüm yalnızlığın senden yadigar bir fırtına olduğunu biliyorum. Biliyorum ki bu yalnızlıkta beni yine yalnız koymayan senin hasretindi.

 

Ondandır her attığım terin altında kıpkızıl bir damar taşıyorum. Rengini isyanlardan ve aşktan koparan bu damarların bensiz yürüttükleri çaresiz atımlar koskoca bir cenaze yarattı.

 

Her eylemde başı koparılmış yılanların, bana çektiği çelmelerin damarlarıma kondurduğu toz toprak patlamaların hesabını hiç mi hiç sormadım. Senden bana kalan, koynundan fırlayıp etrafa yayılan kokular ve nerden esip geldiği belli olmayan yurtsuz bir rüzgarda dalgalanan saçların, dizlerimi parçalayan bu çelmelere baskın geldi.

 

Ama yüreğime koyduğun o kimsesiz işçi, bıçaklanmış yarasını sara sara çığlığının en sevdavi yerinde tutar bilmelisin.

Yani gözleri asminim, bu şehir birimizi ötekimizden saklamak için yoktu. Ama yangınları bıraktığın yüreklerimizi, bu şehir; hiç usanmadan, yüzsüz bir fahişe gibi sakladı. Ateşler içinde iken bir diğerimizin hissetmesi kadar yakındık aslında birbirimize. Ne kadar aynı zamanda dinlediğimiz şarkıların iki ayrı ucunda da olsak.

 

İlk şimşeği çakan gözlerinden ve ilk sıcaklığı his ettiğim dudaklarına uzak kalışımın asırlar sanılan zamanların sonrasındayım. Aklımın sıkıyönetimlerinden bu güne kaç sürgün yaşamışım bir ben bilirim. Kaç çiçeğin baş ucunda rengine inat, renksiz ve sınırsız ağlamışım, kaç dağın eteğinde bakıp kuzunun anasının memesine sarılışına içimde yanardağlar göçertmişim, kaç akarsuyun başında, berbat yüzüme seni sürmüşüm bir ben bilirim.

 

Geçti gitti dediğim zaman, kapkara geceye düşen yıldız gibi yaramı kanatmışsın.

 

Gizli gizli kanayan yaramdan kanlar ile uyumuşum. Düşlerime umudu yükledikçe sınırları mayınlarla döşenmiş kayalara çarpmışım. Ellerinden düşen bir bebek gibi çaresiz ağlamışım. Çaresiz ağlamalarıma, bir zaman tenin değmiş ve bir zaman yokluğun.

 

Öyle büyümüşüm! ..

 

Sevgili, uzamış araya buz düşüren hiçbir mevsim olmadı aslında, ne varsa bahar ve ne varsa hazan, yani eylülün sarı teni kışa varmadan bir kez daha bahar gelirdi buralara. Baharda beni toprağa düşürmeyen sen olurdun, hazanda daldan düşüren sen… Karmaşık ömür vadisinde iki mevsimi yitirmiş bir yıl olurdum hep. Kendimi senin tarafından topraktan yolunmuş ot gibi sansam da elinde olmak gururumu incitmiyordu. Sevdaydı belki bunun adı. Ya da bilmezlerin dediği aptallık ya da bilgelerin dediği abdallık kim ne derse desin, ben şahidim, bir tek bu sevda parçası için kanamıştır her on dördünde ay… ve güneş en çok bu sevda için gün ortasında üşümüştür bütün bu ayrılık zamanlarında.

 

oy sebebi karam
bir çağlayanın en hırçın akışı vardır ya
martılar çığlıklarını
balıklar karnını sürter
öyle bir yerdesin
zaman aç
memenden ömrünü emer
yani kara saçlım deme
zamanı değil şimdi

ama…

yani revnak bakışlım, bir dağın en düz yerine fırtınanın doldurduğu karlar gibi biriken bir şeyler var biliyorum. Bak bu sonbaharda da aşkın adına ipi boğazına geçiren ve bıçaklanmış dal gibi serinden kopan bir eylüldeyiz…ve aramızda asırlar sanılan ayrılık var. Dağlar doruklardan çığlığa teslim etmeden emanetini dön omzunun üstünden bir bak hele…

 

Bak! .. tıpkı son defa “kopmayan bir halat” gibi inadına baktığın gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
27 Yorum
İrfan Sarı Arşivi