İrfan Sarı

İrfan Sarı

Öksüz Mazi…

Öksüz Mazi…

Yanağı puf zurnacı halayın dönmesi için nefesini bir yutup bir salıyordu zurnaya. Bu yemyeşil coğrafyanın yurdu yine çok görkemli bir düğüne tanış oluyordu.

 

Mavi bir düş gibi el ele çekilen halayın renkleri arasında sevginin ve aşkın nakışı vardı. Hafif ve uçucu rakkasın çökmeleri ve sekmeleri delikanlıları deli ediyordu. Issız gecelerin ardı ardına devam eden bu halayını bütün ahali bir sesten sürdürüyordu.

 

Gecenin dibine kalaşnikovlardan mermiler sıkılıyor, yıldızlar kayıyor, ay bulutlara saplanıp çıkıyordu.

 

Bu masmavi gökyüzü halaydakileri yalnız bırakmadı. Gelin ve damat mutluluğun girdabında sarhoş olmuşlardı. Dimdik gençlerin ter kokuları iyice yayılamaya başlarken burunlara, artık ahali yorulmuş ve gelinle damat gerdeğe teslim ediliyordu.

 

Bütün gülüşmeleri ve bütün heyecanı alıp biraz sonra paylaşacakları mutluluğa meze olarak sunmak için odalarına çekilirken. Düğünden geri kalan kalabalık ve fazlalıkları derleyip toparlamak evin diğer gençlerine kalmıştı.

 

Öte yandan, bütün sevgilicilik zamanlarında birbirilerine okudukları türküleri bu gece aşklarıyla yoracak ve geleceğe ilk tohumlarını serpeceklerdi. Bulutların sırtında çıkacakları bu ilk gezintinin, ilk sevişmenin sabahına yorgunluğun en istenileniyle yol alırken.

 

Köyün sessizliğini ötüşüyle horuz bozdu. Ardından güneş düşük damlı evin küçük camına yansımaya başladı.

 

Sabahın ilk nefesine ve göğün ilk mavisinin altına serdikleri kahvaltı sofrasının etrafına ev ahalisi gelmeye başlamıştı ki küçük pencerenin ahşabından beyaz çarşaf sarkıtıldı. Artık bu kentin yeni bir ailesinin temeline akıtılan sevginin teri, gelecekteki umudu anne karnında yerini almıştı.

 

İlk sabahın ev ayarına uymak zordu. Ama Mahsima evin ağır yüküne aşkını dayayacaktı. Nitekim ilk el öpmeler ve ilk sofradan lokmayla başladı yeni yaşamı.

 

 

Mahsima yaşadığı evin kendisine ayrılan odasında kocasını beklerken düşlerini önceden oya işler gibi işlerdi. Yaşam hayli canlı hayli aşkla geçip gitti bir zaman.

 

Kocası tarlaya giderken o azığını taşıdı. Uzaktan görür görmez sevdiğini, yüreği ırmak kesilir ayakları tazılaşırdı. Kış gelmeden bağ-bahçe-tarla işleri bitmeliydi.

 

Bu sevda çeşme başında içmişti ilk yudumunu.

 

Onun için her gün yudumladıkları o ilkin tadında sevdalanıyorlardı bir birlerine. Hazana doğru Mahsima’nın karnı kendini göstermeye başladı. Buğday başakları sarı saçlarının altına sarı tanelerini doldurmuş, boyunları yere doğru eğrilmişti. Dolu tanelerin başak gülü bir başka umut ve içinde bereket barındırırdı.

 

Eylül ayı biterken buğdaylar patosta dövülüp daneye dönüştü. Daneler değirmen taşında un olur olmaz artık kışlık hazırlık tamamdı.

 

Malum buralarda töreler gelin koca evine gittikten kaç zaman sonra baba evine el öpmeye çağrılırdı. Evin büyüğü Mirhaç gece oğluna karısını baba evine gitmesi için hazırlamasını söyledi ve uyumaya çekildi. Ertesi gün Mahsima, kocası ve ağabeyi erkenden yola çıktılar.

 

 

Mahsima baba evinde bir ay kalmıştı. Döndüğünde karnı artık iyice belirgin olduğundan kendisi, kaynanası ve eltileri tarafından bebeğin hazırlığına başlandı. Kaynana başta olmak üzere evde yaşayan herkesi alan telaş erkek bir çocuk içindi. Aslan gibi bir torunu olacak ona Zaloğlu Rostem’in efsanesini, Şahmaranı, Harun Reşidi, Dım dım kalesini anlatacaktı.

 

Mirhaç dede olacak torunun her gün camiye götürecek dizinin ucundan ayırmayacak, ona ceviz ağacından kızak yapacak, söğütten beşik yaptıracaktı.

 

Baba İsfendiyar ise olup bitenlere göğüs kabartıyordu.

 

O yıl epey geç düştü kar. Aralık ayının son haftası gökyüzü kapandı. Yer yer gri gökyüzü yavaş yavaş beyaz küle dönüştü ve yırtıldı. Bir tufan olup yağdı beyaz beyaz.

 

Altı gün yedi gece durmadan yağdı kar.

 

O kadar yağmıştı ki artık damların üstüne kadar yükselmişti. Yedinci gecenin sabahında hava açar açmaz kaç gündür içerideki hayvanları havalandırmak için ağılın kapısına bir avlu yapıldı kardan. Kurutulmuş otlar serpildi yere ve hayvanlar dışarı çıkarıldı. Akşam karanlık çökene kadar dışarıdaki koyunlarla oynaştılar Mahsima ve İsfendiyar.

 

Akşam çökmesin istiyorlardı çünkü geceler hiç bitmiyordu. Kaç gündür yağan kardan dolayı evden dışarı başlarını çıkaramamışlardı. Kış yaşamı duvarların arasına kilitliyor soğuk bir masalın içine itiyordu. Yer, gök ne varsa her taraf sadece beyaz ve soğuktu.

 

Çoğu zaman saç sobanın içinde yanan tezeklerin sıcaklığı duvarları bile ısıttıysa da baş edemedi soğukla. Ama Mahsima ile İsfendiyar için hiçbir yer soğuk değildi. Onlar aşkın desenli kumaşına sarılıp uyuyorlardı. Ya da bakışlarının yangınında uyuyuveriyorlardı.

 

Kışın aşkın gücü kendini açığa çıkarıyordu. Kara, fırtınaya, kapalı göğe, karanlık gecelere ay olup doğuyordu. Evin umudu neşesi ise doğacak çocuktu. Uzun ve soğuk kış gecelerinin sabırsız baskısı onların umudunun karşısında kayboluyordu.

 

Hızla geçiyordu zaman. Yeni bir yıl gelmiş ocakta pişen aşlarına ocak ayı yetişmişti. Kar bir yetişkinin boyunu aşkındı. Yollar çok uzak ve kapalıydı. Mahsima’nın günleri de giderek yakınlaşıyordu.

 

Bazen İsfendiyar’a sarılıp içindeki korkuyu fısıldıyordu. “Ya bebek doğduğunda ölürsem. Ya Hacer ana doğurtamazsa ve ben şehre varmadan ölürsem” İsfendiyar kendinden çok emin bir şekilde cevap verirdi. “eğer kar yerine taş düşerse yollara kollarıma buzdan kanat yapar yetiştiririm doktora. Göğsüme demirden kepçe yapar açar yolları götürürüm sevdiğimi…”

 

Artık şubatın sonlarıydı ki koyunları bir bir doğurmaya başladı. Ağılları kuzu meleşmelerine boğuldu. Meleşmelerin ses akıntısına kulağını bırakan Mahsima anneliğini hem korku ve hem heyecanla bekliyordu.

 

Ne gariptir ki neredeyse iki yüz baş koyunun doğan bütün kuzuları erkekti. Buda baba Mirhaç’ı oldukça sevindiriyordu. Çünkü o kuzular sonbahara kadar onun için iyi bir kazanç haline dönüşecekti. Evde her zamankinden fazla bir sevinç vardı artık. Bu yıl onların bereket yılı olacaktı. Tanrı onlara istediklerini veriyordu. Onun için saatlerce dizlerini yere çöküp ellerin havaya kaldırıp dua ediyordu Mirhaç baba.

 

Kar, boran sürerken mevsim, yaşamda durmadan sürüyordu izini.

 

İşte bu iz kendini martın yarılarında yavaş yavaş ılımalaşan bir havaya bıraktı. Ancak yollar kardan kapalıydı hala. Ancak bu fazla sürmezdi mart gelir gelmez karlar sıcağa dayanamayıp erirdi.

 

Meleşen kuzuların seslerinin eşliğinde bahar ilk göz kırpmasını yapmıştı o sıralar. Evin duvarlarının dibinden yavaş yavaş erimeye başlayan karın altındaki kar balçığa dönmüş halde görünmüştü. Buda nevroz kapıyı çaldı anlamına gelirdi.

 

Newroz gecesi bahçeye çalı çırpı toplayıp yaktılar. Etrafında halaya durdu bütün ev halkı. Evin bütün yemişlerinden tadıldı. Baba Mirhaç’ın sesinden yükselen uzun havaların duygusuyla gece yarısını geçerken uyumaya gittiler.

 

Newroz gecesine denk gelen günün bir hafta sonrası Mahsima doğum sancılarına tutuldu. Evi bir telaş sardı. Akşam karanlığına doğru başlayan sancıları doğacak bebeğin çığlıkları susturabilecekti ancak.

 

Şimdi anne olacak Mahsima'nın doğum sancılarıyla birlikte çığlıkları evin duvarlarına çarpıyordu. Hem baba olacak olan İsfendiyar hem de dede olmanın heyecanına kapılan mirhaç baba sadece sigara içebiliyorlardı. Gece diğer güne erirken içeriden bir bebek çığlığı gelmeye başladı…

 

Odadan çıkan bu çığlık bütün köyü dolaştı…

 

Devamı haftaya…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
İrfan Sarı Arşivi